HABER MERKEZİ
Ayaklanma tanımı insanlık tarihinin başat konularından biri olmaktadır. Toplumsal gelişmelerle bağlantılı olarak gerçekleşen ayaklanmaları kısaca; zulme, zora, zorbalığa, haksızlığa karşı bir mücadele olarak tanımlayabiliriz. Toplumun komünal olan özünden bir sapma sonucu gerçekleşen sınıflaşma ve kastlaşmaya bağlı olarak ayaklanmalar da çok farklı ve çok yönlü bir şekilde gelişme göstermiştir.
Bu bakımdan tarihi yakından irdelemeye çalıştığımızda, aslında halen ciddi anlamda yazılmayı ve araştırılmayı bekleyen bir ayaklanma tarihinin var olduğunu görmekteyiz. Mevcut tarih yazımı ve anlayışında ayaklanma, isyan ve başkaldırılar, bu yönlü tüm mücadeleler ya çarpıtılmış ya da olduğu gibi tarihe not olarak düşülmemiştir. Özellikle egemen anlayışın hâkim olduğu yazılı tarihe! Binlerce yıllık geçmişin ayrıntılarında ayaklanmayı görmezden gelen, saklamaya çalışan zihniyet aslında insanlığın bu onurlu mücadelesinden duyduğu korkuyu bu şekilde maskelemeye çalışmıştır.
Bundan dolayı da ayaklanma tarihini sözlü olarak yaşatanlar, destanlar ve halk hikâyeleri olmuştur. Elbette bunların yanı sıra bazı tarihi kaynaklara, mitsel söylencelere de ayaklanmalar yansıtılmıştır.
Önderliğimizin bir bütün halinde ‘köleci sistem’ olarak tanımladığı, hiyerarşik aşama da dâhil olmak üzere merkezi uygarlık sisteminin toplumu parçaladığı, toplumsal bütünlükte yarıklar oluşturduğu, kimilerini özneleştirirken, kimilerini de nesneleştirdiği, hızını alamayarak bu parçalama işini insan-doğa ilişkilerine de yansıttığı bilinmektedir. Aynı zamanda şiddet ve tahakkümün de sistem kazanması anlamına gelen bu süreçle insanlığın başına bela olan toplumsal sorunların üremeye başlamıştır.
Toplum olarak tanımlamaya çalıştığımız olguyu tüm bunların merkezinde bir yere koyduğumuzda; yaşanan tarihi geçmiş canlı, canlı olduğu kadar da nesnel bir durumu ifade etmektedir. Her ne kadar tarihi anlamada egemen anlayışın hükmünü sürdürmesi gibi bir ayrıntı olsa da yaşayan ve yaşanan tarih özellikle toplumsal tarih, tam anlamıyla bir sosyoloji çalışması olmaktadır. Bundan dolayı da tarihin bütün savaşlarında, mücadelelerinde ve çatışmalarında öyle ya da böyle ayaklanma, isyan ve direniş söz konusudur.
Bu gelişmeleri böylesi bir parametreye vurduğumuzda, Başkan APO’nun da vurguladığı gibi “Barbarlık” ve “İlkellik” gibi kavramlara yeniden bir tanım getirmek kaçınılmaz oluyor. Bunun yanında medeniyeti, uygarlığı ve ekseri benzeri nitelemeleri de aynı şekilde tekrardan sorgulamak, yeni tanımları ortaya koymak gerekiyor. Tüm bunlarla birlikte, yani hem bu yeni kavramlara biraz açıklık getirmeye çalışarak hem de tarihin karanlıkta tutulan yönlerine bakarak ayaklanma ve isyanın binlerce yıllık geçmişine biraz daha yakından bakabiliriz.
Ayaklanma ve İsyanın Tarihsel Kökenleri-Gelişimi
Binlerce yıl öncesinde insanların toprağı ekime açması, sulama kanalları inşa etmesi ve hayvanları evcilleştirerek verimli alanlarda yerleşik yaşama geçişi, büyük bir devrime yol açmıştı. Yaşanan gelişmeler elbette büyük bir coşkuyla kutlanıyor, bütün ritüeller de bu doğrultuda gelişiyordu.
