HABER MERKEZİ – 12 Eylül 1980 de yaşanan askeri darbenin ardından Amed Zindanı’nda yaşanan vahşete direnişle karşılık veren büyük devrimci Mazlum Doğan’ın yolundan giden ve tarihe Dörtler olarak isimlerini yazdıran Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Eşref Anyık ve Mahmut Zengin’in eylemlerini, o dönemin tanığı olan Kürt siyasetçi ve yazar Fuat Kav anlattı.
Kav, 12 Eylül faşizmine karşı 18 Mayıs 1982 tarihinde bedenlerini yakarak eyleme kalkan Dörtler’in cezaevi direnişine, o dönem ve devam eden sürece etkilerini değerlendirdi.
1-12 Eylül faşizmi koşullarında hem Kürdistan’da hem de Amed Zindanında yaşananlar düşünüldüğünde Dörtler’in eylemlerinin amacı ve bu eylemin ruhu hakkında neler söyleyebilirsiniz?
En başta şunu vurgulamakta yarar vardır: 12 Eylül faşizmi bir soykırım hareketi olarak iktidara gelmiş bir askeri cunta hareketiydi. Ortadoğu’da NATO’nun istemediği bazı gelişmelere karşı ortaya çıkan boyutları olsa da esas olarak işin özü Türkiye ve Kürdistan devrimini bastırmak için yapılan bir askeri darbedir. Darbenin esası Kürdistan’da gelişen mücadelenin önünü kesmek, daha fazla boyutlanmasını engellemek ve bu mücadeleye öncülük eden Özgürlük Hareketini bitirmektir. Diğer önemli boyutu ise Türkiye devrimini bastırmaktı.
1980’lı yıllarda hem Türkiye’de büyük bir devrim süreci başlamış, birçok alanda devrimci hareketler örgütlenmiş ve öncülük düzeyde rol oynayabilecek kadar örgütlenmiş güç ve partiler vardı. Halk önemli oranda örgütlendirilmişti, birçok yerde grev ve kitlesel eylemler yapılıyordu ve halk gerçekten de artık devrim istiyordu. Eğer o dönemde halka öncülük adına yola çıkan örgütlerin birazcık devrimi yapma cesaretleri olmuş olsaydı Türkiye’de askeri darbeden önce devrimciler iktidarı ele geçirebilirlerdi. Zira iktidarda olanlar eskisi gibi yönetim düzeyinde yöneticilik yapamayacak kadar zayıflanmış, halk ise eskisi gibi yönetilmek istemiyordu. Yani devrimi yapacak olan halk memnun değildi, eskisi gibi ne yaşamak istiyordu ne de yönetilmek. Ancak devrimci hareketler bu rollerini oynayamadılar, memnun olmayan halkı yeterince örgütleyemediler, her gün grevde olan, isyanda ve ayaklama sürecinde olan halkı devrime yönlendiremediler. Ücretlerini artırma, bazı kırıntıları elde etme, sosyal hakları öne çıkartma ve alma temelinde ortaya çıkan grevlerle yetindiler. Halbuki sosyal haklar temelinde ortaya çıkan grevleri siyasi hakla birleştirebilecek kadar bir adım daha atılsaydı devrim kaçınılmaz olacaktı. Ancak burjuvazi ve egemen sınıflar halkın öfkesinin evrime dönüştürmeden karşı devrime girişti.
İşin diğer boyutu ise Kürdistan’dı. Kürdistan’da büyük bir uyanış süreci başlamıştı. Kürtler 1938 Dersim katliamından sonra ilk kez uyanmış ve büyük bir örgütleme sürecine girmişlerdi. Daha da önemlisi bu örgütlemeyi daha büyük bir örgütlemeye ve Kürdistan’ı kurtarmaya götürecek olan bir örgüt kurulmuştu. Örgütlemeyi yapan bu örgütün adeta havariler gibi kadroları vardı, bu kadroları bir araya getiren, onlara bilinç, düşünce, ideoloji ve kararlılık veren bir liderleri de vardı.
