HABER MERKEZİ
Şiddet Nedir?
Savunma gerektiren saldırılara daha yakından bakalım. Özsavunmadan bahsettiğimizde neye karşı kendimizi savunduğumuzu, yani şiddetin ne olduğunu tanımlamak gerekiyor. Ben bu noktada Hannah Arendt’in tanımına yaslanmak istiyorum, zira şiddeti iktidardan ayırıyor. Arendt için şiddet; başkalarına, kendiliğinden yapmayacakları bir şeyi yaptırmak için kullanılan bir araç, bir yöntemdir. İktidar ise; insanların yasalar çerçeve- sinde başka insanlarla bir araya gelip ortak siyasi yaşama etkide bulunmasından ortaya çıkan bir güçtür. Bunu itaatten değil, inandıklarından yapıyorlar.
Arendt, şiddetin farklı biçimlerini yoğun bir şekilde sorguladı. İncelediği hususlardan bir tanesi de, 60’lı, 70’li ve 80’li yıllardaki öğrenci hareketlerinde uygulanan karşı şiddet sorunsalıdır. Devrimci solun bazı kesimlerinde görülen şiddetin yüceltilmesini eleştiriyordu. Şiddeti sistemin değil, sadece ‘personelin’ değiştiği ‘zafer’ algısına karşı uyarılarda bulunuyordu. Olumlu örnek olarak 1956’da Hırvatistan’da yaşanan halk ayaklanmasını gösteriyordu. Bu örnekte ikna gücü ve zihinsel üstünlük sonucu, ordunun protestoculara karşı silah kullanmaya itiraz ettiğini ifade ediyor.
Arendt, siyasi sistemlerin her zaman iktidara toplumsal iradenin ifadesi oldukları yöndeki meşruluk dayanmak zorunda olduğunu ve şiddetin tümüyle yerlerine geçemeyeceğini belirtiyor. İktidar, bu anlamda sadece bilinçli bir kamudan çıkabilir. Arendt, meclislere dayalı demokratik bir federasyonu savunup, bu federasyonun (öz)amacının insanların ortak bir irade üzerinden anlaşması ve bu ortak iradenin pratikleşmesi için gerekli kurumları oluşturması gerektiğini dile getiriyor. Kendine ait bir amacı olduğundan, böylesi bir sistemde şiddet aracına artık ihtiyaç kalmıyor. Her egemenlikli sistemin en azından ufak düzeyde iktidara dayandığını söylüyor. Toplumun itaat etmeye hazır kesimleri üzerinden meşruluk sağlanmadan totaliter egemenlik sistemleri de faşist Hitler Almanyası gibi mümkün olamazdı. Ama bu, sadece şiddete dayanan bir sistemin mümkün olmadığı, bilgi ve bilinç çalışmaları ile bu sistemin iktidar zeminini yok etmenin mümkün olduğu anlamına da gelir. Şiddet kullanan egemenlik sistemleri bu anlamda hiçbir zaman uzun vadeli düşünülemez, sonsuza dek var olamazlar.
Burada sorulması gereken soru şudur: Bilgi nasıl oluşuyor? Bilgiyi, üretim sürecini, pratik deneyimden kopuk olamayacak bir süreç olarak anlıyorum. Dolayısıyla toplumsal bir değişim için kolektivite, ortaklık, beraberlik deneyimlerinin sağlanabileceği alanların yaratılması şarttır. Rojava gibi alanlar. Bu alanlar, hakim şiddet biçimlerinden ötürü fiziki olarak da savunulmalı.
Neoliberal devletlerde yaşayanlar olarak nasıl yaşamak istediğimizle ilgili kolektif bir müzakerenin başlayacağını artık söyleyemeyiz. Çünkü bu müzakere, bireyin toplumdan kopartılması ve tüketim yoluyla oyalanması yoluyla tamamen devredışı bırakıldı. Pasifize edilmiş, iradesiz, bilinçsiz bir toplumdan söz etmeliyiz. Herkes küçük, bireysel iradeyi nihai olarak görüp, ta ki her türlü iktidardan izole olana kadar bunun uygulanması için kendilerini geri çekerler. Kendilerini inanılmaz ölçüde özgür sanan temsili demokrasinin ‘yurttaşları’ siyasi gelişmelere etkide bulunma imkanına sahip değil artık.
Acı, yoksulluk, hastalık, yıkım, insanların katledilmesini önleme imkanları yok. İnsaniyet ve duyarlılıklarını biraz koruyabilmiş olanlar, dünyadan haberleri izlemeyi bırakmış ve mücadele konusunda kendileri gibi düşünen çok dar bir kesim ile sınırlı kalıyorlar.
Öcalan’ın önerisi doğrultusunda Demokratik Konfederalizmi uygulama konusunda Kürt hareketi tarafından verilen çaba sonucu toplumun iradesini (yeniden) bulma süreci başlatılmış oldu. Bu süreçle birlikte açığa çıkan şiddetten bu sürecin bir yandan başarılı olduğunu görüyoruz; çünkü “İktidarın ellerinden kaydığını hisseden iktidar sahipleri, bu iktidarın yerine şiddeti koyma eğilimine tarihte çok az karşı koyabilmişlerdir.”
Ancak diğer yandan bu sürecin şiddeti önleyecek ve toplumu, hakikat ve özgürlük arayışının ne kadar acılı olduğuna hazırlayacak kadar yeterince geniş ve radikal yürütülmediğini görüyoruz. Türkiye’de şiddetin artışından bunu görebiliyoruz. Bu noktaya gelmek zorunda değildi. Öncesinde şiddetin patlamasını önlemek için birçok farklı imkan vardı. Erdoğan diktatöryal bir sistemi savunmaktadır. Suçludur. Ancak tek başına onu suçlamak yeterli değildir. Bütün demokratik güçlerin bilinç düzeyi daha yüksek olsaydı, devlet zihniyetinin arkasında nasıl bir şiddet yattığını daha derin anlamış olsalardı, toplum içindeki çalışma, alternatif yapıların ve farklı özgürlükçü hareketler arasındaki ilişkilerin inşası daha radikal ve yoğun yürütülmüş olsaydı ittifaklar daha güçlü kurulabilirdi, aradaki çelişkiler daha az önem arz ederdi ve bireysel ihtiyaçlar geriye itilmiş olurdu.
Yvonne Heine