HABER MERKEZİ
Bilimin dayanaklarına itirazımız var
Gelelim bilimin dayanaklarına dönük itirazlarımıza: Bilim deney, tecrübe ve araştırmaya dayanıyor. Bunlar içinde ağır basan ise deney ve gözlem. Deney ve gözlemin yapılış amacı evrende var olan doğa yasalarını keşfetmek deniliyor. Pozitivizmin rotasından çıkmayan sosyal bilimciye göre doğa yasalarını keşfetmek toplumsal sorunların çözümünü sağlıyor. Çünkü doğa yasaları topluma da hükmediyor. Bu yöntem arayışını doğru kabul etsek ‘topluma hükmeden bu doğa yasalarını keşfetmek bilimin işidir’ sözünden ilerlesek bile kısa sürede bilimin iktidarla kurduğu bağla karşılaşırız.Evrende adaletsizlik, toplumdaki dengeyi altüst eden, eşitsizliklere yol açan bir doğa yasası mı var? Evrenin işleyiş yasaları dengesizlik üzerine değil tamamlayan, bütünleyen, her canlının varlığını korumasını sağlayan bir döngüde ilerliyor. Oysa iktidar buna dayanarak adaleti ve eşitliği kendine göre eğip büküyor. Yönetiyor, yok sayıyor, ötekileştiriyor ve bunlara bilimsel kılıf da buluyor. Canlılar arasındaki dayanışma, fedakarlık, işbirliği gibi özellikler evrimcilerin ‘canlıların hayatta kalabilmek için rekabet etmesi gerekiyor’ teorisini geçersiz kılıyor. Küçük bir araştırma dahi canlıların yaşam mücadelesinin dayanışma üzerine kurulu olduğunu göstermeye yetiyor. Fizyoloji ve tıp alanında tanınmış Kenneth Walker Doğu Afrika’da çıktığı av sırasındaki gözlemlerini şöyle aktarıyor: ‘‘Ahti düzlüklerinde değişik zebra ve ceylan sürülerinin tehlikelere karşı birbirini uyarmak için belli yerlere nöbetçi koyduklarına tanık oldum. Gene zürafalarla filleri çok kez birlikte bulurduk. Fillerin kocaman kulakları ve son derece keskin işitme duyuları var ancak görme duyuları zayıf. Zürafalar ise gözetleme kulelerine yerleştirilmiş bekçiler gibidir. Görünmeden’ ne fillere ne zürafalara yaklaşmaya olanak var. Daha ilginci derilerine gömülen parazitleri ayıklamak için gergedanların sırtlarına tırmanan kuşlarla işbirliği idi… Kuyruğunu kaldırarak çevredeki tüm canlıları alarma geçiren tavşan, tiz sesiyle alarm veren sığırcık kuşları, esaret altında üreyemeyen jaguar, ya da ölü bir kuşu canlandırmak için eğilip onu yerden kaldırıp kanatlarını açıp kapayan bir bonobo ( maymun familyasından bir şempanze türü, pigme şempanze olarak da tanınır)…Tüm bu örnekler iktidarların ‘evrende gizli’ dedikleri bu ayrımcılık, ötekileştirme, tekleşme, hiyerarşi üzerine kurdukları düzenin bir inşa olduğunu ispatlamaya yetiyor. İktidar doğa, yaşam ve toplumun aksini defalarca ispatladığı bu araştırma yöntemini cinsiyetçilikte olduğu gibi ırkçılığa da zemin yapmaya çalışmak gibi beyhude bir çaba içerisine giriyor.Türkiye cumhuriyetinin tarihi böyle örnekle dolu. Örneğin Güneş Dil Teorisi’ni geliştiren bir dil bilimci idi. Bu zorlama teoriye göre Türkçe dünya tarihinde oluşan ilk dillerden biri. Bir kar- şılaştırma yapalım. Türkçe 3 bin 175’i orijinal olmak üzere çoğu Farsça, Arapça, Kürtçe, Fransızca, İtalyanca vd. dillerden oluşan 111 bin 27 kelimeden oluşan bir dil. Üstelik yüzyıllardır süren asimilasyon politikalarına karşı kendini var edebilen başka bir dilden alıntılanmayan 131 bin 600 kelimeden oluşan bir dil olan Kürtçenin bir dil olmadığını savunanlar çok değil on yıl öncesine kadar da vardı. Peki Türkçe oluşan ilk dillerden biri ise neden bu kadar yabancı kökenli kelime