Halka giden, halkı uyandıran, halkı örgütlemeye götüren, bu lider, örgüt ve kadroları durdurmak mümkün değildi. 24 saat yapılan bu çalışmanın sonuçları büyük bir öğrenci-aydın örgütlemesinin yanında büyük bir halk örgütlemesi de ortaya çıkmıştı. Bunun sonucu olarak Hilvan ve Siverek’te, Batman, Bozava gibi yerlerde feodal-ağa ve devletle işbirliği içinde olan güçlere karşı büyük bir mücadele de başlamıştı. Köylüler akın akın örgütleme saflarına katılıyorlardı, öğrenciler büyük bir heyecanla örgütlenip eylemlerde bulunuyorlardı.
12 Eylül darbesini yapan generaller güruhu bunu gördü, Kürdistan’ın yeniden uyandığını, Kürt halkının ise yeniden bir doğuşa gebe olduğunu anladı. Halbuki yıllar önce Ağrı dağının tepesinde bir mezar taşına “Muhayyel Kürdistan burada metfundur” diye yazılmıştı. Şimdi hayal olan Kürdistan ve halkı değil onu inkar eden zihniyet olduğu açığa çıkmıştı. Bunu açığa çıkartan ise yeni bir Kürt isyanına öncülük için ortaya çıkan Özgürlük Hareket’iydi. Özgürlük Hareketi kayalıkların çatlaklıklarından filizlenmiş, sonra boy vererek yeni bir isyana öncülük edebilecek kadar büyümüştü. İsyana hazır olan Kürtler Özgürlük Hareketi’ne inanmış, güvenerek etrafında kenetlenmişti. Bu nedenle Hilvan ve Siverek’te, Batman ve Bozova’da hızla örgütlenerek isyan sürecine girmişti.
İşte 12 Eylül askeri darbesini yapanlar bu gerçeklikten hareketle yapmışlardı. Yeni bir katliam, yeni bir soykırım ve yeni bir sürgün politikası ile orduyu harekete geçirmişlerdi.
Hiç kuşkusuz ki 12 Eylül darbesini yapanlar öylesine bir darbe yapmamışlardı, tamamen şiddetle, katliam ve soykırım yeminiyle yönetime el koymuşlardı. Hedefinin birinci etabında Kürtler vardı, ikincisinde Türkiye devrimci hareketleri, üçüncüsünde Ortadoğu’da ABD dışı bazı devlet ve güçler vardı. Hedef kesin ve netti. Uygulamaları da bir o kadar somut ve keskindi.
Sonuçta bir vahşet uygulandı. Bu vahşet öncelikli olarak zindanlarda uygulandı.
Neden zindanlar?
Çünkü dışarıdaki örgütlere zaten büyük darbe vurmuş, katlettikleri katledilmiş, yurt dışına kaçanlar zaten kaçmış, yakalananlar da zaten Cezaevlerine konulmuştu. Yani dışarıda, Türkiye’nin sınırları içerisinde örgütlü kimse kalmamıştı. Başka bir ifadeyle yönelecek kimse kalmamıştı. İkinci neden de cezaevindekiler örgütlerin en üst düzeyde görev alan kişilerdi. Ankara’da Mamak, İstanbul’da Metris, Kürdistan’da Diyarbakır zindanları pilot cezaevleri olarak seçilmişti. Bu cezaevinde kalan tutsaklar genel olarak Kürdistan ve Türkiye devrimci hareketinde yer alan öncü ve önder kadrolardı. Öncelikle öncü ve önder konumunda olanlara saldırmak, onları teslim almak veya öldürmek askeri cuntanın genel hedefleri arasında yer alan bir planlamaydı. Genelde de böyledir. Önce önde yürüyenleri teslim alma, daha sonra da artçılara ihanet ettirme siyaseti genel emperyalist bir siyasettir. Her yerde bu politika izlendiği için askeri cunta da bu siyaseti izledi.
