HABER MERKEZİ
Alışageldiğimiz tüm bilme biçimlerinden farklı bir bilme biçimini tartışıyoruz. Bugüne kadar oluşan (yaratılan) tüm zihniyet kalıplarını yerle bir eden bir şeyi konuşuyoruz. Jineolojî’yi…
Kadının bilimi olabilir mi? Kimimizin açıktan, kimimizin içinden kendine sorduğu bu soru gerekli. Çünkü evreni anlamanın yegane biçimidir soru sormak. Bilimi ‘herkesin kendi sınırlarını keşfetmeye yarayan bir macera’ şeklinde tanımlayanların kendi cevaplarıyla sınırlarını çizeceği bir sınırsızlık jineolojî. Sınırsızlık diyoruz çünkü amaç sınır oluşturmak olsa bile herkesin arayışı bir sınıra çarpar. Jineolojî Kürt kadınının ilerleyişinde vardığı bir durak ama sonuncusu değil. Sınırlarını keşfetmeye çalışan kadının ilerlerken önüne çıkan taşı, toprağı, dikenleri temizlemesi bir bakıma. Bildiğimiz şeylerin, bildiğimizi sandığımıza dönüşmesi. Kadınlara öğretilen, anlatılan, alıştırılan her şeye şüpheyle bakmak. İçimizi kemiren şüphelerin hakikate giden yolu döşeyen taşlar olduğunu fark etmek…
Kadınca bilmek sözünün karşılığıdır jineolojî. Bu nedenle kadın varlığını hesaplamadan kurulan her türlü bilgiye itirazdır. Erkek aklının gölgesinin sindiği mitoloji, din, felsefe ve bilimdeki yanlışları düzeltecek bilgeliktir. Ortaya çıktığı günden bu yana doğa bilimlerine mi beşeri bilimlere mi daha yakın olduğu tartışılan sosyal bilimlere yeni bir kimlik kazandırmaktır.
Bir varlık eğer kendini ötekine göre tanımlıyorsa mutlaka ortada bir kimlik sorunu vardır. İşte jineolojî bu sözü rotasını belirleyip ilerleyecek ve sosyal bilimleri toplumsal mücadelenin dinamiği haline getirecektir. Peki, düzeltilmesi, keşfedilmesi gereken onca bilgi varken işe nereden başlamak gerekir? Bu soruya ‘mutlak’ın kurduğu tuzaklara düşmeden cevap vermek önemli ancak bir yol haritası çizmek de gerekli.
Jineolojî itirazlarla oluşacak
Erkek aklının zihniyet kalıpları, araştırma yöntemlerinin bize çizdiği sınırlar oldukça keskin. Ulaşılabilecek bilgilerin çoğu patriarkanın kodlarıyla inşa edilmiş durumda. Kadının fiziği, zekası ve eylemindeki farklılığı, sonuç alıcılığını ortaya koyan bilgiler ise henüz keşfedilmeyi bekliyor. Keşfedilmeyi bekliyor diyorum çünkü inşa edilmiş bilgi kadına ait olamaz. Yakıştırmalar, sistemin verdiği kimliklerden değil kadın doğasında saklı olan bilgilerden bahsediyo- rum. Önemli olan ulaşılmayanı açığa çıkarmak ya da ulaşıldığı halde bilgi hazinemizin tozlu raflarında bekletileni görünür kılmak, kısacası bu bilgilerle kadının varlığını tanımlamak. Bilimin araştırma yöntemlerindeki bu tarafgirliği görünce umutsuzluğa kapılmamalıyız. Tersine bunu bir başlangıç sayabiliriz. Kadın varlığını tanımlamakla işe başlayabiliriz. Mary Daly’nin yöntemi yol gösterici olacaktır. İlk olarak ataerkil kodlamalara itiraz etmemiz gerekiyor. Onun kadın tanımını deşifre etmek gerekiyor. Aslında jineolojîyi itirazlarımız üzerine kurabiliriz. Sosyal bilimlerin iktidar odaklarıyla kurduğu ittifaka, metodolojisine, kurduğu paradigmaya, top- lumu incelenen, gözlenen bir nesne olarak görmesine, genellemeciliğine, ‘benim işim doğruya ulaşmak iyi ve güzel derdim değil’ diyerek ahlakı ve vicdanı göz ardı edişine, dünyaya batıdan bakışına… Kısacası itirazlarımız çok…
Her şeyden önce bilimin şu tanımına itirazımız var. Nesnel dünyaya ve bu dünyada yer alan olgulara ilişkin tarafsız gözlem ve sistematik deneye dayalı zihinsel etkinlik. Burada bahsi geçen ‘nesnellik’ toplumla bağın kopartılmasıdır. Bilimsel olabilmenin ölçüsü neden araştırmanın konusu olan topluma belirli bir mesafeden bakmak ve inceleme konusu yapılan toplumu nesne olarak görmek oluyor? Bunun mümkün olmadığını gerçeğin acımasızlığı gösteriyor bize.
