HABER MERKEZİ
Ne Yapmalı?
1993 yılında Abdullah Öcalan, kadın ordulaşma çalışmalarını bir kadın örgütlenmesi olarak geliştirirken “Eşitliğin olduğu yerde ordular olmaz.” demişti. Bugün hala patriarkal sistemin ve erkek ordulaşmasının yakıp yıktığı, her gün yeni ‘çıplak yaşamlar’ ürettiği bir gezegende yaşamaya çalışıyoruz. Peki, tarihsel süreç içerisinde oluşturulan korku güçleri ve etkilerine karşı öz savunma nasıl gerçekleştirilebilir? Arketipleşen, hafızalarda korkusu ile simgelenen, mitsel, dinsel ve siyasal açıdan bile anlatıldığında hala ürkütebilen korku inşalarına rağmen neler yapabiliriz? Edilgenleşen, iradesi kırılan, korku güçleriyle susturulan ve korkuyu içselleştirdiği oranda varlığını muktedirlere teslim eden bireyin öz savunmasını sağlayabileceği cesareti tüm bu güçlere karşı sorguladığı geçmişte ve köklerinde bulabileceğini görüyoruz. Kendine dönük sorgulamasının neticesinde kaybettiği değerleri ve varlık bilincini yeniden oluşturan birey tüm korku güçleriyle savaşabilmiştir. Egemen nasıl, korku güçleriyle yenilgi psikolojisini örgütlüyorsa, toplumsal güçler de özsavunmayla cesaret ve direnişi örgütlemiştir. Surka Alem kadınlarının yüzyıllar önce geliştirdikleri direniş eyleminin, silahlanan Ezidi kadınlarının eyleminde yeniden doğması bu hafızanın canlanmasıdır.
Arketipleşmiş ve mitleşmiş bir anlatım olan Dehak ve Demirci Kawa’nın hikayesi bu coğrafya üzerinde anlatılmış önemli bir öz savunma ve direniş hikayesidir. Dehak’ın bitmek bilmeyen katliam ve kıyım arzusu halkın kanını emmeye ve onları yok etmeye dönüşmüştür. Adeta canavarlaşan Dehak’a karşı Kawa öncülüğünde direnişe geçen halk sarayı ele geçirir ve Kawa’nın çekici ile Dehak’ın cansız bedeni yere yığılır. Tiranlaşan, canavarlaşan ve saldığı korku ile iradesini kırdığı halkın üzerinde zulümler yapan Dehak’ın sonu direniş ve özsavunmayla gelmiştir.
Bunun yanı sıra Hint mitolojisi içerisinde yer alan ve Himalayaların kızı olarak da adlandırılan Kali tanrıların başaramadığını yapar ve bir tanrıça olarak “Asura” adındaki şeytani varlıkları yener. Her yerde dehşetler saçan Asura’lara karşı ciddi bir direniş gösteren Kali hem halkı hem de tüm tanrı-tanrıçaları korumuştur. Güçlü ve gücü oranında düşmanına karşı korkuyu yaşatan ve direnişi ile tanrılar içerisinde önemli bir yeri olan Kali hem mitsel anlatımı içerisinde hem de Hindistan’da önemli bir yere sahiptir. Özcesi, anlatılan mitler ve yaşanmış olaylar içerisinde zulüm ve baskı arttığı oranda zalimin sonu hem tez hem de acı olmuştur. Klee’nin Angelus Novus yani Tarihin Meleği adlı tablosunu yorumlayan Walter Benjamin,18 yüzünü geçmişe çevirmekten alıkoyamayan tarih meleğinin geçmişi sürekli ayaklarının önüne fırlatılan bir felaket olarak görmesinden bahseder. Tarih meleği, dönüp yaşamı canlandırmak ister ancak geçmişe dönemez, geleceğe mecburdur. Şimdi tam da böyle hissediyoruz değil mi? ‘Peki geçmiş gerçekten de tek bir felaketten mi ibaret’ noktasında iş, anlam ve algı gücümüzün ne kadar korku güçlerinin hakimiyetine girdiğine kalmaktadır. Bu anlamda tarihsel hafızaya dönmek ve tarih meleğine tek bir felaket olarak görünen olaylar silsilesinin içindeki parçalanan yaşamı birleştirme gücüne sahip kişileri, anları, süreçleri algılayabilmenin koşulu mutlak karamsarlıktan çıkmak olabilir. Tarihi, felaketin ve yenilginin değil renkli, vazgeçmeyen, çoklu bir mücadelenin tarihi olarak geleceğe aktarmak güç verecektir. Sadece psikolojik ve duygusal olarak değil, yöntemsel olarak da tarihin bizimle paylaşacağı çok şey var.
