HABER MERKEZİ
Kuzey Kürdistan
Hem nüfus yoğunluğu, hem de coğrafik alan olarak Kürdistan’ın en büyük parçasıdır. 20 milyonluk Kürt nüfusunun yaşadığı bu parçada, 1800’lü yıllardan bu yana Kürtler üzerinde çok yoğun bir ekonomik sömürü ve soykırım sürdürülmektedir. Osmanlı imparatorluğunun yıkılışının ardından, ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti ve batılı kapitalist güçler tarafından bu coğrafyada sürdürülen ekonomik sömürü, diğer parçalarda sürdürülmek istenen ekonomik baskılara da, sömürüye de öncülük ve örnek teşkil etmiştir.
Kürdistan yüz yıla yakın bir süredir T.C. tarafından bir oligarşik diktatörlükle yönetilmektedir. Son yıllara kadar Kürtler, varlıkları bile kabul edilmeyen bir konumdaydılar. Sadece Kürtler değil, T.C. içindeki tüm farklı etnik, dini, politik unsurlar, ulus devletin homojen toplum oluşturma stratejisine göre hareket eden siyasi mühendislerince çok yönlü imha-inkâr politikalarına maruz bırakılmışlardır. Bu politikaların önceliklerinden biri, tarihsel bir ihanet ve işbirlikçilik alt yapısı bulunan üst tabakasının kültürel ve politik olarak teslim alınmasıdır. Geriye kalan ana kitleyi ise kolektif Kürtlükten uzaklaştırmak için gerek fiziki, gerek siyasi ve kültürel soykırım politikalarını kesintisiz ve yoğun bir şekilde uygulamıştır. Bu politikalar sonucu ortaya çıkan sınıfsal gerçeği Rêber APO şu şekilde dile getirmektedir: Ortada ne bilinçli ve kültürlü olarak bir Kürt burjuvazisi (Zaten buna niyet bile edilmedi) ne de çağdaş proleter veya küçük burjuva sınıf vardır. Bu durumda gölge veya sanal sınıflardan bahsetmek gerekiyor.
Kürt soykırımında T.C. tarafından kullanılan temel yöntemlerden biri, egemen kültür dışındaki tüm kültürleri yasaklayan, yok sayan, suç sayan politikalar olmuştur. Farklı kültürleri egemen kültür içinde eritmeyi amaçlayan çok yönlü uygulamalar yürütülmüştür. Burada çok önemli rolü olan politika, anadilde eğitimin yasaklanmasıdır. Ulus-devlet ideolojisine göre okul-kışla-üniversitelerde verilen eğitimler Kürt varlığına ciddi zararlar vermiştir. Artık Kürtler Kürt olduklarından utanır konuma gelmişlerdir. Son dönemde buna ilişkin geliştirilen yeni politika, dilin direk inkârı üzerinden değil, Kürt dilini kullanarak Kürtlerin sistemiçileşmesini sağlamaktır. Bunun yanında Kürt kültürünü yozlaştırmak için kültür endüstrisi devreye girmiş, çok yönlü, yoğun bir saldırı altında bir kültürel yaşam söz konusudur.
Bir diğer sosyal politika Kürdistan’da fuhuş-uyuşturucu gibi toplumu yozlaştırmayı, bitirmeyi amaçlayan uygulamaların hızla yaygınlaştırılmasıdır. Bunda devletin destek ve teşviki çok açıktır.
Kürt toplumunun tarihsel-sosyal-politik özelliklerinden biri olan dinin etkisinin yoğunluğunu gören egemenlerin özelde 12 Eylül askeri darbesinden sonra yoğunca uyguladıkları bir diğer politika, dini kullanarak Kürtleri apolitikleştirmek, sistemiçileştirmek olmuştur. Burada demokrasi mücadelesi veren güçlerin dine yanlış yaklaşımlarının da etkisi olmuştur. Din, iktidarın toplumu gütmek, ehlileştirmek için kullandığı bir enstrümana dönüşmüştür. Halen Bingöl, Adıyaman, Bitlis, Urfa başta olmak üzere iktidarın aracı konumundaki tarikatların varlığı Kürt gerçeğiyle birlikte Anadolu’nun diğer halk ve kültürlerine karşı bir tehdit olmayı sürdürmektedir. Kürdistan’da demokratik modernite geleneğini temsil eden tarikatlar da az da olsa varlıklarını korumaktadırlar. Devletin din konusundaki politikalarını boşa çıkarmak açısından Kürdistan’ın dört bir yanında çoğunluğu bu medreselerde eğitim görmüş din adamları mevcuttur ve bu konuda önemli görevler üslenebilirler. Ancak bunların örgütlülükleri zayıftır.