Dönemin gelişmelerine en uygun alanların başında da hiç şüphesiz Verimli Hilal olarak adlandırılan Mezopotamya coğrafyası yer alıyordu. İlkin Yukarı Mezopotamya’da başlayan bu devrim, sonrasında başta Aşağı Mezopotamya olmak üzere her yere kültürel bir devrim olarak yayılacaktır. Bu büyük devrime ve gelişime en önemli örneği kil tabletlere yazılı olarak günümüze kadar ulaşan “Gılgameş Destanı” oluşturuyor.
Yaşanan gelişmeleri ve geçiş sürecini anlatan bu destanda kentleşmeyle birlikte doğaya yönelik geliştirilen saldırılar ve fetihlerle, kadına yönelik de bir saldırının/düşürmenin gelişen zihniyetin temel örgülerinden biri olduğu çok net bir şekilde anlaşılıyor. Destanda bu gelişmeleri; sedir ağaçlarına yönelik yapılan fetihler ve Enkidu’nun kontrol altına alınması için Tehptilla adlı kadın metaforlarının kullanılmasından anlamaktayız. Yine aynı destandan birkaç örnek daha vermek gerekirse; özellikle sedir ağaçlarının bulunduğu coğrafyanın ileri geleni olan Humbaba’nın dinmeyen direnişi ve Enkidu’nun ölümü esnasında, bir kapı olarak ona kendini göstermesi de hayli ilginç bir nokta olmaktadır. Buradan anladığımız kadarıyla tarihin ilk önemli direnişini, ayaklanmasını Humbaba ve klanı gerçekleştiriyor. Enkidu’nun ölmesinin ardından Uruk’un aslanı olan Gılgameş’ın yaşanan direnişlere, ayaklanmalara yönelik iktidarını süreklileştirme pahasına “ölümsüzlük ot”unu aramaya gitmesi ise bizlere tarihin bir diğer önemli hususunu göstermektedir; yaşanan zihinsel evrim sonucu ortaya çıkan yeni ataerkil iktidar yapısı, daha doğuşunda ölümsüzlüğü aramaktadır.
Kentlerin ortaya çıkışı ve toplumda sınıflaşmanın doğuşu, içinde barındırdığı zihniyet formasyonundan dolayı her zaman çatışmayı, şiddeti ve tahakkümü zorunlu kılmıştır. Belirttiğimiz gibi kadına yönelik geliştirilen ve anaerkil sistemi alaşağı eden bu hile düzeni, doğal olarak da en başta kadına saldırmıştır. Özellikle bu konuda da; İnanna’nın Me’lerini Enki’ye; Tiamat’ın da Marduk’a kaptırması yine önemli bir başka tarihi gerçekliğe dikkat çeken mitsel söylence olmaktadır. Tarihin bu noktasından sonra ortaya çıkan her türlü toplumsal yapı ve bileşim; bu zihniyet üzerinden kendini geliştirmeye çalışmış ve biçimini buna göre almıştır.
Burada önemli olan temel nokta; ayaklanmaların, isyanların ve direnişlerin hangi temeller üzerinden ele alınacağıdır. Çünkü tarihin bir çok önemli dönemlerinde ve yaşanan şiddet dolu gelişmelerde; savaşın ve talanın karşıtlığı olarak direniş-ayaklanma söz konusu olmuştur. Bunların en yoğun olduğu alanların başında da; sınıflı toplum yaşamının ortaya çıktığı coğrafya gelmektedir. Burada ortaya çıkan zihinsel ve toplumsal dönüşümün sonucunda erkek egemenlikli iktidarcı yapılanmaların geliştirdiği talan ve fetih saldırıları, aynı zamanda kıyımın ve sindirmenin de tarihi olmuştur. Fakat bu konular hakkında çok ciddi veriler elde yoktur. Daha çok Asurluların, Akadların, Perslerin, Makedonların, Romalıların ve benzeri birçok gücün geliştirdiği saldırılar sonucunda, arkaik dönem köleciliğinin yaşandığını biliyoruz. İnsanların kellelerinden ve cenazelerinden surlar yapıldığına bazı tarihi kaynaklarda rastlıyoruz.