Geleceği de ancak bu temelde bir mecburiyet olmaktan çıkarıp bizim kılabiliriz. Örneğin, en temel ilke olarak yukarıda ki anlatımlar da göstermektedir ki egemen yalnızlaştıkça daha fazla korku güçlerine sarılsa da yaşam kazanmıştır. Ne kadar yoğun bir baskı olursa olsun, direniş, cesaret, umut kendine her zaman yol açmıştır. Galeano, ‘Kadınlar’ kitabında küçük bir kız çocuğunun hikayesini anlatır. Görüşüne gittiği babasına bir resim çizmiştir küçük kız. Ağacın üzerinde kuşlar… Özgürlüğü çağrıştıran kuşun resminin bile içeriye alınmasına tahammülü yoktur faşizmin. Yasaktır, resim yırtılır. Bir sonraki görüşte küçük kız yine bir resim çizip götürür babasına. Bu sefer kuşlar yoktur ağaçta, küçük renkli yuvarlaklar vardır. Babası sorar “Ne bunlar elma mı, portakal mı?” Ancak değildir. Kız babasının kulağına eğilir, sessizce “Ne yapıyorsun duyacaklar, sana gizlice getirdiğim kuşların gözleridir onlar!” der. Bu anlatıdaki gerçekliğin kendisi bile egemenin korkulu rüyası olmaya yetecek güçtedir. Bilinmektedir ki egemenler korku güçlerini ne kadar şiddetle yaşamın üzerine salarsa salsın, korkunun felç eden tahakkümü yenilmez değildir.
Egemenin iktidarını sürdürmek için devreye koyduğu araçların boşa çıktığı her an, itirazın örgütlendiği, direnişin geliştirildiği, demokratik-komünal değerler etrafında beslenen egemenler karşısında savunmasızlık, çaresizlik, güçsüzlük öne çıkmış gibi görünse de bu tarihin direnenlerin tarihi olduğu unutulmamalıdır. Örneğin Kobanê’de iktidarın “düştü, düşecek” söylemleri üzerinden korku güçleri karşısında yenilgiye uğraması, kaybetmesi beklenilen bir halk gerçekliği beklentisi dillendirilirken Arin Mirkan’ın Dehak’laşan Daiş zihniyetine karşı gerçekleştirdiği fedai eylemi ve halkların Kobanê şahsında yaşamı, direnişi savunmak için ayaklanması hem bir özsavunma hem de eylemselliği açısından korku güçlerine karşı tarihi bir cevaptır. ‘Yaşamı uğruna ölebilecek kadar sevme’, muktedirin egemenliğini sürdürebilmesi adına harcanabilecek yaşamlar olarak değersizleştirilen yaşamımızı yeniden bizim kılmanın eylemi olarak egemenin kurduğu oyunu bozma gücünde olmuştur her zaman. Özcesi, ‘korku gibi cesaret de, umut da bulaşıcıdır’ belirlemesi etrafında geliştirilecek her örgütlenme, her itiraz yaşamın savunulması, egemenlerin araçlarını boşa çıkarma anlamında hayatidir. Bu minvalde iradesi tutsak edilen, hiçleştirilen, yaratılan korku imajlarıyla tahakküm altında tutulan, yaşamı değersizleştirilerek yok edilen birey ve toplum gerçekliğinin, direnişle yani karşı cevap ile aşılabileceğini yeniden gösteren eylemler, nerede kaybettiğimizi ve nerede nasıl kazanacağımızı işaret ederek köreltilen tarihsel bilinç ve iradenin öz savunma alanları olarak yeniden örgütlenmesini salık verir.
Her alanın zorbalıkla zapt edildiği, tarihin de egemen zihniyetle değiştirildiği bir düzlemde kadınların özsavunması, saldırı altındaki değerlerimizi, özetle toplumsallığımızı tekrar elde etmek ve yeniden kadın bakış açısıyla yorumlamakta olacaktır. Yaşamın bedenden ibaret olmadığı açık olduğuna göre, temel içgüdülerimizden olan koruma güdüsünü toplumsallığımız, tarihimiz, coğrafyamızla birlikte ele almak durumundayız. Anlamlı yaşam arayışıyla, demokratik direniş geleneğinin hafızasına bağlı kalarak bir araya gelme, kamplaşmaya/ bireyciliğe karşı toplumsallığı örgütleme ve bu temelde mücadele etme iktidarın dayanaklarını çürütecektir.
Üstüne koymamız gereken, köklerde, mitlerde, coğrafyadaki ‘Serhıldan’larda, toplumsallaşan bilinç yükselmesi ve ideolojik yaklaşımlarda, demokratik modernitenin var edilebileceği ahlaki-politik toplum değerleri içerisinde zulmün, dehşetin, yıkımın, hiçleşmenin karşısında umudu, yaşamı örgütleyecek en anlamlı cevapları oluşturmaktır. Kadın mücadelesinin tarihi bu cevabın ideolojik, örgütsel, kurumsal ayaklarının geliştirilmesinin tarihi olarak da okunmalıdır. Bu tarihten süzülerek geliştirilen kadın kurtuluş ideolojisinin 5 temel ilkesinde ele alınan yurtseverlik, özgür düşünce/ özgür irade, örgütlenme, mücadele, etik-estetik kavramlarının her biri korku duvarlarının delinmesi için yol göstericidir. Yaşam alanlarımızın özgürlük sorunlarımız ekseninde yeniden ele alınıp inşasını hedefleyen Jineolojînin eylem kılavuzlarını bu deneyimler etrafında örgütlemek korku inşa süreçleri karşısında özsavunmanın inşası ön açıcı olacaktır.
Hêvî Nimet Gatar