Köy-Kent ikilemi, “inkarın, inkarı” biçiminde ya da bir başka ifadeyle birbirlerinin aşılması olarak gerçekleşmez. Bu anlamda biri diğerinin …
HABER MERKEZİ
Köy ve Şehir Devrimleri
Kentler her zaman egemen güçleri için iktidar merkezleri olma rolünü oynamışlardır. Ama sürekli olarak da içerisinde, iktidar dışılığı da taşıyabilmiştir. İlk bakışta birbiriyle çelişiyormuş gibi görünse de, aslında kentlerin oluşum/gelişim seyri, bunun böyle olduğunu göstermektedir.
İnsanın kendini toplum olarak var etmesiyle birlikte içerisine girdiği tarihsel süreç içerisinde yaşadığı İlk Devrim Köy Devrimidir. Neolitik döneme tekabül eden bu devrim içerisinde insan o zamana kadar ki, yaşam ve ilişki biçimi dışına çıkmaya başlamıştır. Bu devrimle birlikte avcı, toplayıcı topluluklar yerleşik yaşama geçmeye başlamışlardır. Bunun yaşamlarındaki karşılığı ise; hayvanların evcilleştirilmesi, tarım, zanaatçılık (Çanak- Çömlek yapımı vb.) ve bunların gerçekleştiği yaşam alanlarında derme- çatma da olsa kendi elleriyle yaptıkları kendileri için içerisinde yaşayacakları barınaklar yapmaya başlamış olmalarıdır.
Bu da insanlık tarihinde yeni bir dönüm noktasını teşkil etmiştir. Yerleşik yaşam, insanlar arasında yeni bir ilişki ağının oluşmaya başlaması anlamına gelmiştir. Burada bilinç ve buna dayalı tasarı insan yaşamında önemli bir rol oynamaya başlamıştır. Bir başka ifadeyle de insan bu süreçle birlikte bilince ve örgütlenmeye dayalı bir yaşamın sahibi haline gelmeye başlamıştır. Bu yaşam biçimi içerisinde de yaşam ve üretim içerisindeki yeri, beceri ve yeteneğine göre insanlar arasında işbölümü ve görev paylaşımı öne çıkan temel yön olmuştur. Burada başat olan ise komünallik ve ortaklaşa olan yaşamdır. Birlikte karar almaktadırlar ve herkes içerisinde yer aldığı topluluğa karşı sorumludur. O nedenle de birey ile toplumu birbirinden ayrı olarak düşünmek mümkün değildir. Bu çerçevede de bireyin topluma ters düşmesi, onun toplum dışına itilmesi gibi bir sonuç ortaya çıkarmaktadır.
Şehir Devrimleri de insanlık tarihinde önemli bir yer tutmuş ve yeni bir dönemi başlatmıştır. Ancak Köy Devrimleri ile öz ve biçim olarak tamamen bir farklıdırlar. Buralarda ticaret önemli bir yer tutar. Aynı klandan ya da birbirlerine çok yakın olan akraba topluluklar olarak bir arada sürdürülen yaşam aşılmaya, kan bağına dayanan yaşam ilişkisinin yerini komşuluk ilişkisi almaya başlamıştır. O zamana kadar topluma ait olan tüm değerler üzerinde tekel kurulur. Yeteneğe ve beceriye göre topluluk içerisinde gerçekleşen görev ve rol dağılımı yerini, tekele dayalı süreklileşen bir iktidar ilişkisine bırakır. Bu süreçle birlikte de toplum o zamana kadar yaşamadığı sorunlarla karşılaşmaya başlar.
Ancak burada şöyle bir yanılgıya da düşmemek gerekir. Köy-Kent ikilemi, “inkarın, inkarı” biçiminde ya da bir başka ifadeyle birbirlerinin aşılması olarak gerçekleşmez. Bu anlamda biri diğerinin içerisinden çıkararak, önceli olanın varlığına son vermez. Tamamen birbirlerinin varlığını ret etmeden zaman zaman bir arada, zaman zaman da ayrı olarak aynı tarihsel sürelerde farklı mecralarda bir akışı, varoluşu ifade ederler. Bu anlamda da bunlar arasındaki mücadele birinin diğer karşısında silik, edilgen ya da tam tersi olarak baskı ve güçlü bir pozisyonda bulunmayı ifade etse de süreklilik arz eder.