yer alıyor içinde? Üstelik tarih boyunca hâkim ulusların resmi dili iken. İnsanlığın utancı olarak tarihe geçen Hitler faşizmi de bilimsel deneyler yaptı. Alman ırkının üstünlüğünü ispatlamak için kafatası ölçümlerine girişenler oldu. Bilimle izah edilmeye çalışılan faşizm 6 milyon Yahudi olmak üzere Çingeneler, sosyalistler, anarşistlerin de içinde yer aldığı 17 milyondan fazla insanın ölümüne sebep oldu.Dr. Heinrich Himmler’in geliştirdiği ‘Lebensborn Projesi’ kapsamında Polonya’dan kaçırılıp getirilen on binlerce çocuk üzerinde ölümcül deneyler yapıldı. Bu çocuklar saç rengi de- ğişsin diye (üstün ırk sarı saçlı idi) UV ışınlarına maruz bırakıldı. Deneyin konusu yapılan ço- cukların rengi kahverengiye dönerse onları bekleyen ölüm değilse Nazi subaylarına evlatlık olarak verilmekti! Peki bunlar evrenin yasaları olabilir mi? Öyle olmadığı, iktidarın uygulamaları için dikilen bir kılıf olduğu aşikar. O zaman sosyal bilimcilerin mesafeli duracağı tek şey iktidardır.
Bilimin genellemeciliğine itirazımız var
Fransız devriminin etkisiyle kurumsallaşan sosyal bilimlerin 3 temel işlevi var. Bunlar; top- lumda neler olduğunu anlamaya çalışmak, bunu açıklamak ve kontrol. Sosyal bilimler toplum- sal gerçekliği incelemek için iki temel yönteme başvuruyor. Birincisi idiografik yöntem (spesifik bir olayı kişisel bazda ele alma) ikincisi ise nomotetik ( toplumsal olaylara daha genel bakarak yasalar oluşturma ) yöntemdir. Her iki yöntem de nesnel bilgilere ulaşmayı amaçlıyor. İdio- grafik yöntem daha çok tarihlerle ilgileniyor, olayları tikel boyutta inceliyor. Bu açıdan güvenli veriler sunabiliyor ancak toplumsal gerçekliği sadece tarihe kaydedilmiş olaylarla çözümle- meye çalıştığı için sonuçta erkek egemenlikli sisteme hizmet ediyor. Varlığını ve özgürlüğünü korumaya çalışırken, bilginin peşinden koşarken direnen katledilen kadınlar, halklar, farklı inanç- lar, kültürler, alternatif çıkış sahibi gruplar, toplumsallığı her şeyden kutsal gören ve direniş hafızasında yer edinen kimlikler bu tarihin neresinde? Bu yöntem ortaçağda cadı diye yakılan yüz binlerce kadının hakikatini açıklamaya yetiyor mu? Fransız devriminde yer alan Amazon tabur- larını erkeklerin kaydettiği biçimiyle mi okuyacağız? Felsefe deyince akla gelen ilk isimlerden biri olan Sokrates’i eğitenin bir kadın olduğunu ( Miletli Aspasia) da öğretecek miyiz?Nomotetik yönteme eleştiri noktamız ise kapılarını yoruma kapatmasıdır. Bu yöntemde amaç tarihsel yasaları bulmaya çalışmak, evrensel yasaları tespit edip genellemeler yapmaktır. Yani ulaşılan bu bilgiler geçmişi çözümlemekle kalmayıp geleceğe yönelik öngörülerde bulunmayı sağlayabilir. Ancak çok açık ki bu formül toplumsal hakikati çözmeye, ona yön vermeye yetmiyor. Eğer bu doğru olsaydı o zaman sosyalist muhalefetin oldukça aktif olduğu, emperyalist politikaların toplumun tüm kesimlerinde rahatsızlık yarattığı 1979 İran’ı sosyalist bir devrimle sonuçlanırdı. Devrim öncesinde sosyalistler, komünistler, kadınlar ve Kürtlerin içinde olduğu geniş bir toplumsal muhalefet vardı. İran’da devrim öncesi yapılan komploları görmeden 1979 sonrasını incelemek toplumsal yarıkları genişletir. Ve o yarıklardan içeri toplum mühendisleri girer. Yani bizim gördüğümüz toplumun gerçeği değil, inşa edilmiş hali olur.Arap Baharı olarak adlandırılan halk serhıldanları için de aynı