HABER MERKEZİ
Soykırımdan ‘Teröre Karşı Savaş’a Şiddetin Yasası
20. yüzyıla damgasını vuran totaliter ve faşist rejimler kendilerini var edebilmek için savaşları ve katliamları korku inşası unsuru olarak kullanmıştır. Hiroşima, Yahudi soykırımı, Rum Soykırımı, Ermeni soykırımı, Dersim Katliamı ve Halepçe Katliamı tarihe belki de hafızalarda bıraktığı dehşet anları, kan kokusu ve ölü bedenlerin teşhiri ile yansımıştır. Savaş beraberinde şiddeti ve güçlü olan iktidarın kan tutkusunu, öldürme arzusunu ve faşist zihniyetinin ürünü olarak korkuyu getirmiştir.
Yapılan her katliam ardı bireyler kimliğini, dinini, rengini, dilini, geleneğini ve onları var eden birçok unsuru ret ederek kendini var etmeye çalışmıştır. İnsanlığın ağır sonuçlarıyla hala tam olarak yüzleşemediği bu soykırım ve katliamlardan sonra, çeşitli uluslararası sözleşmelerle sözde savaş hukuku belirlenmiş, belli eylemler insanlığa karşı suçlar olarak tariflenmiş olsa da korku yoluyla tahakküm kurma mekaniği egemenlerin başucu yöntemi olmaya devam etmiştir. Savaş olmasa bile savaş tehdidi, katliam yapmasa bile katliam yapma ihtimali üzerinden kitleleri kontrol altına alma yaygın bir yöntem olmuştur. Sonrasında ‘Soğuk Savaş’ olarak tabir edilen dönemde, savaşın bir ihtimal olarak süreklileşmesi yoluyla halkların kontrol altında tutulması bu durumun bir örneği olarak ele alınabilir. Gerçi, erkek tahakkümcü sistemlere katliam, savaş ihtimali/senaryosu üzerinden korku salmak, kontrol altına almak yetmemiştir. Kendi koydukları bütün uluslararası hukuk kurallarına rağmen kanlı senaryolarını üstelik ‘demokrasi, huzur ve güvenlik’ adına pek çok kez gerçekleştirmişlerdir.
Savaş çalışmaları literatüründe ‘yeni savaşlar’, ‘teröre karşı savaş’ olarak adlandırılan bu dönem, Asya, Ortadoğu, Afrika, Balkanlar, Kafkaslar ve diğer pek çok coğrafyada toplumsallığın yıkımı, toplumun savunmasız kalması, istikrarsızlığın süreklileşmesiyle belirleyici olmuştur. Bunun yanı sıra ister klasik devletlerarası savaşlar, ister konvansiyonel savaşlar, isterse ‘yeni savaşlar’ olarak adlandırılan adı konulmamış savaşlar döneminde olsun, savaş gibi ‘resmi’ bir şiddet eyleminin topluma yansıması ve üzerindeki etkisi çok muhtemeldir. “Savaşlar Devletin tüm yetki ve saygınlığını taşır ve savaşlarda öldürülen insan sayısıyla doğru orantılı olarak değeri artan ‘kahramanlar’ açısından bakıldığında savaş da öldürme eylemini ödüllendirmektir.”
Tabi ki savaşların oluşması için gereken anlamsız bahaneler ve savaşlarda uygulanan yöntemler irdelendiğinde iktidarın kendi erkini mutlak kılmak için şiddetin ve korkunun her türlü unsurunu kullandığını ve bunu yaparken ulusal duyguları, dini ve kültürel değerleri araçsallaştırdığını görebilmekteyiz. Araçsallaşan her şey, savaş süresi boyunca değersizleşir ve hiçleşen değerler için uygulanan tüm şiddet içerikli uygulamalar ve korku inşaları onun yeniden kazanımı yolunda arttırılarak kullanılır. Kaybedilen değeri yeniden kazanmak için uygulanan tüm şiddet içerikli uygulamalar hak ve mubah görüldüğü için yaratılan korku imgeleri ve sistematik uygulamalarda bu minvalde arttırılır.