Örneğin Diyarbakır zindanında Mazlum Doğan, Hayri Durmuş, Kemal Pir gibi önderler birinci derecede hedeflendi. Onlara göre bu üç önder teslim alınsa, bunlara ihanet ettirilse diğerleri kolay birer lokma olurlardı. Önce büyük balıkları avlayıp tavaya koyacaklardı, ardından da oltayı küçük balıklar için atacaklardı. Küçük balıklar büyük balıkların teker teker avlandığını, tavaya konulduğunu görünce “ben ne yapabilirim ki” diyerek, belki de kendileri koşa kosa oltadaki yeme gideceklerdi. Ama gelişmeler onları tasarladığı biçimde olmadı. Yani olta attılar ama ne büyük ne de küçük balıklar bu oltaya aldandılar.
2- Amed zindanında uygulanan vahşete karşı birçok eylem gerçekleşti. Bu eylemlerin içerisinde en görkemli eylemlerden birisi de Dörtler’in eylemidir. bu eylemin hikayesini anlatabilir misiniz?
Diyarbakır 5 No’lu cezaevi sözcüğün gerçek anlamıyla zifiri karanlık bir dehlizin tam da orta yerindeydi. Aslında kendisi bir dehlizdi, bir cehennem, karanlık bir kuyu. Nasıl adlandırsanız adlandırın her isim yerini bulur. Vahşetin orta yeri de, zulmün anlam bulduğu bir yer de demek mümkün. Orada bulunan görevliler de, yani gardiyanlar, savcılar, hakimler, doktorlar, müdürler, kısacası bu cehennemde görevli olan herkes de zebaniydiler. Evet, kelimenin tam anlamıyla cehennem bekçileri, cehennem zebanileriydiler. Biliniyor ki zebaniler konuşmazlar, duymazlar, sadece ama sadece daha önceden görevleri belli olan işleri yaparlar. İşleri de sadece ama sadece baskı, şiddet, işkencedir. Burada da işkencenin birçok çeşidi vardı. Bir fabrika gibi işkence üretiliyordu, her gün birkaç işkence çeşidi icat edilirdi.
Tabi ki bunlar işin bir boyutuydu, yani tutsaklara işkence yapma işiydi. Bir de politik ve ideolojik boyutu vardı. Tutsaklar politikti ve her tutsağın bağlı olduğu ideolojik ve politik değerleri vardı. Tutsakları oraya götüren, tutsak yaşamına sürükleyen bu değerlerdi. Yani politik kimlikleri ve amaçları olan tutsaklardı. Zaten işkencenin, o vahşetin ve zulmün nedeni de bu politik kimlikti. Ve esas olarak da bu kimliğin Kürt kimliği ile buluşturulmuş olmasıydı. Yani tutsaklar hem Kürt kimliğine hem de Özgürlük Hareketi’nin kimliğine sahiptiler. Yeni bir isyana öncülük eden tutsaklardı.
İşte cuntanın, yani generallerin hedefi de bu iki kimliğin buluştuğu noktaydı.
İşkenceci Esat Oktay Yıldıran çok öfkeli ve kızgındı. “Sizi yenmem, sizi yıkmam, size ‘bir daha asla dedirtmem’ gerek” diyordu. “Çünkü” diye devam ediyordu: “Çünkü hem Kürtsünüz, hem sosyalistsiniz, hem Türk devletine karşı isyan etmişsiniz, hem de yeni bir sistem kurmak istiyorsunuz.” Bu dayatma teslimiyet ve ihanet dayatmasıydı. “Özünüzden, kimliğinizden ve Kürtlüğünüzden vazgeçeceksiniz” diyen bir dayatma ile karşı karşıyaydık. Bu dayatma artık kesin ve netti. Esat Oktay “artık Kürt yok, Türk’ten başka hiç bir şey yok, biat edeceksiniz, Kürtlükten uzak duracaksınız” diyerek, tutsaklara ihanet ettirme temelinde büyük bir planlamaya gitmişti. “Ya teslim olacaksınız ya teslim olacaksınız” emri bize de direnmekten başka bir alternatif bırakmıyordu. İşte Dörtlerin eylemi bu bağlamda gerçekleşti. Dörtlerin önünde iki seçenek vardı: Teslimiyet yaşamıyla ihanet içinde fiziki varlıklarını sürdürmek veya kendilerini cayır cayır yakarak ihanete “dur” demek…