şey geçerli. Ortadoğu’da sosyal bilimcilerin öngörülerinin dışında bir toplumsal muhalefet var. Suriye, Mısır, Tunus ve Libya’daki halk serhıldanları için genelleme yapanlar çok kısa sürede yanıldıklarını Ortadoğu kaosunun sonuçlarından okuyabildiler. Nomotetik yöntemin en büyük yanılgılarından biri evrensel yasalara ulaşmak için veri topla- nan araştırma alanlarının güçlü altyapıya sahip ülkelerden seçilmesi. Sayısı beş altıyı geçmeyen birkaç Avrupa devleti ve ABD’den yola çıkarak diğer toplumsallıkları tanımlamak mümkün mü? İletişim, etkileşim, hissediş, sezgi vb olguları içine katmadan yapılacak bir araştırma bize ne kadar objektif veri sunabilir. Malthus’un ‘‘nüfus artışı ve kalkınma arasında negatif ilişki kurması’’ birçok araştırmada az gelişmişliğin sebebinin nüfus artışı olarak gösterilmesine neden olmuştur. Afrika’dan değerli madenlerin, Ortadoğu’dan petrolün Avrupa’ya taşınarak nüfusun kaynaklarını tüketen kapitalist şirketler ise onları medeniyet seviyesine eriştirecek kurtarıcılar olarak görülebilmiş, gerçek böyle perdelenmiştir.Sosyal bilimde oryantalizme itirazımız var. Topluma belli bir mesafeden baktığını söyleyen sosyal bilimcinin veri toplamak için hep Batılı ülkeleri seçmesi tarafsızlık mıdır? Yoksa oryantalizm sosyal bilime sandığımızdan daha mı çok etki etmiştir? İşte birkaç örnek: ABD’de kadına yönelik şiddet üzerine yapılan araştırmalar caydırıcı yasaların uygulanmasını bir çözüm olarak sunuyor. Ama ABD halen dünyada kadına yönelik şiddet sıralamasında birinci ülke konumundadır. Dünyaya batıdan bakan bir kadın, şiddeti tüm boyutlarıyla görüyor mu? Yaptığı genellemeler Mısır’da % 98’i, Burkina Faso’da yüzde 76’sı sünnet edilen, Yemen’de % 76’sı bu işleme evde maruz kalan kadınların uğradığı şiddeti çözmeye yetiyor mu? Mesela o araştırmacı dünyada 125 milyondan fazla kız çocuğu ve kadının sünnet edildiğini 30 milyonun ise önümüzdeki 10 yılda aynı uygulamayla karşılaşma riskinin olduğundan haberdar mı? O zaman işlevlerinden biri toplumsal sorunlara çözüm ara- mak olan sosyal bilimlerdeki düzeltme en başta burada olmalı. Yani kadının, toplumların ger- çekliğini genelin içine hapsetmemeli. Dünyaya batıdan bakmak ve buradan hareketle evrensel yasalara ulaşmaya çalışmak tam bir yanılsama. Çünkü dünya ulus devletlerin toplamından ibaret değil. Kadınların, farklı inançların, kültürlerin, ötekileştirilenlerin toplumsal gerçekliğin bir parçası hatta baş aktörü olduğunu bilmeden yola koyulan birey, hakikatin sadece parçala- rına ulaşır bütüne değil. BM’ye göre dünya üzerinde 8 bin dil var, konuşulan dil sayısı ise 4 bini buluyor. Dünyada 3 bin 400 inanç türü var ( bu sayıya mezhepler dâhil). Sadece bu rakamlar bile batıdan yola çıkarak evrensel yasalara ulaşmanın imkânsızlığını, ulaştığını varsyanların tikeli görmediğini gösteriyor bize. Ufkumuzu biraz daha daraltıp devletlerin sınırlarında düşünsek dahi bu imkânsızdır. BM’ye üye ülke sayısı 192, onun tarafından tanınmayanlarla birlikte 206. Bu rakamları farklı coğrafyalara, onun kültürlerine, ekonomisine bölsek ulaştığımız gerçeğin hakikate giden yolda bir arpa boyunu geçmediğini de görebiliriz. İlk duyduğumda fıkra mı bu diye sorduğum bir olay bu durumu çok iyi izah ediyor. Sosyalist devrime demir yollarına sabotaj eylemleriyle ulaşan bir ülkedeki halk savaşı formülünü kendi ülkesine uygulayan ama kendi ülkesinde demiryolu bile olmayan bir örgütün devrime ulaşması ne kadar mümkünse evrenselcilik de o kadar geçerli olur. Gerisini varın siz düşünün.Amaç salt doğruya değil iyiye ve güzele ulaşmak da olmalı. Sosyal bilimle uğraşanların kendisine uzmanlık alanı belirlemesi, sınırlarını keskinleştirmesi ne işe yarar? Herhangi bir sosyal bilim bir diğeri ile temas etmeden toplumsal hakikate ulaşabilir mi? Bunun pek mümkün olmadığı 1945’lerden sonra ortaya çıktı. Bu süreçten sonra sosyal bilim disiplinleri arasındaki ayrışma belli oranda aşıldı. Ancak parçalılık halen aşılmış sayılmaz. Bir alanda yoğunlaşmak toplumdan soyutlanmayı getiriyorsa orada sorun vardır. Yani sosyal bilimci kendi uzmanlık alanı dışında toplumu var eden her şey hakkında bilgi sahibi olmalıdır. Bilgi sahibi olmak da yetmez esasta duyarlı olmalıdır. Bu duyarlılığın çerçeve- sini Wallerstein şöyle çiziyor. O’na göre bir sistem doğar, kurallarına göre yaşar ve krize girer ve çatallaşır. Çatallaşma esnasında neye dönüşeceğini toplumsal mücadele belirler.Bu çatallaşma evresinde sosyal bilimcinin tutumu ön plana çıkar. Amacı topluma yön vermek olmasa bile o bahsedilen tarafsızlığını (tarafsızlığın ölçüsü iktidarla mesafesidir) korursa toplumun geleceğini kendi iradesiyle kurmasına öncülük yapabilir. Çünkü bilimsel olan her şey eninde sonunda iktidarın duvarlarına çarpar. Tabii amaç gerçekten bilim ise! Jean Paul Sartre’in 1954-1962 yılları arasında yaşanan Cezayir Savaşı’ndaki tutumu ya da İsmail Beşikçi’nin yaptığı sosyolojik araştırmayla Kürtlerin varlığını gözler önüne sermesi yüzünden 20 yıla yakın hapis yatması tanık olduğumuz en çarpıcı örneklerdir. Toplumsal gerçeklere çözüm arayanlar eninde sonunda iktidara çarpar ve çarpışma sırasında salt doğruyu bilmek değil iyiye ve gü- zele ulaşmak çabası bilimsel olmanın ölçüsü olur.Maalesef iktidarın zihniyet inşacılarının yetiştirildiği akademik mekânlarda olumsuz örnekler daha çok. 12 Eylül’de dışkı yedirme yönteminin işkence olmadığını savunan Celal Şengör de bir profesör, bir jeolog imiş! Üstün ırkın meziyetlerini ispatlamak için akıl almaz deneyler ( işkenceler) yapan Josef Mengele de tıbbi antropoloji üzerine doktora yapmış! Bilimle uğraşanlar toplumdan değil iktidardan yana olunca sonuç felaket oluyor. Nihayetinde insanın zihniyeti yaşadığı fiziksel ve sosyal bağlamdan bağımsız değil. Onun düşünce yapısını etkileyen bir politik görüşü, yaşam felsefesi ve inancı var. Öyle olmasa Einstein ( agnostik, deist ya da Yahudi) kuantum teorisini ilk keşfettiğinde ‘tanrının zar attığına inanmıyorum’ demesi başka nasıl açıklanabilir. Kısaca farklı zihniyet kalıpları, ahlaki ve vicdani ölçüler her zaman keşfedilen doğruların toplumun yararına mı yoksa iktidarın hesabına mı evrileceğini belirler. Aynı olayla ilgili yapılan alan araştırmalarının farklı sonuçlara ulaşması bundandır. Devletin zihniyet ka- lıplarını kıramamış bir sosyolog taş atan çocuklarla ilgili araştırmasını -en iyi ihtimalle- böl- genin ekonomik açıdan geri kalmışlığına bağlarken, iktidarın zihniyet kalıplarının dışına çıkan bir diğer meslektaşı hakikate bir adım daha yaklaşarak devlet kaynaklı şiddet politikalarına bağlayabilir. Rojava’daki kanton sistemini alternatif bir toplum modeli olarak görenler de var, kaosa yol açacağını söyleyenler de. O zaman bilim tarafsızdır tespiti havada