HABER MERKEZİ
İnsanın ilk örgütlenme biçimi toplumsallaşmadır. Ve aslında tüm örgütlenmelerin anasıdır. Doğada bulunan diğer canlılara göre oldukça zayıf olan insan, korunmanın ve varlığının devamı için birlikteliğe ihtiyaç duymuştur. Her canlının varlığını sürdürmek için üç temel özelliğe ihtiyacı vardır. Beslenme, üreme ve savunma. Bu özelliklerin her biri doğa tarafından canlılara bahşedilmiş özelliklerdir. İnsan dışındaki diğer tüm canlılar ilk doğuşundan itibaren, çok kısa bir süre sonra kendi ayakları üzerinde dürebilecek güce ve yetkinliğe ulaşır. Bir kuş yavrusu bile yumurtadan çıktıktan birkaç gün sonra kendine yetecek bir düzeye ulaşır. Ancak bunu insan gerçekliği için belirtmemiz zordur. İnsan yavrusu en az yedi sekiz yaşlarına gelinceye kadar bir yerlere bağlı durumda, birilerinin denetiminde yaşamak zorundadır. Bunun yanı sıra insanın karşı saldırılara karşı kendisini savunabileceği pençeleri, kanatları, iri gövdesi ya da keskin dişlerinin olmaması, diğer canlılara göre farklı bir pozisyona girmesini gerekli kılmıştır. Bu gereklilik düşünce gelişimini, düşüncenin gelişimi de toplumsallaşmayı, birlikte olmayı getirmiştir. Bu yönüyle insanı diğer canlılardan ayıran temel farklılık olarak toplumsallaşma ya da örgütlenme ayrıca bir öneme sahiptir. İnsanın düşünce gelişimiyle beraber pratikte somutunu bulan örgütlülük insanın varlığını koruma ve yarınlara ulaşma yolunda çok büyük kazanımlar elde etmesini sağlamıştır. Yalnızca insana mahsus olan toplumsallaşma insanın bu gün tüm dünyada (hiyerarşik-devletçi zihniyet birçok şeyi kendi çıkarları doğrultusunda kullansa da) önemli bir etkinliğe sahiptir.
Bilinç, düşünce durağan bir olgu olmayıp sürekli bir yenilik yaşadığı gibi, toplumsallaşma da oldubitti denilecek bir olgu değildir. Gelişen düşünce sistematiği çerçevesinde var olan toplumsallığın korunması ve büyütülmesi, gereken düzeyde örgütlülüklerin sağlanmasıyla mümkündür. Örgütlülük bireyleri ilgilendirdiği gibi tüm toplumu da ilgilendirmektedir. Özgür yaşam bütünsellikten geçiyorsa, bu birlikteliğin sağlanması yolunda her kesin kendini sorumlu görmesi ve bir pratiğin sahibi olması kaçınılmazdır. Bunun tersi bir durumda, yani bireylerle sınırlı kalan ve toplumun hizmetine girmemiş çabalar bir düzeyi aşamayacaktır ve gelişen saldırıları da bertaraf edemeyecektir.
Bu gün var olan toplumsallık ne kadar özgür ve gerçekten toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilen bir toplumsallıktır? Verilecek cevap ne yazık ki içler acısı bir durumda. Çünkü hiyerarşik-devletçi sistemin kendi çıkarları doğrultusunda insanlara, topluma yapmadığı kötülük kalmamıştır. Kapitalist sistemin yaydığı bireycilik hastalığıyla toplumun gerekliliği her geçen gün daha da farklı bir boyuta evirilmektedir. Özgürlük adı altında dağıtılan liberalizm virüsü insanları kendin olmaktan uzaklaştırmakta, bireycilik genlere işlenilmektedir. Toplumundan uzaklaşmış bireyler ise hiçlik denizinde boğulmaktan kurtulamayacaklardır. Egemen sistemin istediği de budur. Toplumsal ihtiyaçlar için değil de sistem böyle uygun gördüğü için harekete geçen, konuşan, tepki gösteren, susan ya da boyun eğen insanlar istemektedir. Bunun aşılması ise var olan bilincin doğru temellere oturtularak, hangisi yanlış, hangisi doğru ayrımına varılıp gerekli tepkiyi göstermekle yani örgütlülüğü sağlamakla mümkündür. Var olan hâkim sistem karşısında bir örgütlülüğe ulaşmamış birey ya da toplum gelişecek her türden saldırıyı da göremeyecektir. Bu saldırılar karşısında bir savunma yapamayacak ve varlığını koruma yolunda hiçbir etkisi olmayacaktır.
Savunma bilincinin örgütlülüğe kavuşturulması gerekir. Örgütlenmiş birey ve toplum özgürlüğe bir adım daha yakın toplumdur. Ancak; sistemin istekleri, çıkarları doğrultusunda değil, toplumsal ve evrensel ihtiyaçlar doğrultusunda kendini bir örgütlülüğe ulaştıran birey veya toplum özgür yarınların inşasında rol alabilir. Örgütlenmemiş birey veya toplumun gücü de açığa çıkmış değildir. Ve açığa çıkmamış gücün de bir caydırıcılığı, etkinliği olamaz.