Toplumsal yönetimin içinde barındırdığı bu yapılanma yöntemi günümüze kadar çoğalan ve artan bir şekilde saldırganlığını sürdürdüğü gibi bunlar karşısında kesintisiz bir şekilde karşıt duruş ve bir mücadele de yürütülmüştür. Dönemine göre bu direnişlerin ve mücadelelerin karakterleri, özellikleri ve yöntemleri farklı olmuştur. Fakat özünde yaşanan durum; tamamıyla bu gelişmeler karşısında, zor’u, zorbalığı kabul etmeme olmuştur. Özellikle Mezopotamya coğrafyasında aşiretlerin ve klanların bu yönlü yoğun mücadeleler yürüttükleri tartışılmaz bir gerçektir.
Bu yönüyle tarihi anlamda onlarca örnek verilebilir. Düşünce ile birlikte üretim araçları arasında yaşanan gelişmeler, toplum nezdinde var olan ayrıkçılığı daha da derinleştirdiği gibi bu minvalde yürütülen her türlü mücadeleyi de etkilemekten kaçınmamıştır. Düşünce ile üretim araçlarının ortaya çıkardığı bu durum günümüze kadar, bir kanserin etkilerini taşıyan hücreler gibi yayılarak süregelmiştir. Bu anlamıyla doğaya yönelik, kadına yönelik geliştirilen bu toplu kırmaların ardından yaşanan büyük direnişlerin temelini de düşünsel gelişmeler belirlemiştir. Özellikle insanın doğayı, dünyayı, kendi gerçekliğini ve var olan bütün enerjileri anlamaya yönelik içine girdiği sorgulamalar ve muhakemeler sonucunda, düşüncenin evrimi ve dönemlerine göre kendini kimliklendirmesi iktidar odaklı çatışmalara ve karşıt mücadelelerin de tarih sahnesinde ortaya çıkmasına zemin sunmuştur.
Dini gelişmelerde özellikle İbrahimi dinlerin ortaya çıkışında bu durum oldukça çarpıcı bir şekilde gözler önüne serilmektedir. Firavun ve Nemrut gibi kendi dönemlerinde zulmün, baskının ve tahakkümün odağı olan yapılanmalara/tanrı krallara ve her türden yönetici elitlerine yönelik girişilen bu mücadeleler, düşünce olarak günümüze kadar etkisini hissettirerek devam etmiştir. Bu yönüyle ortaya çıkan bütün semavi dinleri, sosyolojik bir analize tabi tutmak konunun anlaşılması açısından elzem olmaktadır. Ki din dediğimiz düşünsel formasyonun kendisi de başlı başına sosyolojik bir olgu olmaktadır.
İbrahim’in Nemrut’a, Zerdüşt’ün Mag rahiplerine, Musa’nın Firavun’a, İsa’nın Roma’ya, Mani’nin Sasani’lere, Muhammed’in Arap aristokratlarına yönelik geliştirdiği dini akım ve düşüncelerin hepsi özünde bir ayaklanmayı, dönemlerinin yozlaştırıcı ve tüketici yönlerine karşı bir başkaldırıyı ifade etmektedir. Dini anlamda ortaya çıkan bu gelişmeleri başka türlü algılamak veya anlamlandırmaya çalışmak, bu gelişmeleri ortaya çıkaran toplumsal gerçekliği göz ardı ederek, metafizik bir yanılgının ötesinde herhangi bir anlam taşımaz. Bunun yanı sıra ortaya çıkan bu dinsel akımlara yakından baktığımızda, hemen hemen hepsinde ortak olan bazı noktalar göze çarpmaktadır. Bunlardan en belirgin olanları ise; akıma öncülük eden kişilerin hep elçi-haberci olması ve toplum/tanrı arasında bir köprü oluşturmasıdır. Ancak bu şekilde toplumda yaşanan yozluğa ve saldırıya yönelik mücadele yürütülmektedir. Yine hemen hemen bütün dini gelişmelerin ortaya çıkışında, ya kabile ile ya da oluşturulan (sahabe, havari vs) dar gruplarla, ortak hareket edilmesi ve öğretinin yayılması, yürütülen mücadelenin toplumsal tabana yayılması anlamına gelmektedir. Bu yönüyle gelişen ve ortaya çıkan düşünsel dini gelişmelerin özünde, toplumsal bir mücadelenin, başkaldırının ve ayaklanmanın olduğunu çok net bir şekilde görmekteyiz.