HABER MERKEZİ
Uzun sayılmayacak, insanın içini açan türden bir yürüyüşün ardından arkadaşların yanına ulaşmıştık. Birbirine sarılmalar, sevinç ve özlemi gidermeye çalışan bakışlar.
Bir kalabalık, hareketlilik oluşmuştu. Birbirine selam veren, heyecanla ve biraz da zamana yetişmenin telaşıyla sorulan sorular, gülmeler ve sohbetler…
Bu atmosfere kalabalık, hareketlilik havasını veren ve herkesin bir an dönüp tüm dikkatlerini verdiği kaza da eklenince tamamlanmıştı. Mutfakçı arkadaş, gelen arkadaşları, kalabalığı görünce yemeğini unutmuştu, Birden hatırlayınca olan olmuş tüm noktaya yanık yemek kokuları zaten yayılmıştı. Hepimiz güldük. Güldüğümüz şey, mutfakçı arkadaşın yemeği fark edince “ez teem, ez tem” diyerek adeta yemeğe sesleniyor gibi yerinden fırlayışı ve son anda belki bir şeyleri kurtarırım telaşıydı. Öyle bir fırladı ki yerinden, şimdi takılıp bir yere düşecek diye bakıyordum arkasından. Düşmedi. Nafile yemeği de kurtaramamıştı.
Şimdi sohbete bir de yanan yemek, unutulan mutfak eklenmişti. Bazı arkadaşlar oldukça sakin ve özlem dolu bakışlarla sakince paylaşıyordu. Bazı arkadaşlar ise oldukça enerji dolu, canlı konulara yetişmeye çalışıyordu. Bu manzara beni daha uzak diyarlara alıp götürdü. İçimde bazı konuları arayarak, manaya kavuşturma istemiyle zihnimde yürümeye çalışıyordum. Bunda biraz da radyoda çalan ve insanın içine işleyen bir dengbej yol açmıştı belki de…
Ezgiler hep acı ve umut doludur sanki. Her bir melodisi bir olayı, bir gerçeği gizler bağrında. Her insanın kendisini bulacağı bir şarkısı vardır herhalde. Yaşam bir yönüyle herkesçe bilinen gerçeklerin ardındaki ayrıntılarla ifadesini bulur. İşte o ince ayrıntıların, en özgün yanların kendisini bir sazın teliyle, bir gitarın, kavalın, saksafonun, davulun ayrı ayrı güzellikte çıkardığı seslerle dillendirmesi en anlamlı ifade olur bazen. Demirden, tahtadan bir araç olmaktan çıkıp, en canlı en zengin dostu olur yalnızlığının. Rack bir parçada dillenen isyan, çılgınlık, aşk, şiddet, özgürlük, cesaret gibi duygular; bir kavalın sesindeki hüzün, derinlik, sevgi, acı, ölüm, bilgelik insanın içini kaplayan bir sel gibi dolup taşar çoğu kez. Kendini kendine ait olanı onda bulur, yalnızlığını paylaşırsın o an.
Hep türküleri dinlerken, şimdi arkadaşları izlerken olduğu gibi, türküler tek tek beni anlatır sanılırken aslında hepimiz olan bizi dile getiriyor. Bu düşüncemi doğrulayan sohbetleri de dinliyorum. “İnan ki biz de o zaman aynı şeyi düşündük, ya da biliyor musun ben de aynı senin yaptığın gibi davrandım o zaman”, gibi düşünceleri dinlerken, içimi sıcak bir tebessüm kapladı. İlginç gibi görünen tesadüfler ya da ayrı yerlerde aynı eylemler ve niyetlerle yaşama bakıyor, gülümsüyor olmak yalnız olduğumuzu kuşkulu kılıyor aslında. En yalnız olduğumuza inandığımız zamanları bile habersiz, iletişimsiz de olsa ne çok insanla paylaşıyoruzdur oysaki. Bir araya geldiğimizde geçirdiğimiz günlerin, ayların hatta yılların bile ne çok ortaklığı taşıdığını görmek içimizde güçlü bir bağ olduğunu hatırlatıyor yeniden. Oysa ayrılıp, her birimiz yine kendi yolculuğumuza başladığımızda yine yalnızlığa adım atıyor olmanın özlemi ve hüznünü yaşarız.
Her ayrılık kendisiyle bir parça yalnızlık taşımıyor mu acaba?
Ayrılıklara bilincimiz anlam verir vermesine de, yüreğimiz bazen onu kabullenmekte daha bir nazlı olur. Yüreğimiz de bilir belki ama yine de yaşama açılan pencereleri onun derinlerinde gizledikleriyle açılır.
Mesela Güneşi engelleyen, havayı kasvetli ve karanlık bir sıkıntıya boğan kara bulutları kim sever ki güzelim bahar günlerinde. Yağmurun yağması güzeldir ama yağmadan gökyüzüne oturan kara bulutlar hep kasvet verir insana. Ya da günlerce hiç hava açmazsa bir özlem, bekleyiş ve sıkıntı kaplar insanı. Oysa bilinç bu havanın geçiciliğini bilir bilmesine, ama yüreği ikna edemez. Her ayrılık daha güçlü bir buluşmaya gebedir oysaki. Bağrında bir önceki birliktenlikten daha soylu bir birliktenliği veya daha zorlu bir ayrılığı taşımaktadır.
Her şeye rağmen insan yüreğini ve beynini büyütebilmeli bu yalnızlık demlerinde. Yalnızlık ne kadar acı olsa da, kaçmalı sahte beraberliklerden. Tıpkı “Bilge İnsan” gibi.
Belki de bir yanılgıdan ibarettir yalnızlık! Kim bilir zihnindeki düşünceleri, yüreğindeki duyguları ayrı mekanlara inat kimlerle paylaşmıyorsundur ki? Yine mekana rağmen zamanı kimlerle yaşıyorsundur kim bilir?
Adını, dilini hiç bilmediğin hiç görmediğin, tanışmadığın insanlarla da berabersin şuan belki de. İçindeki senle beraber olmak kadar yakın, hiç tanışmamak kadar uzak…
Dünyanın dört bir yanında, binlerce insanla aynı anda, aynı şeyleri düşünme, hissetme ihtimaline rağmen onları hiç tanımaman, görmeyecek olman ama ne kadar ilginç bir durum. İşte böylesi anlarda gizemli bir oyun gibi mucizenin gerçek olup, tüm bu manzaraları birleştirmesini isterdim.
Düşünsenize –daha doğrusu hayal etsenize- her birimizi bir yerden yakalayıp o an’da birleştiren gizemli bir oyunda yer almak ne kadar keyifli olurdu.
Mangasında bağdaş kurup yazan bir gerilla, masasında kitabını okuyan bir üniversiteli, makinenin önünde çalışan bir işçi, stüdyosunda bir sanatçı, demir parmaklıklar ardında bir mahkum, yine yolda, sokakta, iş yerinde, yaşamın her alanında tecavüze uğrayan kadınlar, arabasında hızla yol alan bir genç, oğlunu kaybedip yine de hep yollara bakan anne, denize açılan bir kaptan ve yüzlercesini sıralayacağımız manzaralar uzar gider…
Coğrafyamız, kimliğimiz, cinsiyetimiz, rengimiz, yaşımız, mesleğimiz arayışların ve hayallerin ortaklaşmasına engel olabilir mi? Yeter ki içimizdeki “insanı ve hakikati” öldürmeyelim, onu zehirlemeyelim.
Arayışlar nereden ve nasıl gelirse gelsin, yakalanan bütünlükte saklı olan güç, belki de hiçbir tanımla ifade edilemeyecek bir sırra sahip…
Arkadaşlar “heval yemeğe oturduk, mektup mu yazıyorsun, roman mı ara ver seni bekliyoruz” diye beni çağırıyorlar. Ve ben son cümlemi de yazarak, kalabalık sofraya gitmenin sevincini yaşadım.
SILA SERDAR