Tabi ki ikinci yolu seçtiler. Fiziki olarak kof bir yaşamı tercih etmektense kendi halkını ve kimliğini koruyarak fiziki yaşamlarına son vermeyi tercih ettiler. Binlerce tutsağın politik geleceği de vardı. Dörtler bunu da düşünmüşlerdi. Yani sorun sadece kendilerinin sorunu değil aslında bir toplumun, Kürt halkının, Kürt ulusunun sorunuydu. Onlar bir biçimde yaşayabilirlerdi. Ama dayatılan ihanetti. Bir kişinin ihaneti de değildi. Dayatılan ihanet binlerce tutsağın şahsında bir halk ve bir ulusa dayatılıyordu. Dörtler bunu da biliyordu. Dolayısıyla yapacakları her şey dört kişinin adına değil Küt halkı ve Kürt Ulusu adınaydı. Aynı zamanda Özgürlük Hareketi’nin geleceğini de belirleyen bir duruş olacaktı. Bu anlamda Dörtlerin eylemi hem güncel, hem tarihsel, hem toplumsal hem de ulusal düzeyde bir eylem olacaktı. Daha doğrusu Ferhat Kurtay ve üç arkadaşı böyle düşünüyor ve eylemini de bu bağlamda tasarlıyordu. Tasarladıkları bu tarihi duruşa uygun bir eylem arayışları da vardı. Nasıl bir eylem olmalı, nasıl bir çıkış yapmalıyız, nasıl bir hamle gerçekleştirelim ki sonuç alalım” arayışı da derindi. Belki de biraz gecikmelerinin nedeni de buydu. Çünkü onlar daha önce bazı arkadaşlarına imalı yolla “geciktik” diye bir imada bulunmuşlardı.
Şöyle düşünüyorlardı: Tamam eylem yapacağız, bir çıkışta bulunacağız, teslimiyete ve ihanete ‘dur’ diyeceğiz. Ama nasıl bir çıkış olmalı, nasıl bir eylem olmalıdır” diye de düşünerek büyük yoğunlaştıklarını biliyoruz. Çünkü onlar eylemlerine mahiyetine uygun bir eylem biçiminin olmasını istiyorlardı. Bir anlamda acil eylem planlaması ve bu plana uygun bir eylem biçimini düşünerek bir an önce bir şey yapmayı istiyorlardı. Zira Mazlum Doğan’ın eyleminin ardından yeni bir eylemle askeri cuntaya mesaj verme gibi bir düşünceye sahiptiler. Mazlum’dan sonra “hiç bir şey bitmedi, tam tersine her şey yeniden başladı” mesajı cunta için oldukça uyarıcı bir mesaj olacaktı. Mazlumlar çoğalmalı” diye düşünen Ferhat Kurtay kendi eylem grubuyla sürekli diyalog halinde olduğunu da biliyoruz. Ayrıntıları tam bilmiyoruz, ama anlaşılıyor ki yapacakları eylem biçimi üzerinde epey düşünmüşlerdir. Sonunda tarihte çok az bulunan ve nadiren başvurulan bir eylem biçimi olan bedenini ateşe verme eylemini seçiyorlar.
Öyle bir eylem olmalı ki herkesi sarsmalı, herkesi bir biçimde uyandırmalı, tutsaklara doğru bir bilinç ve yol gösteren bir ışık, cuntaya da “bizi teslim alamazsınız, boşuna uğraşmayın, biz Kürdüz, Kürt olarak doğduk, büyüdük ve varolmaya devam edeceğiz” mesajı vermeliydi ki amacına ulaşabilsindi. Mazlum kendini farklı bir biçimde feda etmişti, aynı eylem tarzı yerine başka bir eylem tarzı ile eylem silsilesine yeni bir eylem katılmalıydı. Ferhat ve arkadaşları bunları da düşünmüştür. Ve Mayıs’ın 17’sinde dört özge can bir koğuşun en dip köşesinde bağdaş kurarak o tarihi, o görkemli ve belleğimize kazılan o muhteşem eylemi koyuyorlar.
