HABER MERKEZİ
Tanımı gereği demokratik uygarlığı hem bir düşünce sistematiği, düşünce birikimi, hem de ahlaki kurallar ve politik organların bütünlüğü olarak ifade ediyorum. Ne sadece bir düşünce tarihinden, ne de ahlaki ve politik gelişme içindeki toplumsal realiteden bahsediyorum. Resmi okul, akademi, üniversite düzenlerine kuşkuyla bakan demokratik uygarlık zihniyeti, tarih boyunca alternatiflerini geliştirmekten geri durmamıştır. Peygamberlik sistemlerinden filozof okullarına, tasavvuftan doğa bilimlerine kadar sayısız makam, dergâh, ocak, tarikat, medrese, mezhep, manastır, tekke, cami, kilise, tapınak geliştirilmiştir.Tarih ne tümüyle ahlaki ve politik toplumun ifadesi olarak demokratik uygarlık, ne de tümüyle sınıflı ve devletli toplumun ifadesi olarak uygarlık sistemleri biçiminde yaşanır. İç içe yoğun ilişki ve çelişkilerle savaş ve barış durumlarının birbirlerini kovaladığı haller olarak yaşanır.
En az beş bin yıldan beri süren bu durumu acil devrimlerle hemen ortadan kaldırmak ütopik olmakla birlikte, geçmişten beri süregelen akışı kader olarak benimseyip akış seyrine müdahale etmemek de doğru ahlaki ve politik durumlar olamaz. Sistemlerin mücadelesinin uzun süreceğini bilerek, ahlaki ve politik toplumun özgürlük ve demokratik alanını genişletecek stratejik ve taktik yaklaşımlar daha anlamlı ve sonuç alıcıdır. Resmi dünya sisteminin tüm baskı ve sömürüsüne rağmen, toplumun öteki yüzü yok edilememiştir. Zaten yok edilmesi de mümkün olmaz.
Nasıl ki kapitalizm, kapitalist olmayan toplum olmadan varlığını sürdüremezse, resmi dünya sistemi olarak uygarlık da demokratik uygarlık sistemi olmadan varlığını sürdüremez. Daha da somut olarak, tekelli uygarlık tekelli olmayan uygarlık olmadan varlığını sürdüremez. Bunun tersi doğru değildir. Yani ahlaki ve politik toplumun tarihsel akış sistemi olarak demokratik uygarlık, resmi uygarlık olmadan varlığını daha engelsiz ve rahat sürdürebilir. Toplum sürekli tekelci sömürü savaşlarına dayanmak durumunda olmadığından, çeşitli biçimler altında kendi demokratik uygarlığını (hem tarım-köy zemininde, hem kentin emekçileri içinde) geliştirmek durumundadır. Tarih sadece iktidar ve devletler yığınının (en insanlık dışı ve köhne yapılar ve savaşların aracı) toplamı olmayıp, ondan katbekat daha fazla demokratik uygarlık örnekleriyle doludur. Tüm aile, kabile ve aşiret sistemleri, konfederasyonları, kent demokrasileri ve demokratik konfederalizmleri, manastırlar, tekkeler, komünler, eşitlikçi partiler, sivil toplumlar, tarikatlar, mezhepler, iktidarlaşmamış din ve felsefe toplulukları, kadın dayanışmaları, yazıya geçirilmemiş sayısız dayanışmacı cemaat ve meclisleri vb. devasa toplumsal gruplar demokratik uygarlığın hanesine kaydedilmelidir. Ne yazık ki, bu toplulukların tarihi sistemlice yazılmamıştır.