Bilim her şeyin ölçülebilir olduğunu söylerken yüreğin taşmasına neden olan coşku, damarların çatlamasına neden olan acıyı da ölçebiliyor mu? İstanbul depreminin şiddetini, süresini ölçmek için sismograf kullanırken orada tüm ailesini kaybetmiş bir şahsın acısını hangi aletle ölçüyor? Ölçemeyince yerle bir olmuş o kent kadar gerçek acıyı yok mu sayacağız? Sorular ve itirazlar jineolojînin temel dinamiği olacak madem, itirazlarımıza devam edelim.
Gözlemci ve gözlenen olgusunun birbirini etkilediği ve gerçeğe ulaşmada tek yöntem olamayacağı açık. Bir araştırmaya göre milli parkı kullanan ve çöplerini ne yaptıklarına yönelik soruya yüzde 94,6 sı ‘çöp kutusuna attım’ cevabı verdiği halde çoğunu arkasında bırakan gözlemlenenler de olduğu gibi. Ya da ‘kadına şiddet uyguluyor musunuz’ klasik sorusuna sinirli bir anında attığı birkaç tokadı şiddetten saymayıp, gönül rahatlığıyla ‘hayır’ cevabını veren erkeklerde olduğu gibi. Yani gözlemlenen yanıltabiliyor, gözlemleyen yanılabiliyor.
Gözlemleyenin olayları incelerken toplumun davranış ve tutumlarında bir sonuca ulaşması için uzun yıllar onlarla yaşaması gerekmez mi? Sur’da, Cizre’de süren öz yönetim direnişleriyle ilgili bir araştırma yapan sosyolog karlar altında günlerce bekletilen cansız bedenin kendi oğluna ait olduğunu öğrenen bir babanın, annesinin cenazesini dışarıdan izleyen bir oğulun ruh halini bu toplumsal tahlilde nereye koyabilir?
Kızının cesedini günlerce buzdolabında saklı tutan bir anneyi, bodrum katındaki yaralılara su veremeyen birinin vicdan azabını ve dünyanın her yerinde yaşayan Kürtlerin insanları katledilişine canlı yayında tanık oluşunu anlamadan o toplumu çözümleyebilir mi. Bunları bilmeden sorduğu bir soruya öfkeli bir ses tonuyla ‘biz artık barış istemiyoruz’ cevabını veren Kürdü nasıl tanımlayabilir o araştırmada. Bu cevabın netliği sadece önündeki kayıt cihazıyla değil cevap veren kişinin gözündeki öfke kıvılcımlarını görünce duyduğu ürküntüyle de sabitlenmiştir. Öyleyse o kişiyi öfkeli, agresif, milliyetçi olarak tanımlamakta bir sakınca yoktur. Gerçeğe böylece ulaşılmış oluyordur bu yöntemi uygulayanlar açısından. Oysa gerçek Kürdün iki ayı aşkın yaşadıklarının toplamıdır ve iki günlük bir gözlem sizi gerçekten fersah fersah öteye götürebilir.
Bu durumda acıyla yüzleşmeniz fotoğrafçı Kevin Carter gibi acı bir sona götürebilir sizi. 1993 yılında Sudan’daki iç savaşın getirdiği yıkım ve açlığı resimlemek isteyen Carter, sadece kemiğe dönen cılız bir kız çocuğunun akbabalara yem oluşunu anlatmak için çektiği fotoğrafın vicdan azabından kurtulamadı. Bir yıl sonra kanatlarını açmış akbabanın hedefi olan kız çocuğunu çektiği bu resimle Pulitzer ödülünü aldı. İki ay sonra ‘ yaşamın acısı sevincini aştı’ diyerek arabasının egzos gazıyla intihar etti. Fotoğrafı çekmek mi, çocuğa yardım etmek mi çelişkisini böyle sonlandırdı.
Bu eleştiriler jineolojînin gözlem yönteminden hiç yararlanmayacağı anlamına gelmiyor. Ancak toplumun hakikatini açığa çıkarmaya çalışırken özellikle kendi içinde ayrışmış gözlem yön- temlerinden hangisini kullanacağımız hakikati izah edecek veriler bulmamıza yardımcı olaca-ğını tespit edebilmek önemli. Ayrışma süreye göre olduğunda sürekli, yapıldığı yere göre ayrıştırdığımız da doğal ortamdaki gözleme başvurabiliriz. Jineolojînin en çok yararlanacağı yöntem ise uygulama biçimine göre yapılanlardan biri olan ‘katılarak gözlem’ olabilir.
HASKAR KIRMIZIGÜL