Dörtlerin eylemi birçok şeyi bağrında taşıyan bir eylem olarak tarihe geçti. Tutsakları derinden sarstı, uyardı, “kendinize gelin, teslim olmayın, ihanet etmeyin, kendinize, halkınıza, ulusunuza sahip çıkın, Kürt olduğunuzu asla unutmayın” mesajını verdi. Askeri cuntaya da “bizimle uğraşmayın, damarı tarihin derinliklerinde kök salmış bir ulusun ve bir halkın gençleriyiz. Mezopotamya’nın şen çocuklarıyız, ihanete ‘dur’ diyen bir halkın fedaileriyiz. Şêx Said’in, Seyid Rıza’ın, Zarifelerin torunlarıyız. Dersim’de Türk askerlerinin eline geçmesin diye saçlarını birbirlerine bağlayıp kendilerini uçurumlardan atan Kürt kadınlarının yoldaşlarıyız, bizi teslim alamazsınınız” mesajı çok açık ve net bir biçimde verilmiş oldu. Bu eylem silsilesine de 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu eklendi. Daha sonra da askeri cunta Diyarbakır zindanlarında yenildi, bozguna uğradı…
3-Dörtler’in eylemini öğrendiğinizde neler hissettiniz? Bu eylem hem sizin hem de zindandaki arkadaşlarınızın üzerinde nasıl bir etki bıraktı?
Hissedilmesi gereken neyse o hissedildi. Aslında histen çok daha şeyler belirlendi. Derin bir duygusal anlam şekillendi, ardından dimdik olan öfke çok daha derinlere varan bir gerçekliğe vardı, intikam ve fedaisel düşünce boyutu daha net ve somut bir biçimde ortaya çıktı. Hemen, evet hemen o an “ben ne yapmalıyım” arayışı yeniden yeniden canlandı ruhumun derinliklerinde. Tam da o süreçte zindanın başka bir koğuşunda, daha doğrusu “35. koğuş” denilen yerin bir hücresinde bulunan iki tutsak başka türden bir eylem tasarımı içerisindeyken bu eylemsel duruşun başka bir zamana erteleme gerçekliği de yaşandı. Akif yılmaz ve bir arkadaş da büyük bir arayış içindeyken fedai eylemi yapmayı planlıyorlar. Ancak ölüm orucu eyleminin bir olasılık olarak gündeme gelince eylem yapmaktan vazgeçiyorlar. Yani eğer ölüm orucu eylemi planlama düzeyinde kendilerini hazırlamamış olsalardı onlar da 18 Mayıs 1982 yılında kendi hücrelerinde fedai eylemde bulunacaklardı. Ancak olmadı. Eğer eylemlerini iptal etmemiş olsalardı o gün, yani Dörtler eylemlerini gerçekleştirdikleri gün zindanın başka bir hücresinde başka bir fedai eylemi de olacaktı.
Dörtlerin eylemi herkesi uyandırmıştı, tutsakları da düşmanı da, Özgürlük Hareketi adına zindanda bulunan herkesi uyarmıştı. 12 Eylül darbesini yapan generalleri de uyarmıştı. O dönemde Ortadoğu’da bulunan Özgürlük Hareketi’ni de uyarmıştı, çok büyük bir direniş, “ülkeye dönün” mesajını vermişti.
4-Kürdistan gençliği, Dörtlerin eyleminden çıkartacağı sonuç nedir? Kürdistan gençliği, bu eylemi günümüzde nasıl yaşamlaştırmalıdır?
O süreçte Ferhat Kurtay’ın dışındaki diğer tüm eylemciler gençtiler. Yani bundan yıllar önce bu büyük eyleme damgasını vuranlar da oldukça gençtiler. Ruhları, düşünceleri, duyguları, fiziki yapıları dahil olmak üzeri hepsi de genç yoldaşlardı. Yaşları 23 ile 25 arasında olan Mahmut Zengin, Eşref Anyık, Necmir Öner yoldaşlar gerçekten de büyük devrimcilerdi. O vahşet koşullarında, o kaos ortamında, o zifiri karanlık dehlizlerde büyük bir arayışın sahipleri olarak doğru ve hakikat yolunu buldular. Cehennemim tam orta yerinde bıkıp usanmadan cenneti yaratma arayışına girmiş ve en nihayetinde cenneti kendi bedenlerinde yaktıkları alevlerle yaratmasını bilen genç yoldaşlar olarak örnek alınması gereken üç yoldaştı. Ferhat biraz daha büyüktü, gençlerin “abisi” olarak onlara öncülük eden genç ruhlu bir militandı. Necmi, Mahmut ve Eşref “hadi abi, daha ne zamana kadar bekleyeceğiz, parti bizden çok daha fazla çalışmayı ve büyük direnmeyi bekliyor” diye her sorduğunda, “Abileri” Ferhat da “elbette ki haklısınız, ama gençler çok heyecanlı ve kanınız adeta fokur fokur kaynıyor, sizi anlıyorum ve böyle olmanız gerektiği de açık. Ama her şeyin bir zamanı var ve işte ben o zamanı bekliyorum” diye yanıtlıyordu genç yoldaşlarını.