Her örgütlülük bir amaç, ideoloji, düşünce doğrultusunda kendini açığa çıkarır. Bunun için de sistemin gerçek yüzünün anlaşılması gerekir. Var olan tez bilinmeden o tezin anti-tezi de sunulamaz. Anti-tez sunulmadı mı sentez de açığa çıkmaz. Şimdi kapitalist sistemi tez olarak görürsek, buna anti-tez konumunda olan Demokratik uygarlık sistemidir. Ve bu iki olgunun çarpışmasından doğacak yeni sistemin şekli tamamıyla bizim elimizde. Sisteme bir öfke duyuyor muyuz? Var olan hâkim sisteme öfke duymadan karşı da çıkılamaz. Kapitalist sistem toplumun her yanına sinsi saldırılarda bulunuyor. Ekonomik, siyasi, kültürel, askeri ve daha birçok saldırıyla toplumu kendi özünden çıkarmakta ve kendine kul köle yapmaktadır. Bunun karşısında durmak için ise bu hastalıklı sisteme bir öfke beslememiz gerekir. Ama görüldüğü kadarıyla azımsanamayacak düzeyde bir sayı, var olan bu durumdan pek rahatsız olmuşa benzemiyor. Rahatsız olanlar da bir örgütlülük içinde olmamalarından kaynaklı kale alınmıyorlar. Sadece rahatsız olmak ya da öfke duymak da yetmez. Bu rahatsızlığın, öfkenin potansiyele dönüştürülmesi gerekir. Potansiyel de örgütlülükten geçer. Bundan kaynaklı her türden saldırının bertaraf edilmesi ciddi bir bilinçlenme, bu bilinçlenme doğrultusunda da geliştirilecek örgütlülükle mümkün olacaktır.
Hiyerarşik-devletçi zihniyetin ulus-devletle bugün topluma reva gördüğü sadece beklemek olmuştur. Devlet ve iktidar zihniyeti toplumu korumaya alıyorum diyerek oluşturduğu ordu güçleri bugün topluma en çok zarar veren kurumlardır. Ordunun olduğu yerde savaş vardır, saldırı vardır. Verilen savaş ise tamamıyla egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda geliştirilmektedir. Çizilen sınırlar içerisinde toplumu savunuyorum adı altında kendi iktidarlarını korumaya alıyorlar. Toplum, toplumsal sorunlar umurlarında değildir. Onlar için önemli olan daha fazla güç elde etmek ve kendisini toplum üzerinde yüceleştirmektir. Buna izin veren de toplumun kendisidir. Bu durum kendisine kabul ettirilmiştir. Toplumun meşru savunması bir kesime, orduya ya da devlete devredilecek bir gerçeklik değildir. Bir kesimin toplum adına yürüteceği bir mücadele değildir. Bir kesime ait oldu mu, orada despotluk çıkar, baskı ve zulüm artar. Öncelikle kendi sınırları içinde bulunan topluma bunları uygular. Denetime aldığı, işlevsiz kıldığı toplumdan sonra dışarıya da açılım sağlar. Nede olsa içerden buna dur diyebilecek, engelleyebilecek bir güç yok. Ancak savunmanın tüm topluma ait olduğu bilincini kendinde oluşturmuş birey veya toplum, bu oyunlara izin vermez ve kendi ağırlığını hissettirir. Bu da örgütlülükle sağlanabilir. Toplum devlet için değildir. Devlet, her ne kadar kirli bir araç olsa da, toplum için bir araçtır. Toplum olmadan devletin hiçbir işlevi kalmaz. Her hâlükârda topluma muhtaç olan devletin kendisidir. Toplum devlet olmadan da kendisini yaşatabilir, yarınlara uzanabilir. Ancak devlet toplum olmadan bir an bile yaşayamaz. Kimse ne kendisini kandırsın ne de birilerini kandırmaya çalışsın. İçinde bulunduğumuz süreci de göz önünde bulunduracak olursak, hâkim sistemin saldırıları böylesine artmışken, ciddi bir örgütlülükten, bilinçli bir birliktelikten öte çıkış yolu yoktur.
Özgür birey ve toplum olarak özgürce yaşanılmak isteniliyorsa meşru savunma bilinci doğrultusunda bir örgütlülük temel ihtiyaçtır. Örgütlülüğünü sağlamamış toplum köle yaşamından öteye gidemeyecektir. İlk toplumsallaşmanın da meşru savunma ekseninde gerçekleştirildiği gerçekliğinden yola çıkacak olursak; meşru savunmasını en güçlü şekilde örgütlemiş ve oturtmuş toplum, her türlü saldırıya karşı (ideolojik, ekonomik, siyasi, kültürel, askeri vd.) gereken yerde ve zamanda cevap verebilecek toplumdur. Meşru savunma örgütlülüğüne kavuşmuş toplum her türlü örgütlülüğünü özgürce sağlayabilecek toplumdur.
Zerdeşt TOLHILDAN