Hâlbuki gerçek insancıl tarih bu grupların sistematik ifadesi olabilir. Görülüyor ki, uygarlığın tekil değil, ikilem hali toplumsal doğanın her alanında kendini göstermektedir. Sorun resmi tekil yapıya boğulmadan, ikilemin doğacı ucunda çözümsel olup, özgür yaşam farklılığını demokratik uygarlık seçeneği olarak geliştirebilmektir.Esas almamız gereken tarih, hiyerarşik ve sınıflı toplumsal gelişmede zıt kutbu yaşayanların tarihidir. Tüm resmi siyasi tarihler bu tarihin varlığından ya hiç bahsetmezler ya da bir anarşi grubu, hikmeti olmayan kalabalıklar, amaçları için her istismara layık sürüler olarak görürler. Kuru, soyut, idealist olduğu kadar zalimce duygusal bir anlayıştır bu tarih. Tarihimiz, doğal toplumdan başlayıp hiyerarşiye ve siyasal iktidara karşı duran etnisite, sınıf, cinsiyet mahkûmlarının her tür düşünce ve eylemlerine dayanarak anlam bulabilir.
Yazılı tarih her ne kadar bu kazanımları ayrıştırmasa da, gerçekliğinden kuşku duyulamaz. İnsanlık kültürü büyük ölçüde bu iki direniş kanalından beslenmiştir. Bunlar tüm sanatların başta gelen konuları olmuşlardır. Mabetsel anıtları tüm görkemiyle günümüze kadar gelmişlerdir. Toplumsal ahlaktan kırıntılar kalmışsa, yine bu gelenekten ötürüdür. Ölümsüz destanlar, azizler, evliya menkıbeleri büyük insanlık duruşlarını yansıtırlar. On yıllarca inzivaya çekilen, zindanda çürüyen, çarmıhlara gerilen, bir dilim ekmek, zeytin, üzüm ve hurmayla kendini terbiye eden, insan acısını duyan, bilgeliğe en yüce değeri veren bu geleneklerdir. Bireyciliğe değil komün yaşamına, manastır düzenine, bilgi birikimine, sanat ve zanaatın gelişimine tam bir okul değeri veren yine bu geleneklerdir. Savaşçı-iktidar kliğinin öldürmekten ve ölmekten başka bir şans tanımadığı insanlığa barışı düşündürten, insan onurunu koruyan, yardımlaşmayı esas alan, kardeşliğe vurgu yapan, evrenselliğe açılım sağlayan yine bu soylu gelenek kanallarıdır.
Tarih sanıldığından daha fazla demokratik uygarlık karakterindedir. Bu temelde okunduğunda, sadece bol malzeme değil, muazzam ölçülerde ideolojik örgüler ve sistemik yapılanmalar, organizasyonlar bulunduğu görülecektir. Unutmamak gerekir ki, tarihin demos, devlet olmayan topluluk, toplumsal paradigma yazımları ya hiç yapılmamış ya da yamalı bohça misali bölük pörçük parçalar halinde bazı karalamalar yazılmıştır. Ayrıca yazılanlar ve yazılmak istenenler yasaklanmış, karalanmış ve çoğunlukla da engellenmiştir. Tarih yazımı konusunda sanıldığından daha fazla ideolojik mücadele yaşanmıştır. Olan tarihin tamamen uygarlık sistemlerinin ideolojik süzgecinden geçirilmiş resmi tarih olduğu çok iyi bilinmeden, tarih okumaları zihni, dolayısıyla yaşamı, anlamlı toplumsal yaşamı sadece zorlamaz, olanaksız hale getirir. Yanlış tarihle doğru yaşanmaz. Kendi özgürlük tarihlerini doğru yazamayanlar özgür yaşayamazlar.Büyük dinlerin ve düşünce ekollerinin oluşumunda onlarca yıl süren inzivalar, zindanlar, ihanetler ve acıların yeri tartışmasızdır.