Genç arkadaşlar olmasına rağmen büyük arayışları vardı ve bu büyük arayış içinde büyük bir eylemin sahibi oldular. Hiç bir bireysel arayışları, kaygıları, beklentileri yoktu, hepsi de tepeden tırnağa inançla yoğrulmuş, Kürdistan’dan, devrimden ve eşit bir yaşamdan başka bir şey düşünmeyen bu yoldaşları anmak ve onların çizdikleri yoldan yürümek gerçekten de büyük bir onurdur. Tek bir gün ile “ben ne olacağım” demediler. Hepsi de “ne olacağız ve nasıl bir yol bulacağız, bulduğumuz yolda nasıl ve hangi tarzla yürüyeceğiz” diyen genç devrimci ve partili yoldaşlardı.
Şimdiki gençler bu büyük eylemin sahibi olan bu “eski” gençlerden ne öğrenmeli, onları nasıl temsil etmeliler?
Her şeyden önce büyük bir ideolojik donanımla kendilerini yetiştirmeliler. Onlar da böyleydiler. Yani her şeyden önce ideolojik olarak büyüdüler. Kürdistan’ın, Kürdistan devrimini, onun taktik ve stratejisini teorik ve düşünsel olarak öğrendiler, bilince çıkarttılar ve aynı zamanda niçin mücadele edilmesi gerektiğini gayet iyi öğrendiler.
ikincisi, bu ideolojik donanımla yollarını iyi aydınlattılar ve bu aydınlık yolda doğru ve kararlıca yürümesini bildiler. Yürüdüğümüz yol aydınlık olmalı ki sağlam yürüyebilelim. Yoksa karanlık ve önümüzde ne olduğunu bilmediğimiz bir yolda sağlam ve kararlı yürüyemeyiz. Bu dönemin gençleri eğer Dörtleri örnek almak istiyorlarsa, öncelikle Kürdistan devriminin ideolojik ve onun teorik boyutunu iyi ve kapsamlı bir biçimde öğrenmeleri gerekmektedir. Yoksa yarı yolda tökezlenme yaşanır.
Üçüncüsü, düzenle, sistemden hiç bir beklentileri olmamalı, çünkü dörtler öyle yapmışlardı. Düzenden, sistemden hiç bir biçimde beklentileri yoktu. Eski düzenle tamamen bağlarını koparmış, eski aile ilişkilerini tamamen koparmış ve yeni insan ilişkileri temelinde özgürlükle yoğrulmuş güzel bir dünya ile bağlarını pekiştirmişlerdi. Yani özgürlük ve hakikatten başka hiç bir şey düşünmüyorlardı. Gerçekleştirdikleri eylemle de bu konuda ne kadar samimi olduklarını gösterdiler.
Dördüncüsü, kararlı, samimi ve sadeydiler. “Kim ne der” değil, “biz ne demeliyiz” diyen bir felsefeyi kendilerine rehber etmişlerdi. “Bir lokma bir hırka” felsefesi ile bilinçlerini aydınlatan dörtler, bedenlerinde yaktıkları ateşin aydınlığı ile de kendi iç dünyalarını çok daha aydınlatmışlardı. Bu nedenle rahattan rahatsız olacak kadar mütevazı ve fedakardılar. Bu dönemin gençleri de böyle olmak zorundadırlar.