Simgeselden Gerçeğe Sistematik Şiddet: İşkencenin Sıradanlığı
Özellikle Kürt nüfusunun fazla olduğu bölgelerde yapılan sindirme, ders verme ve baskıya dayalı iktidar rejimi; zorba işgaller ve sistematik şiddet içerikli uygulamalar sözde kaybı yaşanan değerlerin ve ulus devlet zihniyetindeki faşist tutumların korunması temelinde gerçekleşmiş ve hala gerçekleşmektedir. Burada, günümüzde artık üretimi dahi yapılmayan ama Kürdistan’da etkisi maalesef ki baki olan ve Beyaz Toros olarak tabir edilen otomobil imgesi üzerinde durmak açımlayıcı olabilir. 90’lı yıllarda Kürt illerinde sokak aralarında dolaşan bir hayaletin anlatımına dönüşen Beyaz Toros, aslında birçok canın kaybedilmesi ve yaşam haklarının ellerinden alınması anlamına geliyor. Dolayısıyla Beyaz Toros sadece bir araba modeli ve rengi değil; Silopi, Cizre, Bismil, Kulp ilçelerinden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne uzanan, herkesin bildiği ama devletin bir türlü kabul etmediği, gözaltı sürecinde kaybedilenlerin simgesi olmuştur.
Kürtçenin yasaklı olduğu dönemde Cizre sokaklarında yoğurt bakracı içerisinde Kürtçe kaset saklayıp götüren bir genci konu alan kısa film ‘Mast’ta, elindeki yoğurt bakracı içerisindeki kaseti götürmeye çalışan gencin önünü kesen Beyaz Toros hem dönemin korku unsurunu hem de baskıcı ve zorba rejimin yaşatmış olduğu travmayı çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Cumartesi Anneleri’nin anlatımlarında Beyaz Toros adeta bir canavar, yok oluşun simgesi, sevilen kişilerin bir daha geri dönmediği ve hiç kimsenin hala bu kayıplardan dolayı ceza almadığı bir süreci temsil ediyor.
Her Cumartesi aynı yerde ve aynı saatte seslerini duyurmaya çalışan kayıp yakınları, bir dönemin hem kabusunu hem de devletin korkunç yüzünü haykırarak, sadece kaybedilen yakınlarının en azından kemiklerine ulaşmak için mücadele vermemektedirler, aynı zamanda korku güçlerine karşı cesaretin, umudun savunuculuğunu yapmaktadırlar. 90’lı yıllardaki kabusu ve korkuyu yansıtan Beyaz Toros ve kayıp hikayeleri bölgenin gerçeği olduğu kadar iktidarın korku inşasını da cidden ifade eden bir simge olmuştur. Beyaz Toros’un yarattığı korku imgesi olmasaydı, 2016 yılının başlarında Kürdistan sokaklarında görülmeye başlayan Siyah Ranger’lar bu kadar hızlı bir biçimde herkesin hemfikir olduğu bir korku simgesi olmazdı.
21.yüzyıla girerken egemenler muktedir kalmak için korku güçlerini hem en kanlı kaba haliyle hem de en inceltilmiş, kansız haliyle devrede tutmaktadırlar. Cezalandırma, önceden beri korku salmanın, suçludan çok suçlu olmayanı etkilemenin bir yolu olarak ele alınmıştır. Bu bakımdan, idam, zindan, sürgün gibi yöntemler öteden beri kullanılıyordu ancak modern çağın ‘ıslah evleri’, ‘cezaevleri’, hapishaneleri farklı bir değerlendirmeyi hak ediyor.
