HABER MERKEZİ – Avrupa merkezli bir bilgi yapısı olan sosyoloji, aslında pozitif bilim heveslilerinin fizik, kimya ve biyoloji alanlarındaki olgulara benzer bir olgu saydıkları toplumun da aynı yaklaşımlarla izah edilebileceği iddiasından öteye gidememektedir. Çok farklı bir doğaya sahip olan insan toplumunun nesnelleştirilmeye cesaret edilmesi, sanıldığının aksine aydınlanmaya değil, daha sığ bir putlaşmaya yol açmıştır. Ulus-devletlerine bilgi yapıları sunmak için işe koşturulan Alman ideologların felsefi açılımlarının, İngiliz ideologların ekonomi-politik biliminin ve Fransız filozofların sosyolojilerinin iktidar ve sermaye birikim aygıtlarının birer meşrulaştırma aracı olduğu günümüzde bilim üzerine yapılan tartışmalarla yeterince açıklığa kavuşmuştur. Alman felsefesi, İngiliz ekonomi-politiği ve Fransız sosyolojisi, son tahlilde yükselen ulus-devlet milliyetçiliğine zemin oluşturmaktan kurtulamamışlardır. Avrupa merkezli bu sosyolojilerin bir bütün olarak Avrupa merkezli kapitalist dünya sisteminin bilgi yapıları olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Fizik bilimleri ne iddia edildiği kadar salt fiziki doğayla (Kimya ve biyoloji de buna dahildir) bağlantılıdır, ne de beşeri bilimler denilen edebiyat, tarih, felsefe, ekonomi-politik ve sosyoloji salt toplum doğasıyla ilgilidir. İki bilimin kesişme noktası olarak sosyal bilim kavramını geniş anlamıyla olumlu karşılamak mümkündür. Çünkü her bilim sosyal olmak durumundadır.
Sosyal bilim tanımında anlaşmakla sorun halledilmiyor. Daha da önemli olan neyin temel model olarak alınacağı, diğer bir deyişle toplum çözümlemesinde hangi birimin esas alınacağıdır. ?Temel birim tümüyle toplumsal doğadır? demek, sosyal bilim için fazla anlam ifade etmez. Sayısız toplumsal ilişki içinde belirleyici önemi olanları seçmek, anlamlı teorik bir yaklaşım için yapılması gereken ilk tercihtir. Seçilecek toplumsal birim geneli izah ettiği oranda anlamlı bulunacaktır.
Toplumsal alana ilişkin çeşitli modellerin geliştirildiği bilinmektedir. Bilinen ve en çok kullanılan birim olarak genelde devleti, özelde ulus-devleti esas alan yaklaşımlar daha çok burjuva orta sınıf perspektifine dayanmaktadır. Bu modelde tarih ve toplum devletlerin inşa edilme, yıkılış ve bölünme sorunları etrafında incelenir. Tarihsel-toplum gerçekliğinde en sığ yaklaşım modellerinden biri olan bu eğilim, devletlerin resmi eğitim anlayışı olmaktan öteye rol oynamaz. Devleti meşrulaştırma ideolojisi rolünü oynamak esas amacıdır. Aydınlatıcı olmaktan ziyade, karmaşık tarih ve toplum sorunlarını perdelemeye hizmet eder. En itibarsız sosyolojik yaklaşım durumundadır.
