b-) Hiyerarşi ve Toplumun Yarılması
Toplum içerisinde hiyerarşiyi oluşturanlar, var olan bu konumlarını giderek kalıcılaştırmaya ve oradan da bir statüye dönüştürmeye başlamışlardır. Daha önce yeteneklerine, becerilerine, yeterlilik ve yapabilirliklerine göre toplum tarafından görevlendirilip, yine bu vasıflarını kaybettiklerinde de toplum tarafından görevden alınırlarken, ellerinde tuttukları yetkiye, bilgiye, tecrübeye ve güce dayanarak kendilerini tamamen bu demokratik işleyişin dışına çıkarmaya başlamışlardır. Görevli oldukları ve yürüttükleri çalışmalarda uzmanlaşmaları ve profesyonelleşmeleri buna imkân tanımıştır. Bu da giderek onları, toplum yaşamından/ana-kadın düzeninden uzaklaştırarak yeniden bir konumlanış içerisine girmelerine olanak sunmuştur.
Bu şekilde toplum içerisinde bir yarılma yaşanmaya başlamıştır. Bunun bir sonucu olarak da toplum içerisinde oluşan bu statüde yer alanlar, giderek elde ettikleri konumu, kendilerini var etmenin aracı haline dönüştürmüşlerdir. Böylece kendilerini eğer yöneticilerse; yöneticiliklerini, askeri şeflerse; şefliklerini sürekli kılarak kalıcılaştırmışlardır. Yaşlı Bilgeler ve Şamanlarda toplum yaşamında oynamış oldukları rolü, kendi konumlarını aynı şekilde kalıcı bir hale getirmişlerdir ki, daha sonra bu güçler oluşan iktidar ve devletin temel bileşenleri olarak kabul edilmişlerdir.
Üst sınıfların kendilerini kalıcılaştırması, toplumun elinde olanları da kendi ellerine geçirmelerine, tekel kurmalarına neden olmuştur. Bu aynı zaman da toplumun kendi hakikatlerinin; bilincinin, öz yönetiminin, ekonomisinin, estetiğinin vb.lerinin gasp edilmesi anlamına da gelmiştir. Ekonomi, üretim, yönetim, bilinç, öz savunma vb. gibi temel konularda yaşanan sorunlarda kaynağını buradan almıştır. Toplumun ürettikleri, hiyerarşiyi oluşturanların tasarrufu, kontrolü ve hâkimiyeti altına girmiş ve onların kullanımına açılmıştır. Böyle olunca da, toplumun büyük çoğunluğu ancak karnını doyururken, azınlığı oluşturan bu kesim, üretilen tüm değerlerin ve yaratılan birikimin sahibi haline gelmişlerdir. Tabii her şey bunlarla da sınırlı kalmamıştır. Elde ettikleri bu statüyü ?kalıcı? kılmak için kendi sistemlerini ve hukuklarını da oluşturmaya başlamışlardır. İktidar ve devlet de burada doğmuştur. Bunların temel işlevleri de, toplumun o ana kadarki sağladığı birikimi ve gerçekleştirdiği üretime bağlı olarak ortaya çıkardığı değerlerin gaspını kalıcılaştırmak olmuştur.
c-)Sınıflı Uygarlık Toplumları
Klasik sınıf bakışına göre ilk sınıf egemenliği, insanın tür olarak bir başka insan topluluğu tarafından köleleştirilmesiyle birlikte yaşanmaya başlamıştır. Bunun gerçekleşmesinin temel aracı rolünü oynayan da; zor aygıtı olmuştur. Bu şekilde de savaşlarda tutsak alınanlar, ilk köleleştirilenler olarak kabul edilmişlerdir. Bu çerçevede de kadının o zamana kadar toplum yaşamında oynamış olduğu rolün erkek tarafından gasp edilerek ele geçirilmesiyle birlikte başlayan ilk egemenlik biçimi, yine insan-doğa arasındaki ilişkide insan lehine değişmeye başlayan denge ve bilinç üzerinde üst sınıfların kurmuş olduğu tekelin, insanın köleleştirmesi üzerinde oynamış olduğu rol görülmemiştir.