İnsanlık tarihi içerisinde Şehir Devrimleriyle birlikte başlayan süreci, böyle bir gerçeklik içerisinde ele almak gerekmektedir. Bu anlamda şehirlerin mimarı yapısı ve yerleşim biçimi köylerden farklıdır. Tamamen bir merkezileşme ve tekeli ifade etmektedir. Bir nevi Zigurat”ın bir yerleşke olarak örgütlenmiş hali olarak karşımıza çıkmaktadır. Zigurat”ta gök yüzüne en yakın olan kısım tanrılara ayrılırken, şehirlerin merkezi tekel sahiplerine; krala, rahibe ve askeri komutana ayrılmıştır. Zigurat”larda Tanrılar katı denen bölümün alt katında yer alan rahiplere ayrılan kısım ise, şehir merkezinin etrafında kurulu olan iktidar memurlarının/görevlilerinin yerleşkesine dönüşmüştür. Yine bunların etrafında ise, Ziguratların en alt katında olduğu gibi, köle mahalleleri oluşmaya başlamıştır.
Feodal devletçi uygarlık içerisinde “Yakın Ortaçağ” denilen 16.yüzyıla kadar da kentler etrafı surlarla çevrili olarak bu şekilde varlığını korumuşlardır. Sınıflı devletçi uygarlığın biçim değiştirmeye başladığı ve kendini “kapitalist uygarlık” adıyla yeniden örgütlendirmeye başladığı böylesi bir süreçte şehirlerde yapısal olarak bir değişiklik içerisine girmeye başlamıştır. Artık şehirler, etrafını çeviren surların dışına çıkmaya başlamıştır. O zamana kadar nüfusu on ile elli bin sınırları içerisinde olan/kalan şehirler, göç akımına uğramaya başlamışlardır. Köleci-feodal uygarlığın kendi “toplumunu” efendinin/senyörünün mülkü üzerine hapseden sömürü ve egemenlik ilişkisinin, yine onun gibi kendiside köleci olan kapitalist uygarlık tarafından yıkıma uğratılmasıyla ile birlikte bu gerçekleşmiştir.
Kapitalist uygarlık, yeni bir kölelik ilişki biçiminin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Hedefinde ise ucuz işgücü haline getirerek kullanabileceği feodal beyin/senyörün egemenliği altında olan köylü köleler/serfler bulunmaktadır. Bunu gerçekleştirirken de aslında feodal beyle, onun düzeni ile ilişki-çelişki içerisinde hareket etmektedir. Bunun bir sonucu olarak ta “Yakın Ortaçağ” tarihi içerisinde de görüldüğü gibi zaman zaman onunla hem uzlaşma hem de çatışma içerisine girebilmektedir.
“Yakın ortaçağ” içerisinde şehirler, daha çokta Kapitalist Uygarlığın etkisi altına girmeye başladığı coğrafyalarda böyle bir görünüme sahip hale gelmeye başlamıştır. Nüfus çoğalırken, şehirlerin istihdam kapasitesinin üzerine çıkmıştır. Doğal beslenme kaynakları ve yaşam alanları yetersiz hale gelmeye başlamış ve o zamana kadar rastlanılmayan bulaşıcı, mikrobik ve beslenme yetersizliklerinden kaynaklı hastalıklar ortaya çıkmıştır. Lümpen proletarya olarak adlandırılan işsizlerin sayısı artmıştır. O zamana kadar bu şehirlerde hakimiyet kuran egemen sınıflara/güçlere yenileri dahil olmuş ve bunlarda iktidarda pay sahibi olmak için kimi yerlerde feodal, monarşik, aristokratik iktidar karşısında kendi iktidarlarını oluşturma yada var olan iktidarı ele geçirme arayışları içerisine girmişlerdir.
Bu şekilde sömürücü güçler için açık egemenlik ve hegemonya mücadele alanı haline gelen şehirler, aynı zamanda toplumsal sorunların biriktiği ve toplum olarak da kendi sorunlarına çözüm aradığı mekanlar haline de gelmeye başlamışlardır.