kalıyor. Burada masumca ifade edilen objektiflik aslında bir yanılsamadır. Bilim toplumdan yana değilse iktidar- dan yanadır, nokta… Ortaçağda kitapların yakıldığı dönemleri anlatınca ürperenler bugün TÜBİTAK’ın arşivinde Darwin’in evrim teorisiyle ilgili yazılarının kaldırılmasını bilimle mi yoksa iktidarla mı açıklayacak?Kadını ele alış bilimin tarafsızlığında turnusol kağıdıdır. Öyleyse bilimin tarafsız olmasının tek yolu iktidara ve onun yarattığı zihniyet kalıplarına me- safeli, topluma yakın durmaktır. Ekonomi, jeoloji, demografya ya da siyasal bilimlerle ilgilenen bir akademisyen kapitalist sistemin bu alanlarda yarattığı tahribatı anlatmadan bilimsel doğruya ulaşabilir mi? İlgilendiği alanda kadın varlığını gölgeden ibaret gören, çarpıtan bir sosyolog, psikolog bilimsel doğrunun neresinde duruyordur? Psikolojiden örnek verecek olursak; feminizmin psikanalizde Freud’un kadınlık izahını yoksunluk üzerine kurmasına itirazları psikolojinin yeniden yapılanmasına neden oldu. Kadın libidosunun daha kolay kontrol altına alınacağına dair yaygın bir görüş var ancak bu halen bilimsel olarak kanıtlanmadı. Kadınların menstrüasyon öncesi agresif davranışlarını inceleyen psikoloji aynı ölçüde kadınların yaratıcılık ve yetkinliğinin artmasını da araştırma konusu yaparsa objektif olabilir. Antropologlar toplumsal cinsiyeti hesaba kattığı sürece toplumların yaşantılarının şifrelerini çözebilir. Kadını ele alış biçiminden baktığımızda düzeltmenin baştan sona yapılması gereken sosyal bilimlerin başında tarih geliyor. Çünkü tarihin ele alınışında kadınlar yok sayılıyor. İlerleme, genişleme gibi kavramlar kadınların yaşadıkları dikkate alınmadan yazılıyor. Sosyal bilimlerin tamamına baktığımızda da durum değişmiyor. Kadın gerçekliği incelendiğinde araştırma konusunun kadın olduğu (kadın işçiler, kadın gazeteciler, kadın akademisyenler vs.) özel olarak belirtilirken araştırma konusu erkek olduğunda elde edilen sonuçlar tüm toplum için geçerli görülebiliyor. Bu yönteme itirazımız var. Her iki cinsin toplumun tamamlayıcısı olduğunu görmeyen bir sosyal bilimin toplumu harekete geçirmesi de mümkün olamaz. O zaman şu tespite rahatlıkla ulaşabiliriz. Bilimselliğin ölçüsü kadını ele alış biçimidir. Egemenlikli sistemin kodlamaları dışında düşünerek kadın varlığını görünür kılmaktır. Eğer bilim insanı bunu yapabilirse o zaman bilimin temel işlevlerinden biri olan toplumsal sorunların kaynağını tespit edip bir çözüm üretebilir. Bu konuda çok aşama kaydedilmediği ortada. Jineolojînin kadınların bu ele alınış biçimine itirazı sosyal bilimlerde bir düzeltme olarak algılanmalı. Kadınlar artık kendi toplumsallığını satır aralarından ve tersinden okumalarla bulmak zorunda değil. Kendi varlığını doğrudan içinde bulacağı araştırmalara ihtiyaç var. Erkekten, sistemden yola çıkarak kendini tanımlama kadınların hakikatini oluşturmaya yetmiyor. Bu nedenle toplum yarım kalıyor, tamamlanmıyor. Sosyal bilimler jineolojînin bu itirazlarını dikkate alırsa toplumsal mücadelelerin önü açılır. Sistemin yarattığı zihniyet kalıpları kırılınca iktidar ve onun odaklanmış biçimi olan erkek egemenlikli sistem aşılabilir.Özgür düşüncenin yön verdiği toplumsal mücadeleden korkacak olanlar ise ona ihtiyacı olan biz kadınlar olmayacağız. Ondan korkması gerekenler düşünceyi, bilimi tahakkümü altına almış olan sistemdir.