Kuzey Kürdistan’da soykırım politikalarının temel boyutlarından bir diğeri ise ekonomik alandaki soykırım politikalarıdır. Bu politikaların bir sonucu olarak Kürtlerin temel ekonomik faaliyeti olan hayvancılık bitme eşiğine gelmiştir. Halkın kendi iradesiyle ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde bu faaliyeti yürütecek imkânları elinden alınmış, bunun yerine devlet-özel sermaye-şirket ve kuruluşlarının egemenlikleri tesis edilmiştir.
Hayvancılıkta meraların kullanımı sırasında yaşanan sıkıntılar, yem bitkilerinin temini, hayvansal ürünlerin pazarlanması, örgütlenmenin yeterli seviyede olmaması, Bölge’deki işletmelerin halen düşük kapasitede ve aile işletmesi şeklinde sürdürülmesi, arazilerin parçalı yapıda olması, sulama sorunu, arazilerin kullanımının akılcı şekilde yapılmaması ve buna bağlı olarak emeğin üretimden aldığı payın düşük kalması gibi sorunlar halen devam etmektedir. Özelde 1993-97 yılları arasında yoğunlaşan köy boşaltmalarla hem hayvancılık hem tarım bitme eşiğine getirilmiş, milyonlarca Kürt vatansızlaştırılmış, mültecileştirilmiştir. Aynı zamanda Kürdistan ve Türkiye’deki köy-kent dengesi büyük bir darbe almıştır. Kente yerleşen köylüler ciddi sosyal-kültürel zorlanmalar yaşamış ve yaşamaktadırlar. Bununla birlikte devletin askeri operasyonlarının sonucu Kürdistan coğrafyası bir serseri mayın tarlasına dönmüş, kullanılan silahların etkisiyle ormanlar ciddi anlamda zarar görmüş, eşsiz Kürdistan doğası büyük oranda tahrip edilmiştir.
2000 yılına kadar açık yürütülen bu politikalar daha sonrasında çeşitli maskelerle yine aynı amaç doğrultusunda yürütülmektedir. Bu maskenin adı bölgenin kalkınması ve bölgeye ekonomik destektir. Bu politikalar sonucunda serbest geleneksel tarım ve hayvancılık ekonomisi tasfiye edilmeye başlanmış, yerine modern endüstriyalist tarım ve hayvancılık kurulmaya başlanmıştır. Dışarıdan getirilen ve salt kârı amaçlayan kültür ırkı ve GDO’lu tohumlar aracılığıyla bölgeye has yerli ürünler ve hayvan cinsleri yok olmayla karşı karşıya bırakılmışlardır. Yerel-küçük ve orta ölçekli sermayeler her ilde yaratılmak istenen holdingler yoluyla bitirilmektedir. Kar ve ihracata dayalı üretim faaliyetleri halkın kendi ekonomisini örgütlemesinde de ciddi sorunlar yaratmaktadır. Ekonomik ve ekolojik soykırım politikalarından bir diğeri de baraj ve HES’ler yoluyla yürütülenlerdir. Baraj ve HES projelerinin yapım aşamasında yüzlerce köy boşaltılırken, yol açtıkları yıkımlar nedeniyle daha sonraki süreçte de göçler devam etmektedir.
Birkaç önemli örnek verirsek;
Keban barajı nedeniyle boşaltılan yüzlerce köy-mezra hakkında herhangi veri dahi ortada yoktur. Ilısu Barajı yapımı ile Amed, Sêrt, Şirnex, Mardîn illeri sınırları içerisinde kalan 95’i köy, 104’ü mezra ve ayrıca Êlih’e bağlı Heskêf ilçesini etkileyecektir. Ilısu projesinin gerçekleşmesi halinde 78 bin civarında insan köylerinden-yerlerinden olacak, yüz binden fazla insan da dolaylı biçimde etkilenecektir. Semsûr ili sınırları içindeki tarihi Samosat ilçesi ve yaklaşık 110 köy, Atatürk barajı nedeniyle boşaltılmış, göç daha sonraki süreçte de sürmüştür. İlin toplam nüfusu 2000 yılında 623.811 iken 2011 yılında 593.931’e düşmüştür. Birecik ve Karkamış barajlarının etkilediği Dîlok ilinin nüfusu 2000 yılında 1.285.249’dir. Toplam nüfus içerisinde köy nüfusu 276.123 iken 2011 yılında 1.753.596 olan nüfus içinde köy nüfusu 197.447’ye düşmüştür. 1976-1987 yılları arasında inşası tamamlanan Karakaya Barajı nedeniyle Amed iline bağlı onlarca köy boşaltılmıştır. Ancak doğru dürüst ne köylülere tazminat verilmiş ne de bu konu toplumsal anlamda gündeme getirilmiştir. Karakaya, Kral Kızı, Batman, Dicle, Atatürk ve Ilısu barajları 9 il, 17 ilçe ve yaklaşık 500 köyü ve toplam yaklaşık 300 bin insanı doğrudan etkilemiştir. Diğer baraj ve HES’lerle birlikte yüzlerce köy boşaltılmış, 2 milyon civarında insan, yerlerinden-yurtlarından göçertilmiştir.
