HABER MERKEZİ
Kültürel varlık derken de, dil, inanç, gelenek-görenek, mutfak zenginliğinden, kılık-kıyafet, bunların yansıması olarak edebi-sanatsal birikim ve üretimlerinden, kısaca toplumsal akıl ve vicdandan bahsetmekteyiz. Pek çok halk, kültürel asimilasyonlara maruz bırakılarak tarih sahnesinden yok olmuştur. Bunun yanı sıra pek çok halk da iktidara bulaşmamalarına, birer devletleri olmamasına rağmen kendilerini, varlıklarını koruya- bilmişlerdir. Çünkü, kültürel olarak kendilerini korumayı ve yaşatmayı esas almışlardır.
Buna Anadolu topraklarında yaşayan Abhaza, Çerkez, Pomak, Laz, Gürcü, Tatar ve daha pek çok topluluğu örnek verebiliriz. Ancak en belirgin örnek olarak Kürt halkını verebiliriz. Bu toprakların en kadim halklarından olan Kürtler, neolitik toplumun kültürel özüne denk kültürel varlıklarını tüm tahakküm, istila, göçertme, talan ve son yüz- yıldaki yoğun kültürel asimilasyon politikalarına rağmen korumayı başarmıştır. Burada en belirgin öğe, Kürtlerdeki özsavunma refleksleridir. Aşiretsel yaşam tarzlarındaki ısrar, komünal, toprağa-köye dayalı üretim tarzı, doğa ve animizme dayalı inanç yapıları, ana dillerine bağlılıkları ve bu kültür etrafında dile gelen sözlü edebiyat ve sanatları ile kendi öz savunmasını yapmayı başarmış bir halk gerçekliğine sahiptirler. Her toplum ya da halk, bu temelde yaşamsal kültürlerinin özgünlüğünde gelişen etik değerlere sahiptir. Bu etik değerlerin, manevi, duygu, ruh nezdinde güzel ahenkli bir uyum içinde dışa yansıyan boyutu da estetik yön olarak tanımlanmaktadır. Kürtler için hep şu söylenir, Kürt halkının bugünlere gelmesinde en belirleyici yön, çok güçlü bir sözlü edebiyata ve yaşamsal kültüre sahip olmasıdır. Tarihsel olarak, coğrafik konumlanmasından kaynaklı olarak da çok fazla istilacı akımlara maruz kalmış olmasına rağmen, bu egemen istilacı güçlerin kültürleri içinde hiçbir zaman erimemiş, aksine kendi toplumsal kültürleri çok daha güçlü ve zengin olduğundan egemen halkları kendi kültürleri içinde eritme yetisine sahip olmuşlardır.
Bu yaşam tarzlarındaki zenginlik ve renkliliği, en iyi yine folklorik seyirlik oyunlarında, acı ve sevinç ritüellerinde, hasat ekme-kaldırma mizansenlerinde görmekteyiz. Aslında bu kültürde dile gelen birinci doğanın ikinci doğada dile gelen ve şahlanan halidir. Bu şekli ile birinci doğanın da kendi öz savunmasını yaptığını ifade edebiliriz. Ancak bu kültürel zenginlik içinde en çarpıcı form ‘dengbêjî kültürü’ olmaktadır. İlk toplumsal oluşumdan günümüze kadar gelen bu dengbêjî kültürü, form olarak tüm sanatsal disiplinleri içinde barındıran bir özgünlük ve zenginliğe sahiptir. Hem güçlü bir zaman-mekan tarifi, tahlili, hem birinci doğanın tüm ihtişam ve diyalektiğini toplumsal doğaya uyarla- yan bir tasvir ve betimlemesi, hem gırtlak yapısındaki orijinalliği ile birinci doğadaki tüm ses dalgacıklarının çok sesli senfonik orkestra misali harmanlanması yetisi ile tam bir mu- cizevi yaratımı ifade etmektedir. Bunun yanında insanda hayal gücünü müthiş geliştirmekte, teatral-sinematografik ve plastik sanat dallarını (resim, heykel, peyzaj vs) da canlandırmaktadır. Ayrıca dengbêjî kültürü, gezginci olduğundan gittiği her yerde ortak toplumsal bir ruh ve akıl da oluşturmaktadır.
Kendisine kattığı kadar, toplumsal hafızaya da büyük katkılar sağlayarak, toplumsal var oluşta bir devamlılık ve canlılık yaratmıştır. Dengbêjî kültürü, bu anlamda en geniş ve derinlikli bir okul olma özelliğine de sahip- tir. Bu kültür ile tarih-toplum bilinci, gelenek-görenek aktarımı, karakter şekillenmesi oluşmaktadır. Toplumsal zihniyet tamamen, birinci doğanın özsel ve doğal yansımasını bulduğu bu denbêjî kültürü ile ikinci doğa dediğimiz toplum bireylerin de özgürce ve en yalın hali ile gelişmektedir. Öğrenme ve öğretme yeti ve ihtiyacının salt belli alanlara ve kalıplara sıkıştırılmasının gerekli olmadığının da bir göstergesidir. Hayat en iyi öğret- mendir denir. İşte bu, yaşanmış bu tecrübelerden edinilen bir veridir. Ayrıca dengbêjî kültürü, tasavvufi bir öze de sahiptir. Bunu demeden geçmek dengbêjî kültürünü yarım ifade etmiş olmak anlamına da gelir. Yani bir iç arınma, huzura ermeyi yani insanda dinginliği de geliştirmektedir. Şöyle bir belirlemede bulunursak sanırım hiç de yanlış olmaz; dengbêjî kültürü, etik ve estetik bütünlüğü kendi bağrında en mükemmel bütünleştiren ve yaşatan bir formdur.
Kürt halkını, bütün tarihsel süreçler boyunca yaşadığı tüm saldırılar karşısında ayakta tutan ve yok olmasının önünde engel olduğu kadar; kahraman, asi, inatçı ve direngen Kürt karakterini hep canlı tutarak, zalimlerin önünde asla baş eğ- memeyi ve direniş ruhunu da canlandıran dengbêjî kültüründeki bu hakikat olmuştur. Bu hakikat, toplumun öz savunma felsefesi olarak yaşam bulmuştur. Şunu da belirtelim, dengbêjî kültürünün güçlü olduğu dönemlerde toplumsallık daha güçlü ve bütünlüklü iken, zayıflamaya başladığı son dönemlere baktığımızda bu toplumsal kültür ve bütünlükte bir gevşeme, soğuma ve savrulmanın yaşandığını görüyoruz. Çünkü burada toplumsal köklerinden kopuş ve beraberinde bilinçli olarak empoze edilen farklı yabancı kültürlere doğru bir akış söz konusu olmaktadır. İktidarcı egemen sistemlerce, toplumun öz savunma mekanizmasının nerede olduğunun tespit edilmesiyle, bu mekanizmaya karşı topyekün bir soykırım saldırısı düzenlenmektedir. Günümüzde en temelinde yapılan saldırı türü bu olmaktadır: ‘kültürel soykırım’…
Ki kültürel soykırım, tüm fiziki soykırım uygulamalarından en tehlikelisidir. Toplumu kendisinden çalma, insanı kendi olmaktan çıkarmak anlamındadır. Oysa toplumsallığı anlamlı ve var kılan ‘xwebûn’ [kendi olma] ilkesidir. Kendi olamayan, bir ucubeye dönüşür; serseri mayın gibi her yere dağılır ve nerede nasıl patlayacağı ya da patlatılacağı belirsiz olur. Yani kültürel soykırım, toplumsal özden, etik ve estetik dokudan kopuş anlamındadır. Bu açıdan kültürel dokunun bir öz savunma mekanizması olduğunu unutmamak gerekir. Buna karşı gelişecek tüm yönelimlere karşı duyarlı bir mücadele halinde olmak şarttır. En nihayetinde, kültür, kadın eliyle gelişen ve geliştirilen, analık özü gereği de böyle süre gidecek olan bir olgu olduğundan, öz savunma bazında da en büyük rol ve sorumluluk kadınlara düşmektedir. Şunu da belirtelim ki, bahsettiğimiz dengbêjî kültürünün de ilk yaratıcısı kadındır. Tüm dengbêjî parçalarına bakalım, kadın diliyle söylenmişlerdir. Kadın, doğayla kurduğu yalın ve derin bağlarından ötürü, yaşamın sırrını keşfetmeyi bilmiş ve toplumsallık için yaşamın kaynağı, temel direği olmayı bilmiştir. Yaşam hakkını en iyi onu yaratanlar savunurlar söylemi bu noktada daha çok anlam kazanıyor.