Doğal toplum değerlerinin, etnisitenin, yoksulların varlık savaşları da bu düşünce yapısında vazgeçilmez yere sahiptir.Aslında etnisitenin alt tabanıyla İslam ve Hıristiyanlığın kurtuluş arayan yoksul manastır, tarikat kesimleri farklı bir dünya ve yaşam peşindeydiler. Devlet ve hiyerarşinin baskı ve istismarından nefret ediyorlardı. Bu yüzden büyük hareketliliğe katılmışlardı. Beklentileri için en doğru yorum; tarikat, manastır ve eski doğal komünal yaşamın bir sentezi olarak hümanist evrensel demokrasiydi. Etnisite ve sapkın -resmiyete karşı- mezhepler komünal ve demokratik duruşun en son sığınakları olarak dağda, çölde, manastır ve dergâhlarda varlıklarını büyük zorluklar pahasına devam ettirmişlerdir. Devlet asiliği daha çok bu toplumlara özgü olup, direnişçilik bir yaşam tarzı olarak varlık bulmuştur. Dönemin evrensel zihni ve yüreği diyebileceğimiz Hz. Mevlana vb. her iki dinde çoktur. “Yetmiş iki milletten olsan da gel. Geçmişten ne günahın varsa yine de gel” diye özetleyebileceğimiz yaklaşımı son derece evrensel bir demokratizmi içermektedir.
Ortaçağın demokrasi ve evrensellik akımını seslendirmektedir. Dönemin çok yaygın manastır, tasavvuf akımlarına bu çerçevede yaklaşmak ufuk açıcıdır. Etnisite ve dinin üst tabakası feodal devlet gücü haline gelirken, yoksul alt kesimleri çok geniş alanlara yayılmış manastır -İslam’daki karşılığı tarikat ocakları- ve dergâhlarda komünal düzen gücü halinde yaşamaktadır. Bu, sınıfsal anlamı derin olan bir bölünmedir. Bir anlamda ortaçağa özgü savaşçı-iktidar gücüyle -kendine dayalı işbirlikçi kesimlerle birlikte- demokratik-komünal halk arasındaki ayrışma ve mücadeledir. İslam dünyasındaki Batıni-Sünni ve Hıristiyanlık’taki Katolik-Heretik çelişkisi bu gerçeği yansıtmaktadır. Kavimler bünyesinde benzer ayrışmalar görmekteyiz. Selçuklu-Osmanlı-Türkmen; Arap halifeler-hariciler vb. çelişkiler, aynı kavim içindeki sınıfsal çelişki ve kavgayı yansıtmaktadır. Yoksul hareketlerinden bazıları ileri düzeyde siyasallaşmayı becerdiler.
Karmatiler, Haşhaşinler, Fatimiler, Aleviler, yoksul halk kesimlerinin sınıfsal ayrışmaya tepki ifadeleridir; ortaçağın ilkel demokrasi örnekleridir. Fakat toplumsal sisteme hakim saltanat anlayışı bu hareketlerde daha ileri bir demokratik oluşuma imkân vermeyecektir. Tarikatçılık daha çok dinsel-mezhepsel alanda yaşanır. Dinin genel ilkelerinin somut yerel ve zamansal dönemlerine uygulanmasına dayanırlar. Dinin genel örgütlenmesinin zayıflığı tarikat örgütlenmesi ile giderilir. Dinler daha çok tarikat ve mezheplerle somut örgütsel güç haline gelirler. Dinin olduğu her yerde mezhep ve tarikatların da olması doğaldır.
Tarikat, dinin daha yoğun ve örgütlü yaşanması olayıdır. Böyle olunca, tarikat başı ve örgütleyicilerin kişilikleri önemli rol oynar. Nerede bir boşluk varsa orada bir tarikat türer. Özellikle devletin tatmin etmediği kitleler tarikat tipi örgütlere koşarlar. Ailenin dar, devletin de ulaşılmaz olduğu koşullarda, arada daha güçlü sosyal örgütlenmeler yoksa, tarikat örgütlenmesi güçlü bir olasılıktır. Mezhep örgütlenmesi tarikatın daha geniş ve gelenekselleşmiş halidir. Devletten korunmak ve ailelerin dar sınırlarını aşmak için yarı-gizli olma gereğini duyan birçok tarikat vardır. Bazıları devlet güdümlü olurken, bazıları şiddetle karşı çıkarlar. Ortadoğu adeta tarikatlar toplumudur. Etnisitenin özellikle şehirlerde tam yanıt olamadığı, ailelerin dar kaldığı, diğer yandan devletin tek başına kendini her şey sandığı tarihi dönemlerde devreye giren tarikatlar önemli roller oynamışlardır.
Ortaçağda Batıniler, gizlenmiş denen tarikatlar aslında yoksulların sınıf partileridir. En meşhurlarından Hasan Sabah’ın Batini tarikatı -1100-1250- hakim hanedan ve mezhep olan Selçuklu sultan ve vezirlerine kan kusturmuştur. Hariciler, Fatımiler, Aleviler benzer geleneği temsil ederler. Tarikatlar ve benzeri cemaatler Ortadoğu toplumunun bir nevi sivil toplum kuruluşlarıdır. Halkı temsil eden çok sayıda Batıni tarikatın ezilmesiyle, Ortadoğu uygarlığının üzerine tam bir karanlık çökmüştür. 10.-12. yüzyıllar arasındaki dönem, tüm tarihi etkileyecek büyük bir ideolojik-politik mücadele dönemidir. Ezilen ve yoksullaşan kesimlerin hareketi olarak ortaya çıkan Hariciler, Hürremiler, Babekiler, Karmatiler, Haşişinler, İsmaililer başta olmak üzere tüm Batıni hareketler aslında hem ideolojik hem de pratik olarak büyük bir mücadele vermişler; bir tür ilkel sosyalizmi temsil edip yaşamışlardır. Fakat üretim güçleri ve ilişkilerinin yaşanması gereken feodal biçimi henüz rolünü tam oynamadığından, bu hareketlerin tam başarısı mümkün olmamıştır. Ama yine de özgürlük ve eşitlik mücadelesi tarihinde büyük bir yerleri vardır.
10-12. yüzyıllarda Ortadoğu aydınlanması için El Kindi, Farabi, İbni Sina, Sühreverdi ve hatta Hallacı-ı Mansur’un kişiliklerinde büyük çaba ve fedakârlık vardır. Hakikati aramak bunlarda büyük bir tutkudur. Hatta bunun siyasal ve ekonomik çıkarların üstünde bir değer olarak saygınlık arz ettiği bilinmektedir. Hakikat aşkı, Ortadoğu coğrafyasında belki de hiçbir dönemde olmadığı kadar seslendirilmektedir. Aşk arayışı, aslında yitirilen geçmişin tüm uygarlık değerlerini çağrıştırmaktadır. Adeta yakında tümüyle kaybedilecek bu değerlere ağlanmaktadır. Tanrıya tüm yalvarmalar bu kaybedişle derinden ilgilidir. Ortadoğu kültüründe derin olan ihanet, eksiklikler, acı kayıplar ifadelerini aşk şiirlerinde bol bol kullanmaktadır.
Hallacı-ı Mansur ve benzeri yüzlerce insanın trajedisi, bu gerçeğin bireyde nasıl yaşandığını göstermektedir. Mevlana’nın Mesnevi’si, Yunus Emre’nin Aşk İlahileri, yitirilen değerler toplamının en acı nağmeleri, şiirsel dile getirilişleridir. Şunu söylemek gerekiyor: Ortadoğu uygarlığı yerini Avrupa’ya bırakmak üzere gömülürken çok acı çekmekte, şehit vermekte, destanlarını yazmaktadır. Ortaçağın tüm soylu edebiyatı bu ağlamadan ibarettir. Fuzuli, bunun son büyük şairidir. Bunlar adeta Sümerli şairlerin MÖ 2 binde söyledikleri ezgileri hatırlatmaktadır. Bu edebiyatta umut yoktur. Tüm aşkların sonunda yanıp kül olma vardır. Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Mem ile Zin bu gerçeğin halk edebiyatına yansımış biçimleridir. Mevlana, Muhiddin-i Arabi gibi büyük tasavvufçular, yani sezgiyle hakikat mürşitleri yetişmektedir. Mutezile mezhebi rasyonaliteyi esas alarak dogmatizme savaş açmıştır.
