HABER MERKEZİ
“Devrimcilik sorumluluk bilincidir, bazılarının zorla yaptığını biz büyük bir aşkla yapıyoruz.” Şehit Avareş
Aşk, ayrılıktır demiş zamansız ve mekansız olan tüm aşkın müridleri. Ve bunun için düşmüşler aşkın yoluna ve aşk ile sorarak, kendilerini aramışlar tarih boyunca. Aradıkları oysa kendilerinden ötesi olan, mekanın oluşumu, zamanın zamansızlığı, varlığın anlamıdır. Bunun için tek olmaya güçleri olmadıklarından dolayı sabırlarını sınayarak, sevgiliye ulaşmak istediler. Ve candan geçerek, vuslata erişmek istediler asırlar boyu. Hem de her an ve binlerce kez. Atom zerrecikleri gibi. Ama tükenmeyen bir cevhere sahip olduklarından ve bitmeyen bir kaynakta kendilerini bulduklarından dolayı can verdikçe arttılar, eksildikçe çoğaldılar.
‘Yakınlaş, Aşk senin sözün olsun. Bu sözle sen yakınlaş, uygun sözle sen burada ol!’ Bu sözlerle çağrıldılar ve ardından ‘lakin bu sırrı ifşa etme, hamuş ol’ denilerek sırra erişmek için aşkın yoldaşı olmayı beklediler. Ve bu dünyada aşkın sınavından geçmek için Yusuf’un kuyularında Eyüp sabrı ile beklediler beklenen o günü…
Bunun için bu sözün anlamını bilmek ve bu sırrı ifşa etmek gerekir. Aşkın sözü kararsız olana dünya yükü olur ve kahreder, ham olanı ise aldatır, bencil olandan ise her zaman kaçar.
Ama her zaman seni çağırır ve yakınlaşmanı ister. Ancak sana yol göstermez. Yol göstermediği halde ne bir harita verir, ne de bir pusula. Dümensiz, yelkensiz seni aşkın denizin de yol aldırmaya bırakır. Yol alırken boğulup vazgeçmeni istemez. Hem de dipsiz-sonsuz deryalarda aşkı aramanı bekler.
Ve yönsüz olana, mekansız ve zamansız bir yolculukta aklın dışına taşmanı ister. İşte o aranan ve arayan orada çıkar karşına. Yani zamansız, mekansız ve yönsüz deryalarda ortaya çıkar. İşte O’nun adına tüm bilgeler, arifler aşk derler. Ve ‘hu’ deyip otururlar sofrasına…
İşte o ilk düşüncedir, sonra söze gelir, ardından eyleme dönüşür ve ikrar ile muhakeme yapılır ve tarihi bir hafızaya dönüşerek toplumsal bir bellek olur. Sonunda varlığın anlamı, kaynağı, gerçeği ve kendisi olur.
Her şey O’nda doğar. Ama O, tektir. O hem kendinde görülür hem de tüm görülenlerde, hissedilenlerde görülür. Yani her varlıkta, her zerrecikte asıl var olan O’dur. Ve tüm bu varlıklarda hakikati, anlamı defalarca tekrarlatan yine O’nun gücü ve kudreti olur. Ancak diriltmeden, yaşam bahşetmeden önce diyetini ortaya koyar. Yani ruhunu alır. Ruh onundur. Geriye kalan ise kemik ve deriden ibarettir.
Nasıl ki Sokrates Atina sokaklarında hakikati bas bas bağırıp, O’nun sözü ve dili olduğunda, kendisinden vazgeçmesi istenir. Ancak o mahkum ettirilirken bile,diyeti olarak baldıran zehri içmek kendisine sunulurken bile hakikatinden vazgeçmez. Ancak Sokrates’i orada yargılayan zamanın ve mekanın yargıçları, orada Sokrates’i değil, orada eti, kemiği ve kanı yargıladılar.
Sokrates orada mıydı?
Hayır, Sokrates orada değil yargılanan kemik ve et yığınıydı. Çünkü yargıçların istedikleri diyeti o önceden düştüğü aşk yolunda vermişti ve O artık kalbinin derinliklerinde saklı olan o gizemli tılsımın yolundaydı. Artık O, aşk’ı ile kavuşacaktı. Kimseye söz etmeden yolculuğun biran önce sonlanmasını bekledi. Ve artık hakikat yolunda maşuku olmuştu, yani peşine düştüğü O aşkın kendisi olmuştu. O zaman ‘kim kimdi, beden ve ruh neredeydi, varlık ve yokluk nasıl aynı oluyordu?’ Artık O, bunların hepsine kavuşuyordu. Çünkü Sokrates, ateşin hakikatine ulaşmış bir kelebekti. Baldıran zehri ise şerbet tadında geliyordu.
Evet, aşk yalnızlıktır. Bir nevi baldıran zehridir. Öyle peşine, gizemine ulaşmak isteyeni yakar ki artık onların bu gönül yangınını ne okyanuslar söndürür ne de başka bir şey. Onlar gönül deryası ile taşarlar. Her taştıklarında biraz daha yanarlar. Ve gönül kendi hakikatine doğru yola koyulmaya başlar. Ve beden ise bu hakikatin yangınına dayanamaz.