“Foucault, Klasik Çağ olarak adlandırdığı (yaklaşık olarak 17. yy’ın ortasından 18.yy’ın sonuna kadar uzanan) ve aşağı yukarı monarşi kurumuyla örtüşen dönemin hukuk anlayışına göre yasaya karşı işlenen suçun niteliği ve hedefi ne olursa olsun, aslında hükümdara karşı işlenmiş olarak kabul edildiğini söylemektedir.” Dolayısıyla suçlu bulunan kişiye verilecek ceza halka açık alanda infaz ve sonuç olarak da iktidara verilen zararın onarılmasına dönük bir eylem olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat değişen konjonktüre bağlı olarak verilen ceza ve infaz kararlarının da artık, monarşik hukuk içerisinde gerçekleştirilen halka açık seyirlik korku ve dehşet olmaktan ziyade gizli uygulamaları ve kuralları olan bir yapılanmaya yani hapishaneye dönüşmesi süreci söz konusudur.
18. yy’ın sonlarına doğru kendisini iyice ortaya koyan bu sistemin amacı suçun ve suçlunun ortaya çıkarılması, hükümranın prestijini korumak değil; bireyin davranışlarını devletin ve sistemin istediği biçimde ıslah etmek, itaatkarlaştırmak, iradesini kırarak otoriteye boyun eğen kişiye çevirmektir.
Türkiye tarihinde bunun en aşikar örneği 12 Eylül askeri darbe döneminde Ankara Mamak ve Diyarbakır 5 Nolu cezaevleri olurken, daha yakın bir zamanda Guantanamo Askeri Kampı/cezaevindeki uygulamalar da görülebilir. Şiddetin ve korkunun arttırılmaya çalışıldığı ve insanların korku ile hakimiyet altına alınmaya, iradesizleştirilmeye çalışıldığı 12 Eylül faşist darbesi süresi boyunca tutsaklar sistematik olarak işkence ve çeşitli onur kırıcı uygulamalara maruz kalınmıştır. Tüm işkencelere, irade ve onur kırıcı uygulamalara rağmen yılmadan direnen birçok tutsak, meşruiyetlerine olan inanç ve sağlam iradeleri ile işkenceyle örülen korku duvarlarını aşmışlardır.
Totaliter ve faşizan zihniyetin hapis- hanelerinde otoriteye boyun eğmeyen ve sistemin tüm zorba yapılarını ve kurallarını içselleştirmek yerine bulunduğu alanı direniş mekanına çevirenlerin gerçekliğini 5 No’lu Cezaevi yansıtmaktadır. 12 Eylül Darbesi, askeri bir cunta olmasının yanı sıra faşist ideolojisi, yoğun şiddet içeren baskıcı ve zorba rejimi, kısıtlayıcı ve irade kırıcı unsurlarını korku güçleriyle inşa etmesinden dolayı toplumsal bellekte izlerini hala korumaktadır. Doluluk oranı yüzde yüzü aşmış olan hapishaneler gerçekliğiyle karşı karşıya olduğumuz şu günlerde hapishanelerin fiziksel işkence merkezi olmaktan, egemenin koyduğu yasaları ihlal eden bireyleri cezalandırmaktan çok bireyi parçası olduğu toplumdan ayırarak yalnızlaştırma ve denetim altında tutma rolünü oynadığı görülmektedir. Esasta ise muktedire biat etmeyen herkesin gideceği yer olarak mesajını hapsettiği kişiye değil topluma veren bu mekanizmada ‘ıslah edilmesi’ hedeflenen birey değil toplumdur.
OHAL uygulamaları altında normalleştirilen hapsedilmenin sıradanlığı, keyfiliği ve rastgeleliği, uzun gözaltı süreçleri, işkencenin keyfiliği ile hapishane kendi başına birer korku gücü haline gelmiştir. Bu haliyle monarşik dönemle biçimsel olarak araya fark konulmuş olsa da temel motivasyon hala aynıdır. Buna karşın, Bastille zindanlarından 5 No’lu cezaevine, F tipi cezaevlerine kadar bireyi ve toplumu iradesizleştirmeye, edilgenleştirmeye dönük tüm uygulamalar karşısında hapishane duvarlarını aşan bir direniş damarı da her zaman canlı kalmıştır.
Hêvî Nimet Gatar