HABER MERKEZİ
Halil Dağ’ın Botan Dağı Günlüğünden – 6
‘Bizi eksikliğe sokacaksın heval Halil’ dediklerinde onlardan sadece bir şarkı söylemelerini istemiştim. Aslında sadece söylemelerini değil, onlar söylerken bir de bu şarkının çekimini yapmak istemiştim. 8 Mart gecesi onlar o güzel seslerini zaten cömertçe sunmuşlardı. Bizlere cömertçe sundukları sadece sesleri miydi Coşkularını, neşelerini, eşsiz gülüşleri ve gencecik hayatlarını cömertçe ortaya koymuşlardı. Onlar hayatımızın bu en güzel kışına ve baharın ilk yağmurlarına sunulmuş birer armağandılar. Yoldaşların hatırı için bir değil,belki onlarca şarkı söylerlerdi ama benim istediğim bunun ötesindeydi.
O gece onlar şarkı söylemeye başladığında herkes ilgiyle onları dinlerken, ben bir Türk ve bir Kürt kızının birlikte kurdukları ses, söz ve kalplerinin uyumunu kameramın kadrajlarına nasıl kaydedeceğimi kara kara düşünüyordum. Şarkıyı öylesine güzel öylesine içten söylüyorlardı ve son mumun kırmızı ve titrek ışığı yüzlerini, gülüşlerini öylesine güzel aydınlatıyordu ki, o an söyledikleri şarkıyı dinlemediğimi fark etmemiştim bile. Şu an bile Mahsuni’nin parçasını söylediklerinin ötesinde şarkıya ilişkin hiç bir şey bilmiyorum. Kimse inanmaz ama öylesine etkilendiğim bu şarkının bir tek sözünü bile hatırlamıyorum. O andan aklımda kalan tek şey seslerinin tınısına kıstırdıkları eşsiz ezgi ve güzeller güzeli gülüşlerinde parıldayan yoldaş olmanın gizemiydi.
Nedense bende hep böyle oluyor. Gerçekleştirilenden çok onu gerçekleştiren, yaratılandan çok onun yaratıldığı doğa sarıveriyor ruhumu ve kalbimi böylesine fethedense seslerin sözlerin ötesinde, onlara anlamını veren, onları taşıyan, yükselten arkadaşlarımın hayatlarında saklı olan heyecan oluyor.
Bu iki fedai genç kız tabii ki, çekim yapma istemimi kabul etmediler. Kamera çekimi ne demek, bir fotoğraflarını bile vermeye razı olmadılar ama yine de alçak gönüllülüklerini elden bırakmadan ve yoldaşlık ahlakını göz ardı etmeden edemediler ve bana, bu konuyu bir kez daha düşüneceklerini söylediler.
En az onlar kadar ben de haklıydım. Hiçbir şeyin ve hiçbir anın tekrarının olmadığı bu dağlarda bir daha bu anı yakalayamayacağımı çok iyi biliyordum. Böyle zamanlarda konuşmaya başlayan içimdeki ses, ‘ne yaparsan yap, bu iki fedai kızın seslerini ve görünümlerini kayda al’ diyordu. Biri Sivaslı diğeri Serhat’lı, biri Türk diğeri Kürt, bu iki fedai kız Botan’ın toprak kokan gecelerinde bir daha karşıma çıkar ve bir kez daha o şarkıyı söylerler miydi, bir kez daha gözlerini diktikleri mumun kırmızı alevinde cömertçe gülerler miydi ve bir kez daha ne kalbinin, ne de arkadaşlarının sesine söz geçiremeyen kameramanın kalbini fethederler miydi… Zaman bir kez daha bana bu fırsatı tanır, bir türlü tam olarak doldurmayı başaramadığım ve gönlümce çekim yapamadığım kameramın bataryaları bu defa yeter miydi…
Bunları onlara bu şekilde anlatmadım. Daha açık, daha net ve daha acımasız konuştum. Onların ilgiyle ve gülümseyerek bakan yüzlerine ve beni reddedişlerine karşılık ancak şu sözleri söyleyebildim:
‘Arkadaşlar bu bir savaş ve Botan bu savaşın kalbi… ve burada, bu savaşın orta yerinde bazı anlar hiç bir zaman tekrar edilemez.’
Ama kim anlar, kim bilebilirdi ki, Kameraman Halil’in yıllardır bu dağlarda neler yaşadığını… Kaç dağ yürekli insan, kaç güzel sesli yiğit bir tek görünüm, bir tek cümle vermeden geçip gitmişti yanı başından. Kamerasının objektifine yakalanmadan geçip giden dağ çocuklarının kaçının ardından ağladığını, hayatta hiç bir şey için dökmediği göz yaşlarını bir tek onların çekemediği fotoğrafları için döktüğünü kimse bilemezdi. Ve kaçırdığı yüzleri ve sözleri yakalamak için çıktığı bu yolculukta yakalayamadıklarının giderek arttığını, hüzünlerini azaltmak dağıtmak için taşıdığı bohçasının, kuzeyin bu amansız yollarında daha çok ağırlaştığını, damla damla akan gözyaşlarıyla dolduğunu kimse bilemezdi.
Karşımda tam bir cevap vermeden durmuş içten gülüşleri ve güzeller güzeli simalarıyla bana bakan bu iki yoldaşım da kalbimden geçenlerin farkında değildiler. Ama ben onların bakışlarında ne yaparsam yapayım onları ikna edemeyeceğimi fark etmiştim.
Onların Halil’in kamerasından daha büyük görevleri vardı, elbette… En acımasız yollar ve en amansız düşmanlar onları bekliyordu. Hayatlarını adadıkları o büyük eylem için düşmanlarına fırsat sunabilecek bir tek fotoğraf bile bırakmamalıydılar. Bu fotoğrafı çekecek Kameraman Halil olsa bile hiç bir şeyi şansa bırakmamalıydılar. Ve öyle yaptılar…
Ama ayrılırken ‘yine de bir kez daha düşüneceğiz’ demeyi ihmal etmediler.
Bugün 13 Mart ve ikinci gününü tamamlayan Hezil vadisi çatışması devam ediyor. Ekin ve Ararat yoldaşlar iki gündür bu kıyasıya süren çatışmanın orta yerindeler. Casus uçakları, kobra helikopterleri, özel harekatçılar ve Segirke’nin çeteleri onları vurmak için ateş yağdırıyor. Bütün dünya bir olmuş Ortadoğu halklarının umudu, güzeller güzeli iki genç kızı, iki fedaiyi vurmak için çaba harcıyorlar.
Ama hiç biri şu gerçeği bilmiyorlar; Onlar zaten gencecik hayatlarını, eşsiz gülüşlerini, en bakir hayallerini bu yol için feda etmişler. Zaten böyle kıran kırana kıyasıya bir yaşamı ve göğüs göğüse vuruşarak ölmeyi hayal etmişler. ve bu nedenle arkadaşları onlara ‘fedailer’ ismini vermişler…
Ben ise şu an ancak çatışma ve bombardıman seslerini dinliyor ve onların içinde bulunduğu düşman çemberini yarmak için gidecek yoldaşlara ekmek ve su hazırlayabiliyorum.
Daha fazlasını yapmama izin vermedikleri için de dua ediyor ve ‘neden daha fazla ısrar etmedim’ diye kahroluyorum.
Neden onlar kadar olamadım… Onların görevlerine olan bağlılığını neden ben kendi görevim için sergileyemedim. Bu yollara onlar için düştüysem öyleyse ne yapıp ne edip görevimi başarmalıydım. Botan dağlarında yaşananları ve yaşayanları bir kare dahi olsa mutlaka kamerama kaydetmeliyim. Yoksa benim zayıf kalbim buna daha fazla dayanamaz ve kalbimin kaydettiği bu fotoğrafları başka türlü taşıyamam.
Ama kendime söz veriyorum; bu son olsun, eğer bu iki fedai, bu iki güzeller güzeli kız o cehennemden, o kuşatmadan kurtulurlarsa, bu defa benden kurtulamayacaklar. Kameram bu sefer onların gözünün yaşına bakmayacak…
Bu yazıyı tamamladıktan yaklaşık kırk beş dakika sonra Ararat yoldaş tek başına geldiğinde, yazıya bu son cümleleri eklemeye başladım. İki gündür süren çatışmanın bütün yorgunluğu ve hüznü üzerindeydi. Ararat uzun zaman konuşmadı. Başını Nuda arkadaşın göğsüne yasladı ve öylece bekledi. Kuşatmadan tek başına çıkmıştı. Hiç birimiz O’na Türkmen kızı Ekin’i soramadık.
Çünkü hepimiz, O’nun orada, o kuşatmada bir kez olsun fotoğraflayamadığım gamzeli gülüşünü, kayda alamadığım eşsiz sesini ve gencecik hayatını yoldaşları, halkı ve bütün hepimiz için gözünü kırpmadan feda ettiğini çok iyi biliyorduk.
Halil DAĞ / BOTAN