Bir diğer hakikatin, aşkın yolcusu, ölümü öpen derviş olarak aşk yolundan hakkın sözü olarak serden geçen Hallac-ı Mansur’dur. Hallac ömrü boyunca kendisine söylenen bu aşkın şerbetini içtikten sonra Hamuş olunması söylenmişti. Ancak Hallac, Bağdat sokaklarında bas bas bağırarak, aşkın sesi olmuştu. Ve ‘ene-l hak’ deyip bu yolda mecnuna dönmüştü. O dönemin alimleri, bilginleri tövbe etmesini ve bu aşktan vazgeçmesini istediklerinde bile O; ‘bu sözleri ben söylemiyorum ki, söyleyen O’dur’ diyordu. Ve aşk yolunda diyet verilmesi istenerek Bağdat zindanına atılır. Ancak o zindana girdiğinde oradaki gardiyan bir gün Hallac-ı zindanda göremez, diğer günü ise hem zindanın hem de Hallacın orada olmadığını görür.
Üçüncü gün ise hem Hallacın hem de zindanın orada olduğunu görür ve hayrete düşer. Ve bu durum Hallac’a sorulur. Hallac-ı Mansur ise; ‘ilk gün Aşk’a misafir oldum onun için burada değildim. İkinci gün O, zindanda bize misafir oldu. Bunun için onun misafir olduğu yer, bundan görünmedi. Üçüncü gün misafirlik bitip gittiğinde bizler burada olduk’ diyerek zaman ve mekanın aşk yolunda ne kadar anlamını yitirdiğini belirtir. Zaten Önder Apo; ‘Ben uzağı ve yakın olmayan mekan, öncesi ve sonrası olmayan zamanım, ben benim’ diyerek zaman ve mekanın aşk yolunda anlamını yitirdiğini belirtir. Bir nevi Önder Apo’nun ‘madde manayı hapsetmek, mana ise maddeyi aşmak ister’ sözünde olduğu gibi anlamın hakikatinde maddenin ve zamanın anlamsızlığı aşikar bir şekilde ifade etmektedir. Yani evrende her şeyin bir oluşum seyrinde olduğunu ve bu oluşum zaman ve mekana bağlı olmaksızın gerçekleştiğini ifade eder. Her şeyin bir oluşum içinde olduğunu ancak bu oluşumun hız ve kütleye bağlı olduğunu yıllarca kuantum fiziği ile uğraşanlar belirtmişlerdi. Ancak onların görmediği ise oluşum hızının zamana bağlı olmadığıydı. Ancak oluşumu, zamana bağlı olarak görenler bu sırra erişemediler. Çünkü bu zamanın ve mekanın bilginleri, zamanı evvel ve sonsuz denkleminde sıkıştırarak, gönlün zamansız ve mekansız olarak taştığını göremediler. Onlar mekanı yani kütleyi, hız yani zamanla birleşimde oluşumun yaşanacağını tek düze bilimle ifade etmeye ve bu çerçevede hakikate ulaşmaya çalıştılar. Ancak Önder Apo, hakikat yolunda bu ifadenin anlamsızlığını, yanılgılı olduğunu ifade etti. Ve Önder Apo; ‘tarih günümüzde, biz tarihin gizeminde saklıyız’ diyerek aşkın akan bir nehir olduğunu ve an’da yaşanması gerektiğine değindi. Yani dün ve yarını an’da yaşamak ve bu çerçevede anlamı, hakikate ulaşmaktan geçtiğini belirtti. Ve hiç bir şeyin yoktan var olmadığını her şeyin birbiri ile etki-tepki diyalektiği içerisinde devam ettiğini belirtti. İşte böylesi dönemlere kaos aralıkları olarak tanım koydu.
Devrimler de, bu kaos aralıklarında anlık gelişen olay ve olgular çerçevesinde anda oluşur. Ama ne dünden bağımsızdır, ne de yarından habersizdir. Bunun için dünü ve yarını yaşayarak an’da oluşmayı bekler ve an geldiğinde bir varlık olarak ortaya çıkar, tarihsel bir hafızaya dönüşerek, toplumsal bir zekaya ulaşır.
Bunun için devrim, aşkın yoludur. Devrimcilik ise aşk ile yapılan kutsal bir iştir. Devrimciler, aşkın yolcuları, hakikatin savaşçılarıdır. Bunun için aşk yolunda erimeye gelmeyenler, aşk dergahına teslim olmayanlar tarafından devrimler ve devrimcilik yapılamaz. Onun için bu yola koyulurken ve meşakkatli bu yolda önceden diyetin elinde yürümen istenir. Her gün, her saat, her saniye ve her an, atom zerrecikleri gibi bedel ister. Bu bedel verildiği an ise devrimciler can verdikçe artarlar, eksildikçe çoğalırlar ve gidenler ise artık aşkın kendisi olur. Ve ardılları ise aşkın savaşçıları, kavuşmayı bekleyen müridler olarak zamansız ve mekansız bir yolda o günü, kavuşma gününü beklerler.
Yeni Özgür POLİTİKA/Fırat DİCLE