Baraj ve HES projeleri nedeniyle köylülerin ellerindeki topraklar da alınmış, tarımsal arazilerin büyük kısmı sular altında kalmış, büyük ovalar ise devlet ve özel sermaye güçlerinin tekellerine alınmıştır. Arazilerin dağılımı konusunda öteden beri tesis edilmiş olan adaletsizlik, baraj-HES projelerine bağlı olarak daha da derinleştirilmiştir. Örneğin Urfa’da topraksız köylülerin genel içindeki oranı % 70 iken, son yıllarda bu oran % 90’lara çıkmış, ikinci olan Amed’de % 60 iken, % 82 gibi bir orana ulaşmıştır
Barajlarla, ulaşılmak istenen bir diğer önemli hedef de, tarımsal sulamanın kapitalistleştirilmesidir. T.C. sınırları içindeki sulanabilir 8.5 milyon hektar arazinin yaklaşık % 35i Kürdistan coğrafyasındadır. Baraj projelerinin tamamlanması halinde, T.C. geneli toplam su potansiyelinin yaklaşık % 40’ı devlet ve özel sermaye tekellerinin kontrolüne alınacaktır. Barajlar, ekonomik yıkımla birlikte toplum-doğa açısından birçok yıkıma daha yol açmaktadırlar.
Son olarak vurgulanması gereken diğer bir boyut baraj ve HES’ler yoluyla Kürdistan’da gerçekleştirilen tarihi eserlerin yok edilmesidir. Bu yolla Kürt halkı tarihsiz, hafızasız bırakılmak istenmektedir.
Tüm bu uygulamalar karşısında Kuzey Kürdistan’da demokratik ulus zihniyeti ve bunun örgütlülüğü bir düzeye ulaşmıştır, ancak bu düzey zayıf ve yetersizdir. Hem genel Türkiye hem de Kürdistan özelinde sistemden ciddi anlamda rahatsız olan kitleler olmasına karşın bunları örgütleme düzeyi hem nicel hem de nitel anlamda zayıftır. Geçen yıl içinde gelişen Gezi olaylarında da çok somut görülen ciddi bir arayış ve istem olmasına rağmen buna öncülük edecek güç zayıftır. Bunun temel nedenlerinden biri devletli sistemin gayri meşruluğuna karşı olan bilinç zayıflığıdır. Bir diğer zayıflık da belli bir bilinç düzeyi olsa bile bunu doğru çizgide örgütleyememe durumudur. Pek çok toplumsal sorunun çözümü halen devletten beklenmektedir. Örgütlenme-inşa çalışmalarını sekteye uğratan diğer bir temel yanlış da demokratik siyasetin hak mücadelesinin sistem içi hukuk mücadelesi ekseninde yürütülmesidir. Hukukun güçlü ve egemen olanın meşruluğunu sağlayan bir araç olma gerçeğini görmeme durumu vardır. Demokratik siyasetin yaşadığı temel örgütlenme sorunlarından biri de bürokratik tarzı aşamamadır. Halkın kendi sorunlarını örgütlenerek çözme yerine kurulan bürokratik yapılarla, seçilen yönetimlerden çözüm beklemek kurulan örgütlenmelerin yumuşak karnıdır. Alanda pek çok meclisin üst örgütü DTK’nın olmasına rağmen komünlerin yeterince örgütlü olmaması ayaksız bir vücut durumunu ifade eder. Bunda demokratik siyaset alanındaki kadro ve çalışanların orta sınıfa mensubiyetlerinin ya da o anlayışa yatkın olmalarının payı büyüktür.
Siyasal alandaki bu yetersizliklerin yanında ekonomi ve kültür alanındaki saldırılara karşı öz güç ve öz kültüre dayalı örgütlenmelerin bir biriyle bağlantılı şekilde yürütülmemesi durumu da mevcuttur.
Devam Edecek..
Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi