HABER MERKEZİ – Fernand Braudelin değerlendirmelerinde öne çıkan süre kavramının toplumsal gelişmedeki rolünün yeterince kavranmadığı kanısındayım. Özellikle süre-kültür, süre-uygarlık ve süre-toplum biçimleri açımlanmaya muhtaç kavramlardır. Süre kavramına ilişkin bu belirleme tarihe güçlü bir katkıdır, fakat tarih bilimine yetkince uygulanamamaktadır. Buradaki çözümlemede bu kavramı cesaretle açarak kullanmaya çalışacağım.
a- En uzun süre toplumu, yani dördüncü buzul döneminin sona ermesinden sonra gelişen neolitik devrimde ana nehri oluşturan Verimli Hilal toplumu, ya benzer yeni bir buzul dönemi ya da nükleer bir felaket, önlenemeyen bir hastalık veya benzer nedenlerle varlığını fiziksel olarak sürdüremez bir duruma gelinceye kadar, geçerliliğini sürdürmek durumundadır. Çin ve Semitik kökenli kültürler, bu uzun süre toplumunda birer kol olarak yer alırlar. Diğer küçük kültürel kollar ana nehir için birer ırmak gibidir. Tezin içyapısını iyi anlamak gerekir. İnşa edilen toplum, zihniyet ve maddi kültürel öğeleriyle o denli güçlüdür ki, hiçbir iç toplumsal neden bu süre dâhilinde bu toplumu yıkamaz. Temel kültürel toplum? kavramını bu süre karşılığında kullanabiliriz. Kalıplarını, içerik ve birikimlerini tekraren de olsa sıkça vermemin nedeni, ?en uzun süre? kavramına denk düşen temel kültürel toplum tanımına ulaşmaktır. Çünkü süre ve toplum kavramları bu yeni anlamlarıyla toplumbilimine katkı sağlayıcı niteliktedir. Liberal toplumcular, daha şimdiden tarihin sonu kavramıyla kendi toplumsal algılarını sahte bir metafizikle sonsuza dek geçerli saymak isterler. Marksistler ve diğer mahşerci yaklaşımlar, zaman-mekân boyutundan kopuk bir ebedi saadet çağını vaat ederler. Kötümserler, daha çok geçmiş altınçağ anlayışını anımsayarak, şimdiki teneke çağının anlamsızlığından dem vururlar.
En uzun süre kavramı, tüm bu toplumsal teorilere göre daha bilimseldir. Somut koşullar kadar, toplumsal sistemin başı ve sonu için anlaşılır argümanlar sunmaktadır. Tarihi ne olaylar yığınına boğmakta, ne de dar toplum biçimlerinin dönemsellik basitliğine düşmektedir. Ne anlık olaylar ne de toplum biçimleri hayatın anlamını kapsamlı yorumlama yeteneğinde olabilir. Bunlar ancak kısmi anlatımları başarabilir.
En uzun süre kapsamında, temel kültürel toplumda her tür din, devlet, sanat ve hukuk kurumlarına, ekonomik, politik ve diğer temel kurumlara yer vardır. Kurumlar nicel ve nitel yönleriyle sürekli değişir. Bazıları çok küçülür, karşıtları büyür. Azı yok olurken, işlevleri ya başka kurumlarda ya da yenilerinde anlamını sürdürür. Toptancı bir anlayışla diyebiliriz ki, tüm kavramlar ve kurumları arasında oluşturucu bir diyalektik ilişki vardır. Ana kültürel toplumun tekliği, onu güçlü ortaklarından ve yeni iç oluşumlarından yoksun kılmamaktadır.
Bu noktada evrimcilerle yaratımcılar arasındaki kavgayı anlayabiliriz. Yaratımcılar en uzun süre? kavramının farkındadır. Esas güçlerini buradan almaktadır. Tanrının evreni yaratım süresi ve sonu hakkındaki ayetler kültürel anlayışla açıklanabilir. Sosyolojik olarak yorumlarsak, yaratıcı görüş, inşa edilen toplumun kutsal, yüce, görkemli özelliğinin farkındadır. Zaten Kutsal Kitapların her üçü de (Tevrat, İncil ve Kuran) Verimli Hilaldeki büyüleyici, kutsal yaşamı izah etmeye çalışan yorumlardır. İnsanlığın büyük çoğunluğunun bu üç dine mensubiyeti, geliştirdikleri yorumların niteliğinden ileri gelmektedir. Mucizevi olarak gerçekleşen (Dönem insanlığı için bu kavram anlaşılırdır) yeni kültürel yaşamın ebediyete kadar süreceğini iddia etmek, bunu temel inanış haline getirmek, bu kültürün etkileyici gücünü göstermektedir. Düşünelim: Milyonlarca yıl klan halinde yaşamış ve bir nevi primat olmaktan kurtulamamış insan kümeleri, Verimli Hilaldeki devrimle ancak mucize terimiyle izah edilebilecek olağanüstü bir toplumsal inşayla karşılaşıyorlar. Bunu kutsal, yüce, ilahi, bayramsal olarak karşılamaktan geri kalabilirler mi?
Hemen hatırlatalım ki, Durkheim gibi sosyologlar ve diğer bilimciler, toplumu olaylar ve kurumlar toplamından oluşmuş insan grupları biçiminde görmekten öteye gitmiş sayılmazlar. Sınıfsallık, devlet, ekonomi, hukuk, politika, felsefe ve din gibi anlatımlarda olay ve kurum mantığı aşılmaz. Fakat bu yaklaşımların neden bir Kitabı Mukaddes kadar değer bulamadığı bir türlü anlaşılmak istenmez. Anlatımlardaki en önemli zaaf, en uzun süre toplumunun öneminin kavranmamış olmasında yatar. Şunu yine önemle belirtmeliyim ki, insanlık kendi öyküsünün derin hafızasına sahiptir ve bunu kolayca terk edemez. Sanıldığının aksine, toplumların kutsal din kitaplarına bağlılığı, soyut bir tanrıdan ve bazı ritüelleri teşkil etmesinden ötürü değildir. Toplumlar kendi yaşam öykülerinin anlamını ve izini bu kitaplarda bulacaklarını sezdikleri için büyük saygı duyarlar. Yaşayan toplumun bir nevi hafızası rolünü oynadıkları için, bu kitaplar vazgeçilmezler arasındadır. İçindeki olaylar ve kavramların doğru olup olmaması ikinci planda kalan ayrıntılardır. Fernand Braudel, çok yerinde bir tavırla Tarih sosyolojikleşmeli, sosyoloji tarihselleşmeli derken, temel bir yöntem ve bilim yanlışlığına dikkat çekmektedir. Tarihin de süre-toplum ilişkileri anlamlıca belirlenmedikçe, ayrı ayrı tarih ve sosyoloji anlatımları toplumsal gerçekliği ağır yaralamaktan ve anlam yitimine uğratmaktan kurtulamaz. İstediğiniz kadar belgelere dayalı olay yığın, istediğiniz kadar toplumsal kurum ve kural belleyin, belgelerle açıklayın; nerede, ne zaman, hangi içerikte, yaşayanlar ne diyor sorularına yanıt verilmedikçe, tarih ve sosyolojinin anlambilimine katkıları kaba malzeme olmaktan öteye gitmez.
Evrimciler, olaylar ve olguları daha iyi tespit etmelerine rağmen, toplumsal süre kavramının anlamından yoksun oldukları için, eleştirilmekten kurtulamazlar. Toplumsal hafıza olgular ve olayların evriminden daha önemlidir. İnsan için anlambilim, olgu kayıtlarından önce gelir. Orada yaşamlarının nehir gibi akışı söz konusudur. Tanrıdan vazgeçmeyişleri de toplumsal hafızanın gücünden ileri gelmektedir. İleride daha kapsamlı yorumlayacağımız gibi, toplum tanrı kavramıyla geçmiş hafızasını özdeşleştirmektedir. Bir modernite hastalığı olan olguculuk, esasında toplumun hafızasına, dolayısıyla metafiziğine karşı durdukça eleştirilmekten kurtulamaz. Hafızasız insan nasıl yaşamda büyük güçlüklerle karşılaşıp çocuklaşırsa, hafızasını yitirmiş toplumlar da kendilerini unutup yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Hafızasını yitirmiş toplumlar kolay sömürülmekten, işgal ve asimile edilmekten kurtulamazlar.
Pozitivistler, toplumu bilimsel olarak tanımladıklarını iddia etmelerine rağmen, pozitivizm toplumun gerçek akışını en az tanıyan düşünce okuludur. Pozitivistler, kaba materyalist bir yaklaşımla toplumu tarihsiz bir yığın gibi yorumlayarak, en çarpık ve eksik bir toplum tanımıyla en tehlikeli toplumsal operasyonların yolunu açarlar. Toplumsal mühendislik kavramı pozitivizmle bağlantılıdır. Bunlar dıştan müdahaleyle topluma istenen şekli verebileceklerini sanırlar. Modernitenin de resmi anlayışı olan bu yaklaşımlarla toplumun içinde ve dışında yürütülen iktidar ve istismar savaşlarının meşru gerekçeleri oluşturulmaktadır.
Devam Edecek…
Halklar Önderi Abdullah ÖCALAN