HABER MERKEZİ
Nisanın yağmurlu bir gününde adımladığınız dağ patikalarında yürürken, gözlerim süsen çiçeklerine takılıyor. Gökkuşağının bütün renklerini andıran süsenler yeşil çimenlerin üzerine serpilmişçesine bir anda her yanımı sarıyor, huşu içinde çekimlerine kapılıyorum.
Aşkın yedi vadisinde mihmanın olmaya geldim. Pervaneyim, hikmeti nurunda aydınlanmaya geldim. Şaşkınıyım bu dergahın, elinden büyülü balı içmeye geldim. Ölümsüzlük iksirinden bir yudum içtim de feyze geldim. Uyandı aklım, uyandı gönlüm.
Olgunluk vadisinin salikleriyiz. Bilgeliğiniz ve hikmetiniz, doğru yolla yolsuzluğu göstermek içindir. Her taraf yol olsaydı ne rehberin ne de hikmetin anlamı olurdu. Özlerinde Tanrıça cevheri gizliydi, rehberimizin elinde nadide bir taş gibi işlendiler. Tanrıça bilgeliğinde bir akıl, melek saflığında bir duygu, Afrodit güzelliğinde bir bedene büründüler.
‘Kadınlara bu cihanda savaş yazılmamıştır’ diye buyruk vermişti nice alim olarak nam salanlar. Ne büyük ne de küçük savaşlarda kadınların yerinin olmayacağını tembihlemişti kutsal kitaplar. ‘Nefs ile savaşmaksa onların işi olamaz’ diyen nice Mevlana Celadettin Rumi gibileri kadının akıl ve iradesini zelil görmüştü. Gel gör bizi gerduni aşiyan dergâhında… “Büyük savaştır kadınların bu savaşta yeri yok” diyen gabavete nispet en fazla da nefs savaşını onlar verdi.
Önce bedenlerine ait tüm uzuvlarıyla sınandılar. Efsanelerdeki sayısız Elbruz ve Kafları aştılar. Yol yürürken güçlük ve engellerle karşılaştılar, tökezlediler, sendelediler ve düştüler ama vazgeçmediler. ‘Bu yolda ümitsizliğe yer yok’ deyip güneş dergâhının aynasında zayıflıklarını gördüler. Korkmadılar, vazgeçmediler… Sonra bedensel arzularıyla sınandılar. Bazen günlerce yokluk sebebiyle aç kaldılar, bazen de varlık içinde ancak yaşayacak kadar yediler.
Ruhani olana gönül vermişti
Nûda Karker’in Özgür Kadın Partisi-PJA Koordinasyonu’na yazmış olduğu raporda özgeçmişini ele alırken en çok dikkatimi çeken, “Ben idealist bir sofiydim” ifadesi olmuştu. Bu kısacık cümle, kendi hakikatini özetler gibiydi. Nûda yoldaş, cismani olana değil, ruhani olana gönül vermişti. O zaten “ben idealleri olan biriyim” derken izzetinin derinliklerine dalmıştı. Bu, Nûda arkadaşın daha partiyle yeni tanıştığı dönmelere ait bir belirlemeydi. Kendisiyle kız kardeşi arasındaki farkı ortaya koyarken, “O materyalistti” diyor. Bu dünyanın baştan çıkarıcı ve insanı doğru yoldan saptıran bireyci, bencil olduğunu ve yine bu özelliklere sahip olan bireylerin maddi yaşama göbekten bağlı, bencil arzularına yenik düşen, yalnızca kendini düşünen, kendi çıkarlarını herkesinkinden üstün tutan birinin gönül kıblesini yitirmiş olacağı unutulmamalı demek istiyordu.
Bu yolda yürüyenin İsa gibi kırbaçlanmayı, eziyet çekmeyi ve çarmıha gerilip öldürülmeyi göze alması ve Hallâc-ı Mansûr gibi kırbaçlanırken dahi bir ah etmeden “Her şey tanrıdır, her şey tanrıdandır” diyerek yakılıp kül olmayı göze alması gerekir. Olgunluk vadisinde yol alan bütün salikler maddi ihtiraslardan arınmış bir tabiatta olmalı. Maddiyatçı aç gözlüdür, tamahkâr bir bencidir. Maddiyatçı, her şeyin parayla alınıp satılabileceğini düşünür. Maddiyatçıda ruh, arzulara yenik düşmüştür. Aşkın vadisinde böylelerinin ancak yolun kararsızı olacağını, onun için yolun saliklerinin ruhlarını her türlü cismani arzulardan cennet suyu ile yıkamalarını ve arındırmasını biz yoldaşlarına salık veriyordu.