İbni Rüşt 12. yüzyılın en büyük filozofudur. Hallacı Mansur ve Sühreverdi gibi tasavvuf felsefesinin önde gelenleri düşüncelerini hayatları pahasına savunmuşlardır. Bilimlerde de ilerlemeler vardır. Matematik, tıp, astronomi, bitki ve hayvan araştırmalarında gelişmeler kaydedilmektedir. Bütün bu alanlarda Avrupa’dan üstünlük tartışma götürmez. Edebiyattaki üstünlük daha da çarpıcıdır. Ortaçağın destan edebiyatı Şehname kendini kanıtlamıştır. İbni Haldun’un tarih felsefesi diyalektik materyalizme yakındır. Buna rağmen Ortadoğu Rönesans’ı gelişememektedir. Bu kadar elverişli olanaklara rağmen, Avrupa’nın yeni kimliğinin temelini atan Rönesans’ın
Ortadoğu’da neden gelişmediği daha da önem kazanmaktadır. Halbuki Rönesans’ta ne yaman direnişçiydiler.Giordano Bruno’yu ne kadar güncelleştirebiliriz? Yine Sokrates’i seslendirebilir miyiz? Hiç kimse bu büyük zihniyetlerin yitik olduğunu iddia edemez. Etmemesi ve yaşatılması gerekir. Mevlana, Hallacı Mansur, Mani, Sühreverdi gibilerinin de canlandırılması gerekir. Peygamberce olanın ruhunu, özünü de çağdaşlaştırmak gerekir. Onların bir anlamda ölmediklerini bilerek ve gerçek temsillerini yaparak yaşamak gerekir. Bu halkalar gerekli güncel zihniyete bizi yakınlaştırabilir. Çağımızın soy değerlerini ayırt edebilirim. Fakat kötü yenilenleri canlandırmak pek yaratıcı etki bırakmayacaktır. Ortadoğu’nun yenilenmiş kadın tanrıça bilgeliklerine, Musa, İsa ve
Muhammed’lere, Saint Paul’lara, Mani’lere, Veysel Karani’lere, Hallac-ı Mansur’lara, Sühreverdi’lere, Yunus Emre’lere, Mevlana’lara, Işıkçı’lara Bruno’lara ihtiyacı vardır. Hakikat devrimi, eskilerin eskimeyen ama yenilenen mirasına sahip olmadan başarılamaz. Devrimler ve devrimciler ölmez, sadece miraslarına sahip çıkılarak yaşanılabileceğini kanıtlar. İbni Sinalar, İbni Rüştler, El Kindiler uyanmalıdır; büyük çabalarıyla bilime neler kattıklarını, bilimin ne kadar gelişmiş olduğunu görerek, o büyük zihinlerini doyurabileceklerini gösterebilmeliyiz. Demirci Kawalar, Hallacı Mansurlar, Sühreverdiler, Babekler, Şeyh Bedreddinler, Mazdekler, Köroğulları da uyanmalıdır; büyük direnmelerin, yiğitliklerin ve acıların boşa gitmediğini, onlara yaraşır insanların hakim olduklarını kendilerine göstermeliyiz.Bir yerde ne kadar düşüş gerçekleşmişse, o kadar yücelme imkânı var demektir. Ne kadar karanlık koyulaşmışsa, aydınlık da o kadar yakın demektir. Her şeye karşı eleştirel olabilmeliyiz.
Ama gerçeği bulma umudunu da asla yitirmeden. Köhne bencilliğin aşiretçiliğini, aileciliğini, karılığını, kocalığını, milliyetçiliğini, dinciliğini bırakmalıyız. Birinde hepimizi, hepimizde birini gören büyük ve zengin insanlık anlayışına dönmeliyiz. Hümanizmi de dıştan almaya gerek yoktur. Bu toprakların en büyük zenginliği insaniyetçiliğidir. Onu ayağa kaldırmalıyız. Tekrar büyük aşkların yolunu açmalıyız. Onun ilahi teorisini ve kutsal pratiğini bin defa tövbe ederek ve büyük sadakatin ne olduğunu, uygarlık değerine, toprağına, insan kıymetine ne kadar bağlı olduğunu bilerek yaşamsallaştırmaya çalışmalıyız.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan