HABER MERKEZİ – Klasik sınıf bakışına göre Toplum; sınıflı devletçi uygarlıkla birlikte, insanın içerisine girmiş olduğu tarihsel önem ifade eden sosyolojik bir örgütlenme biçimi olarak ele alınmaktadır. Buna göre de, sınıflaşmanın olmadığı dönemlerde insanın tür olarak bir arada yaşama biçimi topluluk olarak adlandırılmaktadır. Buradan da anlaşılacağı gibi, topluluk kendi içerisinde temel sınıflar halinde bölünmeye başlamasıyla bir toplum haline gelmektedir. Toplum ise; ortaya çıkan bu temel sınıflar üzerinden kendini var eder. Buradan hareketle de sınıf sömürüsü toplumsallaşmaya yol açtığı için olumlanır.
Fakat günümüzde bu görüş doğru görülmediği gibi, toplum ve onun mücadele gerçekliğinin anlaşılması konusunda da yeterince açıklayıcı bulunmamaktadır. Hatta sömürücü egemen güçlere ve onların isimleri ile adlandırılan toplumlara tarihte hak etmedikleri düzeyde rol ve misyon biçilmesi gibi bir anlam taşıdığına dair yapılan eleştirilere de neden olmaktadır. Çünkü tamamen toplum karşıtlığını ifade eden, tarihten günümüze kadarki, sömürü ve baskıyı anlatan; köleci, feodal, kapitalist egemenlik ilişkilerini/sistemlerini, bir önceki ile kıyaslayarak ilerici olarak kabul etmek doğru değildir.
Bunun karşısında doğru olan ise; toplumun; insanın kendini var etmesi biçiminde yapılan tanımlamadır. Onun içindir ki, toplum için; insanın kendi eliyle yarattığı/ oluşturduğu; bilince, örgütlenmeye, üretime dayalı olarak gerçekleştirdiği ahlaki, politik örgütlenme biçimi olarak bir tanımda bulunmak en doğru olan bir yaklaşım olmaktadır.
İnsan topluluğunun kendi içerisinde sınıflar temelinde ayrışması ise, insanın kendini toplum olarak var etmesinin aksine kendi içerisinde alt ve üst sınıflar diye yarılması, Engelsin de dediği gibi: kendini iktidar gücü biçiminde örgütleyen üst sınıfların önce toplumun üzerinde yer alması ve ardından da giderek ona uzaklaşarak, yabancılaşması anlamına gelir.
Böyle bir gerçeklik nedeniyledir ki, toplumun dışına çıkan ve onun üzerinde baskı ve egemenliğini kurumsallaştıran bir gücü, toplum içerisinde görmenin, ele almanın ve toplum çözümlemesini de bunun üzerine kurmanın doğru sonuçlar ortaya çıkarmayacağını burada çok açık olarak belirtmek gerekmektedir. Aynı şekilde toplumun yaşadığı bu yarılmayı görmeden, buna neden olan üst sınıfları toplumun içerisinde ele almakta doğru değildir. Çünkü burada söz konusu olan yarılma, iki ana nehir akışı? biçiminde bir tarih yazımını/ele alınışını da beraberinde getirmiştir. Buna göre de; kölecilik, feodalizm ve kapitalizm diye adlandırılan sömürü ve egemenlik biçimleri, sistemleri; bu ana nehir akışları içerisinde kendi toplumlarını oluşturarak egemenlikli, devletçi tarih içerisinde yerini almışlardır. Bunun karşısında; iktidarla, devletle bütünleşmeyen, egemenlikli devletçi sisteme karşı direnerek komünal demokratik değerler temelinde yaşamada ısrar eden güçlerde, kendi mecralarında akan bir ana nehir olarak varlıklarını korumaya devam etmişlerdir. Kökleri önceki yüzyıllara, İbni Haldunlara, Şeyh Bedrettinlere kadar uzansa da, toplum üzerine ortaya konan görüşler daha çok 18. 19. yüzyıllarla birlikte belirli kuramlar, teoriler etrafında ve sosyal bilim (sosyoloji) olarak ele alınmaya başlamıştır. Auguste Comte 19.yüzyılın başlarında ortaya koymuş olduğu görüşler de bu konuda önemli bir rol oynamıştır. Ancak gerek Auguste Comte gerekse de toplum üzerine ortaya koydukları düşüncelerle önemli rol oynayan Herbert Spencer, Max Weber vb.leri, ortaya koymuş oldukları görüşleri daha çok 17. ve 18. yüzyıllarda yaşanan Aydınlanma Çağı düşünürlerinden; Spinoza, Sait Simon vb.lerinden kaynağını almıştır.
17. ve 18. yy’a kadar toplum içerisinde yaşananlar, toplumsal olaylar 19. yüzyılın başlarında bir bilim olarak sosyoloji kuramına göre ele alınmamaktaydı. Değişik nedenlere bağlanan sorunlar vb. olarak değerlendirilmekte ve tarih kayıtlarına öyle geçmekteydi. Köleleşmeye ve köleleştirilmiş olmaya karşı geliştirilen direnişler de böyle ele alınıyor ve kişilerle açıklanıyordu. Ancak, bunların kök toplum özellikleriyle olan bağı kurulamıyordu. Böyle bir ele alışla da olsa, çok açık bir şekilde olmasa da, egemenlikli devletçi uygarlık ve onun yaşamından ayrı, doğallığında başka bir yaşamı ve ilişki düzeninin anlattığı dile getirilmekteydi. Bu da çok açık bir şekilde olmasa da sınıflı devletçi uygarlık dışında, tarihte ayrı bir ana nehir akışının varlığının kabulü anlamına geliyordu.
Mücadelenin dayandığı temel, farklılıkların, çelişkinin ve çatışmanın keskinliği de bunu gerektiriyor ve beraberinde birbirine karşıt olan uygarlıkların kendi hakikatlerinin; yaşam ve ilişki biçiminin geçerli olduğu bir örgütlenmeye dönüşüyorlardı. Ancak, 17. ve 18. yyla birlikte var olan bu gerçeklik farklı ele alınmaya ve yorumlanmaya başlamıştır. Aydınlanma Çağı olarak tarihe geçen bu dönemin Aydınlanmacı Düşünürlerin geliştirdikleri düşünceler burada önemli rol oynamıştır. Çözülen feodal egemenlikli, devletçi uygarlık ve onun toplumu yerine, kendini bir sistem olarak örgütlemeye başlayan kapitalizm kendi toplumunu inşa ederken bunlardan önemli bir oranda yararlanmıştır. 18. ve 19. yy’ın toplumcu, sosyalist düşünürleri ve filozofları da Aydınlanma Çağının düşüncelerinden önemli oranda etkilendiler/yararlanmışlardır. Hatta birçok konuda bu düşünceleri kendileri için referans olarak kabul etmişlerdir. Kapitalizmin temel argümanlarını oluşturan kavramlar ve bunlara yüklenen anlamlar da bunlar içerisinde yer almaktadır. Sait Simonun toplum yaşamının yeniden örgütlenmesine ilişkin Ütopik Sosyalisti Adam Smith ve Davit Ricardonun geliştirdiği burjuva Ekonomi Politiği, Hegelin hukuk ve felsefi üzerine ortaya koyduğu görüşler de burada önemli bir rol oynamıştır. Kapitalizmin bir zorunluluk ve toplum olarak ele alınması, ekonomi olarak görülmesi de bunların kaçınılmaz bir sonucu olarak gerçekleşmiştir.
Tüm bunlarında toplum üzerine geliştirilen görüşler üzerinde etkide bulunması kaçınılmaz oldu. Bu çerçevede de 18. ve 19. yy’da ortaya konan toplumcu, sosyalist düşünceleri tamamlanmış düşüncelerdir. Marksın, Engelsin değerlendirmeleri de bu yöndedir. Ortaya çıkardıkları yapıtların sürekli bir arayışı, zenginleşme ve yenilenmeyi ifade etmesi de bunu göstermektedir.
18. ve 19.yy’dan itibaren toplumsal mücadelelerinin yorum ve değerlendirmelerinde yaşanan farklılaşma ve sorunları da böyle bir gerçeklik içerisinde ele alabiliriz. 19. yy’da sosyalizm üzerine var olan görüş ve tespitlerdeki farklılıklar; Marksizm, Anarşizm ve Ekonomizm arasında yaşanılan mücadele gerçekliği de bunu gerekli kılmaktadır. Marksizme göre; Komünizm, yaşanılması kaçınılmaz tarihsel bir toplum olarak ele alınmakta farklı sınıf ve ara katmanlardan oluşmaktadır. Nasıl köleci toplum; ilkel komünal topluluğun, feodal toplum; köleci toplumun, kapitalist toplumda; feodal toplumun içerisinden çıkmışlarsa, aynı şekilde komünist toplumda kapitalist toplumun bağrından çıkacaktır? biçiminde bir belirlemede bulunulmaktadır. Buradan hareketle de sıralamada bir sonraki toplumdan sonra var olan toplum öncekine göre ilerici olarak kabul edilmektedir.
Marksizmi böylesi bir belirlemeye götüren ise, yapmış olduğu toplum çözümlemesidir. Marksizme göre toplum maddi bir varlıktır ve aynı doğada olduğu gibi, kendi yasalarına sahiptir. Buna göre de temel yapı taşlarını onu var eden temel sınıflar ve bu sınıflar arasında çelişki oluşturmaktadır. Toplumun oluşumu, gelişimi ve yerini bir başka topluma bırakması da bunun bir sonucu olarak gerçekleşmektedir. Bu değişimde, ancak sınıf mücadelesi ve bu mücadelenin kendini somutlaştırdığı zor da ifadesini bulmaktadır. Birbirinin devamı olarak ele alınan toplumların tarihi de bunlara dayanılarak açıklanmaktadır. Buna bağlı olarak da; ilkel komünal topluluk diye adlandırılan tarihsel dönemde sınıflar olmadığı için; insan ve doğa, köleci toplumda; efendiler ve köle, feodal toplumda; serfler ve senyörler, Kapitalist topumda da burjuvazi ve proletarya arasındaki çelişkiler, temel çelişkiler olarak kabul edilmektedir. Komünist Toplumda ise sınıflar ve sınırlar ortadan kalkacağı için çelişkinin doğa ve toplum arasında olacağı dile getirilmektedir ki, Marks ve Engels’te Komünist Manifestonun ikinci baskısının önsözünde, sınıflı toplumların tarihinin, sınıf mücadeleleri ile belirlendiği yönünde yapmış oldukları belirlemelerle de bu doğrultuda olan görüşlerini ifade etmektedirler.
Burada dikkat çeken ise böyle bir yaklaşımla sosyalizm ve komünizm mücadelesinin kapitalizme karşı toplumun savunulması olarak değil de, sosyal sınıfların (burjuvazi ve proletarya diğer ara sınıf ve katmanlarla birlikte) ortak bileşkesi, adlandırılması olarak nitelendirilen kapitalizm içerisinde yürütülen bir mücadele olarak ele alınmaya başlanılmış olmasıdır. Roza Luxemburgun kapitalist olmayan toplum olmadan, kapitalizm, sermaye birikimi ve tekelciliği olmaz. Yönünde yapmış olduğu belirlemeye rağmen, geçerli kabul edilen görüş bu yöndedir. Sınıf mücadelesi ve örgütlenme, devlet, otorite, sosyalizme ulaşmada izlenecek olan yol ve yöntem konuları dışında, özellikle de toplum konusunda anarşist ve ekonomist düşünce yapısında da bu genel görüş dışında farklı bir yaklaşım söz konusu değildir.
Ancak buna rağmen sosyalist öğretinin bir gereği olarak içerisinde Aydınlanma çağının düşünürlerinin etkisi de bulunsa, öncülük edilen, geliştirilen toplumsal mücadelelerin varlığından ve bunun 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren 20. yüzyılın sonlarına kadar olan süre içerisinde tarihe damgasını vurduğunu da belirtmekte yarar vardır. Fakat böyle de olsa varılmak istenilen hedefe ulaşılamamıştır.
Bu yaklaşık 150 yılı bulan mücadele sürecinde devrimciliğin gereklerinin yerine getirilmesinde; örgütlenmede, kararlılık ve cesarette, fedakârlık ve kahramanlıkta, stratejik ustalıkta ve taktik yaratıcılıkta, mücadelede bir sorun olmadığına göre; varılmak istenilen hedefe neden ulaşılamadığının da doğru değerlendirilmesi ve yaşanan hataların nedenlerinin, kaynaklarının doğru tespit edilmesi gerekmektedir. Bu da kaçınılmaz olarak insanın toplum olarak kendini var etmesi gerçekliğini yeniden ele almayı, insanlık tarihini; ilkel-komünal topluluk, köleci, feodal, kapitalist ve komünist toplum? şeklinde art arda yaşanan süreçler olarak ele alan düz çizgisel tarih anlayışını sorgulamayı getirir ve yeni bir toplum yaklaşımını ortaya koymayı zorunlu kılar.
Bu konuda Önder Apo, düz çizgisel tarih anlayışının aksine tarihin üç toplum biçiminin veya tarzına tanıklık ettiğini söylemektedir. Buna göre de köleci-feodal ve kapitalist toplumların varlığını kabul etmediği gibi, bunları bir toplum biçimi değil, birer kölelik biçimi olarak değerlendirmektedir. Ancak bu kölelik biçimlerini de soyut bir şekilde ele almamaktadır. Dile getirmiş olduğu bu kölecilik biçimlerini, toplumun köleleştirilme biçimleri olduğuna dikkat çekerek kölecilik ve toplum arasındaki ilişkinin niteliğini de izah etme gereğini duymaktadır. Tüm bunlardan hareketle de tarihin tanık olduğu toplum biçimlerini
1-İlkel Klan Toplumu, 2-Sınıflı Devlet veya Uygarlık Toplumu, 3-Demokratik Çoklu Toplum olarak ifade etmektedir. Ayrıca bu toplum biçimlerinin düz çizgisel bir var oluş içerisinde olmadıklarını ve asıl mücadelenin de bu toplumlardan sınıflı devlet veya uygarlık toplumu ve demokratik toplum arasında toplum üzerine olduğunu belirtmektedir.