Kürdistan onun cennetiydi
Gönül kıblemiz Şems’in nurunu avuçlayıp yudum yudum içerken sonsuz mutluluğun, gençliğin ve ölümsüzlüğün sırrına eriyordu. Kürdistan ona cennet gibi geliyordu. Onun için dağlarda yaşam romansı bir hikayeydi, yoldaşları nereden ve nasıl gelmiş olurlarsa olsun onun için eşsiz güzellikteydi, yeter ki Pirimizin bir arı gibi binbir emekle her çiçekten derlediği ve bizlere altın tepside sunduğu ambrosianın ‘bal’ kıymetini bilelim. Büyülü ölümsüzlük iksiri içen aşk vadisinin salikleri de vardı. Mesela Beritanları tanımıştı, dağlarının asi güllerine benzetmişti Beritan’ı. İnce ve narin güzelliği yanında bol dikenli gövdesiyle sürekli savunmada. Dağların vadilerini, turkuaz semalarını, karanlıkta ışıl ışıl parlayan yıldızlarını, ermiş bir kadının yüzünü andıran kamerini. Firuze renginde pınarları ile lapis lazuli maviliğindeki ırmaklarını ve hatta yılanlar, akrepler ve kuzgunlar bile Kürdistan dağlarında bambaşka bir güzellikteydi. Bitimsiz bir roman ve sonu olmayan bir düş gibiydi Zagroslar… Tıpkı ana tanrıçalar devrindeki gibi… İnsana ve yaşama dair, cümle alem mukaddes ve tanrısaldı. Burada gizli, örtük ve perdelenmiş olan her şey üryandır.
Nûda yoldaş ezelden hakikate ‘evet’ diyenlerden ve sözünden canı pahasına asla dönmeyenlerdendi. Hak meydanında yaptıkları ve yapmadıklarıyla hep özünün aynasını kendine tutmuştur. O gerçek bir yol insanı olarak yaşamı ve kendini bilme kemaline ermiş sayısız kadın saliklerden biridir. İşte bu can yoldaşlarımız Kürdistan topraklarına sevgi tohumlarını ektiler, havaya mutluluk nefeslerini üflediler, şimdi efil efil esen yellerini soluyor ve sıcak ruhlarına tutunuyoruz.
Bir masal perisi gibi
Nûda’yı tanıma şansına nail olamadım, onun için affınıza sığınarak onu yoldaşlarının diliyle anlatmaya çalışacağım.
Besê Hozat: Uzun uzun ona bakıyorum. Çok neşeli, güleç ve samimi bir yüzü var. Davranışları çok içten. Yüzüne ve bakışlarına pir u pak bir ifade yerleşmiş. Konuşması, gülüşü, davranışları bir masal perisi gibi! Bir melek gibi sanki! Doğal zamanların dehlizlerinden çıkıp gelen bir kadın. Sözleri duru, sözcükleri sade, davranışları özgür bir kadın. Kirli ve zalim uygarlığa meydan okuyan asi bir duruşa sahip. İçimden ne güzel bir insan diyorum.
Feride Alkan: Eksiklik duygularını gideren gizli güç, beni ben yapan, yeniden hayata akıtan, kendime karşı güvenimi pekiştiren yoldaşlar birbirini tamamlayarak Önderlik esaretinin yarattığı eksikliği giderebilir. Özgürlük, kendinde eksik olanın farkındalığı ve bunun yarattığı mücadeleci duruş ise eğer, Nûda yoldaşın bendeki eksiklik duygusunu fazlasıyla giderdiğini ve beni akışkan bir enerjiye dönüştürdüğünü söyleyebilirim. Yaşamımızı anlamlandıran, amaca bağlılıklarımızı arttıran, zorluklara dayanma gücü veren yoldaştır. Yani yoldaştır yolu güzelleştiren.
Safran çiçeğimiz
Nisanın yağmurlu bir gününde adımladığınız dağ patikalarında yürürken, gözlerim süsen çiçeklerine takılıyor. Gökkuşağının bütün renklerini andıran süsenler yeşil çimenlerin üzerine serpilmişçesine bir anda her yanımı sarıyor, huşu içinde çekimlerine kapılıyorum. Coşa geliyor ve kendimden geçiyorum. Ahir zamanlarda yol alıyorum. ‘Evet’ diyorum, ‘yoldaşlarımın sözünü ettiği melekler de önümde duran lâlı, morlu, sarılı ve beyazlı kusursuz süsenlere benziyor’ diyorum. Onlar da tıpkı sizler gibi yağmur damlaları ve güneş ışınlarıyla yıkanıyor. Ondandır bu kadar alımlı ve cezbedici olmaları. Süsenler familyasından leylak rengi safran çiçeği, neolitik çağda şifacı anaların elinde her derde derman bir bitki olarak kutsal sayılırdı. Evet can hevalimiz, sen leylak moru safran çiçeğimiz, efsunlu öz suyun derdimizin biricik dermanıdır. Cömertçe sunmuş olduğun bu büyülü usareden yeter ki bizler içmesini bilelim.
Senin şahsında tüm şehit kadın yoldaşlarımı sevgi ve minnetle anıyorum, her daim şemsin nuru ve nisanın duru şebnemleri üzerinizde olsun.
ROJDA SÊRT