Sınıf ve ekonomiyi temel birim olarak seçen Marksist yaklaşım, devlet birimine dayalı yaklaşıma karşı kendisini alternatif model olarak formüle etmek istedi. İşçi sınıfı ve kapitalist ekonominin temel toplumsal inceleme modeli olarak seçilmesi, tarihi ve toplumu ekonomik ve sınıfsal yapısı ve önemi açısından izah etmeye katkıda bulunsa da, birçok önemli kusuru beraberinde taşımıştır. Bu yaklaşımın devlet ve diğer üstyapı kurumlarını altyapının ürünü sayması ve basit yansımalar olarak değerlendirmesi ekonomizm denilen indirgemeciliğe kaymasına yol açtı. Ekonomik indirgemecilik de tıpkı devlet indirgemeciliği gibi çok karmaşık ilişkiler bütün-lüğüne sahip olan tarihsel-toplum gerçekliğini perdeleme kusurundan kurtulamadı. Özellikle iktidar ve devlet analizinin yetersizliği, Marksizm?in adına hareket ettiğini iddia ettiği ezilen emekçi sınıflar ve halkların yeterli ideolojik ve politik donanıma erişememesine yol açtı. Dar ekonomik mücadeleyle fırsatçı devlet komploculuğu biçimindeki iktidar ve devleti yıkma ve inşa etme anlayışı, kapitalizme en az has ideolojisi olan liberalizm kadar hizmet etti. Çin ve Rus gerçeği bu hususu çok iyi aydınlatmaktadır.
Tarihi ve toplumu çoğu zaman sadece iktidar gücü, erki olarak yorumlamak isteyen anlayışlara da rastlanır. Fakat bu yaklaşımlar da devletin model seçilmesi kadar kusurludur. Her ne kadar iktidar daha kapsamlı bir inceleme birimi ise de, bu yaklaşım kendi başına toplumsal doğayı açıklamaktan yoksundur. Çok önemli bir inceleme konusu olduğu için toplumsal iktidara ilişkin incelemeler tarihi ve toplumu anlamada izah edici yanlara sahiptir. Fakat iktidar indirgemeciliği de her türlü indirgemeci anlayışta gözlemlenen kusurlar taşımaktadır.
Toplumu kuraldan yoksun, sonsuz tekilci ilişkisel gelişmeler halinde incelemek de sıkça karşımıza çıkan bir yaklaşım türüdür. Neredeyse tasvirci edebî yaklaşım modeli olarak da niteleyebileceğimiz bu aşırı göreci yaklaşımlar, ancak toplumsal ormanlar içinde kaybolmaya götürür. Tersi gibi görünen ama özde aynı rolü oynayan aşırı evrenselci yaklaşım modelleri ise, toplumu fizik yalınlığı içinde birkaç kanunla tarif etmeye çalışırlar. Toplumun zengin çeşitliliği karşısında en çok körleşmeye hizmet eden yaklaşım bu olsa gerek. Pozitivist toplum anlayışı hem aşırı göreciliği hem de aşırı evrenselciliği bağrında taşıyan en kaba model olarak anılmaya değerdir.
Liberalizm, burjuva orta sınıfın resmi ideolojisi olarak, tüm bu modellerden eklektik bir seçim biçiminde kendini sunar. Böylelikle her modelin doğru yanlarına sahip çıkmış gibi kendini sistemleştirir. Özünde tüm modellerin en kusurlu yanlarını bazı doğrularla karıştırarak, eklektizmin en tehlikeli bir biçimini sürekli inceleme modeli olarak topluma sunar. Resmi anlayış olarak toplumun kolektif hafızasını sömürgeleştirip işgal ederek ideolojik hegemonyasını kesinleştirir.
Toplumsal doğanın varoluş hali ve gelişiminin ahlâki ve politik toplum temelinde incelenmesini varsayan sosyal bilim okulunu demokratik uygarlık ekolü olarak tanımlamak mümkündür. Çeşitli sosyal bilim ekollerinin farklı inceleme birimleri vardır. Teoloji, din toplumu esas alır. Bilimsel sosyalizm sınıf temellidir. Liberalizmin temel birimi bireydir. Devlet ve iktidarı temel alanlar olduğu gibi, uygarlıkları esas alan yaklaşımlar da az değildir. Tüm bu birim temelli yaklaşımlar, çokça değindiğim gibi tarihsel ve bütünlüklü yaklaşımlar olmamaları nedeniyle eleştirilmişlerdir. Anlamlı bir inceleme toplum açısından hayati noktalarda yoğunlaşmak durumundadır. Tarih ve güncellik esas olarak o noktalarda anlatım bulmalıdır. Aksi halde incelemeler öyküsel olmaktan öteye gitmez.
Temel birimimizi ahlâki ve politik toplum olarak belirlememiz, tarihsellik ve bütünsellik boyutlarını kapsaması açısından da önem taşımaktadır. Ahlâki ve politik toplum en tarihsel ve bütünlüklü toplum anlatımıdır. Ahlâk ve politikanın kendisi tarih olarak da okunabilir. Ahlâki ve politik boyut taşıyan toplum, tüm varoluşu ve gelişiminin bütünlüğüne en yakın toplumdur. Devlet, sınıf, sömürü, kent, iktidar ve ulus olmadan toplum var olabilir, ama ahlâk ve politikadan yoksun toplum düşünülemez. Belki başka güçlerin, özellikle sermaye ve devlet tekellerinin sömürgesi, hammadde kaynağı olarak toplumlar var olabilir. Bu durumlarda ise, kendisi olmaktan çıkmış toplum kalıntıları, mirası söz konusudur.
Toplumun doğal hali olarak ahlâki ve politik topluma köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist etiketler, sıfatlar takmanın anlamı yoktur. Daha doğrusu, bu sıfatlar altında toplumları tanımlamak toplum gerçekliğini perdelemek ve toplumu unsurlara (sınıf, ekonomi, tekel) indirgemek anlamına gelecektir. Toplumsal gelişmenin teori ve pratiğinde bu kavramlar temelindeki çözüm anlatımlarında rastlanan tıkanıklık, özlerinde taşıdıkları yetersizlik ve yanlışlıktan kaynaklanmaktadır. Tarihsel materyalizme yakın duran bu sıfatlarla anılan tüm toplum analizleri bu duruma düştükten sonra, bilimsel değerleri hayli zayıf olan anlatımların daha da çözümsüz kalacakları açıktır. Dinsel boyutlu anlatımlar ahlâkın önemini yoğunca anlatmalarına rağmen, politik boyutu çoktan devlete havale etmişlerdir. Burjuva liberal yaklaşımlar ise ahlâki ve politik boyutlu toplumu sadece perdelemezler; aynı zamanda fırsat buldukları her noktada bu topluma karşı savaş açmaktan da çekinmezler. Bireycilik en az devlet ve iktidar kadar topluma karşı savaş halidir. Liberalizm, esas olarak güçsüzleştirilen toplumun (ahlâksız ve politikasız toplum) bireyciliğin her tür saldırısına hazır kılınması anlamına gelir. Liberalizm en anti-toplumcu ideoloji ve pratiktir.
Batı sosyolojisinde (Doğu sosyolojisi diye bir bilim henüz söz konusu değildir) toplum ve uygarlık sistemi kavramları çok problemlidir. Sosyolojinin sermaye ve iktidar tekellerinin yol açtığı muazzam bunalım, çelişki ve çatışma-savaş sorunlarına çözüm ihtiyacından kaynaklandığını unutmamak gerekir. Her koldan düzeni kurtarmak ve yaşanır kılmak için tez üstüne tez üretiliyordu. Hıristiyanlık öğretisinin tüm mezhepsel, teolojik ve reformist yorumlarına rağmen toplumsal sorunların her geçen süre daha da ağırlaşması üzerine, toplum sorunlarına bilimsel (pozitivist) bakışa dayalı yorumlar öne çıktı. Felsefe devrimi ve Aydınlanma dönemi (17. ve 18. yüzyıl) esasta bu ihtiyacın sonucudur. Fransız Devrimi?yle beklenen çözüm yerine sorunların daha da karmaşıklaşması, sosyolojiyi bağımsız bir bilim dalı olarak geliştirme eğilimlerini alabildiğine güçlendirdi. Ütopik sosyalistler (Saint Simon, Fourier, Proudhon), Auguste Comte ve Durkheim bu doğrultuda ön aşamaları temsil ederler. Hepsi de Aydınlanmanın çocuklarıdır. Bilime sonsuz inançları vardır. Toplumu da bilim yoluyla istedikleri gibi yeniden yaratabileceklerine inanıyorlardı. Tanrı rolüne soyunmuşlardı. Hegel?in deyişiyle, ne de olsa Tanrı yeryüzüne inmişti, hem de ulus-devlet olarak. Yapılması gereken, ?toplum mühendisliği?ne özgü incelikli projeler geliştirmek ve planlamalar yapmaktı. Ulus-devlet aracılığıyla hayata geçirilip başarılamayacak hiçbir proje ve planlama yoktu. Yeter ki ?pozitivist bilimsel? olsun ve ulus?devlet kabul etsin!
İngiliz sosyal bilimcileri (ekonomi-politikçiler) Fransız sosyolojisine ekonomik çözüm yoluyla katkıda bulunurken, Alman ideologları felsefi yoldan katkı sunuyorlardı. Adam Smith ve Hegel katkı sunanların başında gelirler. 19. yüzyıl sanayi kapitalizminin toplumu korkunç ölçülerde istismarından kaynaklanan sorunlara sağdan ve soldan olmak üzere çok çeşitli reçeteler bulunmuştu. Kapitalist tekelciliğin merkez ideolojisi olan liberalizm, tam bir eklektik yaklaşımla her fikirden yararlanıp yamalı bohça misali sistemler yaratmakta en pratik olanıydı. Sağ ve sol şematik sosyolojiler ise, geçmişe (sağın altınçağ arayışı) ya da geleceğe (ütopik toplum) ilişkin projeler geliştirirken toplumsal doğadan, tarihten ve güncelden sanki habersizdiler. Tarih ve güncel yaşam ile karşılaşırken habire parçalanıyorlardı. Hepsinin tutsağı olduğu gerçek ise, kapitalist modernitenin ağır ağır ördüğü ve hepsini zihnen ve pratik yaşam tarzıyla içine kapattığı ?demir kafes?ti. Filozof Nietzsche hepsini ?pozitivizm metafizikçileri?, ?kapitalist modernizmin hadım edilmiş cüceleri? olarak tanımlarken toplumsal hakikate daha yakın duruyordu. Nietzsche toplumun kapitalist modernizmle yutulması tehlikesine ilk dikkati çeken ender filozofların başında geliyordu. Düşüncesiyle faşizme hizmet etmekle suçlanmasına rağmen, faşizmin ve dünya savaşlarının gelişini haber veren yorumları da dikkat çekiciydi.
Artan büyük bunalımlar ve dünya savaşları, liberal merkezin sağ ve sol kollarıyla birlikte pozitivist sosyolojiyi iflas ettirmeye yetti. Toplum mühendisliğinin kendisi, metafiziği çokça eleştirmesine rağmen, en sığ metafizik olarak otoriter ve totaliter faşizmle gerçek kimliğini ortaya koydu. Frankfurt Okulu bu iflasın resmi belgesi gibidir. Annales Ecole ve 1968 gençlik başkaldırısı, başta I. Wallerstein?ın kapitalist dünya-sistem anlayışı olmak üzere çok sayıda postmodernist sosyolojik yaklaşıma yol açtı. Ekoloji, feminizm, görecilik, yeni solculuk ve dünya-sistem anlayışı gibi eğilimler çok sayıda parçaya bölünmüş bir sosyal bilimler dönemini de beraberinde getirdi. Şüphesiz bunda 1970?ler sonrasında finans kapitalin hegemonik karakter kazanması da önemli rol oynadı. Bu gelişmelerin olumlu yanı Avrupa merkezli düşünce hegemonyasının yıkılmasıydı. Olumsuzluğu ise, oldukça parçalanmış bir sosyal bilimin doğuracağı sakıncalardı.
Halklar Önderi Abdullah ÖCALAN
Devam Edecek…