Beşincisi, Ahlaki politik düzeyleri oldukça yüksek olan bu genç militanların en büyük özellikleri kendileri için değil, an için de değil gelecek için, gelecek güzel ve eşit, komünal bir yaşam için yaşamaları, bu konuda kendilerini hazır hale getirmiş olmalarıdır. Yorulmak, bıkmak, usanmak ve bireysel düşünmek nedir bilmezlerdi. Daha doğrusu tüm bunları aşmış birer sosyalist ve ahlaki politik toplumun öncüleri olmuşlardı. Böylesi bir toplum için düşünüyor, konuşuyor, çalışıyor, eylemden eyleme koşuyorlardı. Genç olmanın anlamı buydu ve onlar da bunu eksiksiz bir biçimde yapıyorlardı. Şimdi gençler onların yaptıklarından çok daha fazla yapmak durumundadırlar. Çünkü bugün olanaklar çok daha fazladır. Onlar o yokluğun diz boyu olduğu koşullarında büyük işler yaptılar, bugün çok daha büyük şeyler yapmak mümkündür…
5-Şimdi kaynağını Dörtlerin eyleminden alan direnişçilerin yaşandığı günümüzde de Kürdistan halkının buna karşı refleksi ne olmalı?
Dörtlerin eylemi ve diğer tüm eylemler silsilesi 12 Eylül faşizminin Diyarbakır zindanında tasfiye edilmesini getirdi. Eylemler birbirini besledi ve sonuçta Diyarbakır zindan direnişi ortaya çıktı. Zindan direnişi sadece bir cezaevinde verilen bir direniş değildi aynı zamanda büyük bir ulus ve halksal direnişti. Çünkü orada yapılan uygulama tüm ulusa ve Kürt halkına uygulanıyordu. Teslim alınmak istenilen sadece bir avuç tutsak değildi bir ulus ve Kürdistan halkıydı. O zaman halk örgütlenmemiş, dolayısıyla zindanların etrafını saran kimse yoktu. Sadece tutsaklar vardı. Eyleme giren tutsaklar alınıp tek kişilik hücreye atılır ve şehadete ulaşana kadar orada kalırdı.
Ama şimdi öyle değildir. Örgütlendirilmiş milyonlar var. Şimdi bugünlerde sürdürülen büyük açlık grevi ve ölüm orucu eylemine milyonlar destek sunuyor, dünyanın dört bir yanında eylemler var ve eylemciler özgürlük için dimdik ayakta duruyorlar. Eylemcilerin etrafında halklardan oluşan milyonlar özgürlük haykırıyor. Leyla Güven’in başlattığı “Tecdidi kıralım Faşizmi yıkalım” hamlesi gerçekten de sözcüğün gerçek anlamıyla bir hamleye dönüşmüş durumda. Dolayısıyla heyecan, kararlılık, zafer ve moral çok daha derin ve kitlesel düzeyde. Elbette ki bugün milyonları ayağa kaldıran, onlara ruh ve zafer inancı veren Dörtlerin eylemi, 14 Temmuz büyük ölüm orucu fedailiği, Mazlum Doğan’ın büyük cesaretidir. Bundan 37 yıl önce Diyarbakır zindanında başlayan gerçekleşen dörtlerin eylemine destek verecek tek bir kişi yokken bugün Dörtlerin eylemi ile mayalanan “Tecridi kıralım, Faşizmi yıkalım” hamlesine milyonlarca insan güç ve destek veriyor. Bu büyük bir devrimdir, büyük bir halk örgütlenmesi, 37 yıl önce başlayan bir eylemin açığa çıkarttığı büyük bir kuvvetin muhteşem bir biçimde yaşam bulmasıdır.
Nasıl ki Dörtleri eylemi önce bir koğuşu, sonra bir zindanı, ardından tüm ülkeyi ve daha sonra Ortadoğu’yu etkilediyse, “Tecridi kıralım, Faşizmi yıkalım” hamlesi de kesinlikle önce tecridi kıracak sonra Kürdistan’ı ve daha sonra Ortadoğu’yu çok yakıcı bir biçimde etkileyecektir…
NC/Andok ÖZGÜR