Bilinen Tarihin Sümerlerle başladığı yönünde bir tespitte bulunulmaktadır. Egemenlikli, devletçi uygarlığın ya da ana nehir tarihinin akışı için yapılan bu tespit doğrudur. Ama bunu belirtirken de, Sümerlerden önce yaşanmış olan, hatta Sümerlerle birlikte yaşanmaya başlayan tarih karşısında, bir ana nehir biçiminde olan bir başka tarihin de yaşanmaya devam ettiği de unutulmamalıdır.
Egemenlikli, devletçi uygarlığın başlangıcı olarak kabul edilen Sümerlerde, ilk egemenlik ve köleleştirme; o bahsedildiği gibi, savaşlarda ele geçirilen tutsaklar üzerinde gerçekleştirilmemiştir. İlk egemenlik kadın üzerinde kurulmuştur. Tapınaklar ve Ziguratlar da, toplumun köleliğe ikna edildiği mekânlar olma rolünü oynamışlardır. Savaşa ve zor aygıtına dayanarak toplumun köleleştirilmesi ise, ilk tohumları atılan bu egemenlik biçimlerinin kendisini kurumsallaştırmaya başlamasıyla birlikte ancak bir sistem haline getirilebilmiştir. Bu ise, kendi içerisinde bir anda olmamıştır. Sümerlerin iki bin yılı aşan tarihinde de görüldüğü gibi; neden-sonuç ilişkisi içerisinde, bazen içi içe, bazen birbirini takip eden bir şekilde, kimi zamanda birbirlerini tetikleyerek kendi içerisinde yoğun mücadelelerin yaşandığı uzun bir süreci kapsamıştır.
Bunun öncesinde de, komünal demokratik değerler üzerinde kendini var eden kök toplum; anacıl bir özellik taşımaktadır. Soy kadına dayalı olarak belirlenirken, yine kadının rolü toplum içerisinde belirleyici bir öneme sahiptir. Hiyerarşik toplumla birlikte ancak bu gerçeklik aşılmaya başlanmıştır. Bu süreçle birlikte erkeğin iş ve av aletlerini kullanmada giderek yetkinleşmesi, bunun tecrübe ve uzmanlaşmaya dönüşmesi giderek onun toplum yaşamı üzerinde etkisinin artmasının önünü açarken, almış oldukları görevlerde kalıcılaşma ve bunu bir statüye dönüştürme gibi bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Bu da giderek toplum içerisinde kadın ve erkek arasında var olan ilişki ve toplum içerisindeki yaşamın düzenlenişinde farklılaşmaya neden olmuştur. Anacıllığın karşısında ataerkilliğin ?gelişmesi de böyle başlamıştır.
Ancak anacıllığın karşısında ataerkilliğin güç kazanması da, Sümer mitolojisinde geçen İnanna ve Enki mücadelesinde de konu edildiği gibi o kadar kolay olmamıştır. Zorlu ve uzun süreli bir mücadele dönemine yayılmıştır. Bu mücadele içerisinde egemenlikli, devletçi uygarlık kadına kölelik prangalarını/zincirlerini takarak erkeğin hükümranlığını ilan etmiş olsa da, demokratik uygarlık güçlerinin tüm öğelerinin olduğu gibi o da, varlığını direnerek korumaya devam etmiştir.
Aynı şekilde tapınakların, zigguratların toplumun köleliğe ikna edildiği mekânlar haline gelmesi de o kadar kolay gerçekleşmemiştir. Toplumun kutsallarının temsilini bulduğu, hakikatlerini anlama kavuşturarak kendini ?mana? gücüne dönüştürdüğü bu mekânlar giderek toplum hiyerarşisine askeri şef, bilge kişi ve yönetici ile birlikte- yer alan rahip(ler)in(o zamanki ruhani kişilerin) kendi otoritelerini, tartışılmazlıklarını, iktidarlarını kurumsallaştırdıkları alanlar haline gelmişlerdir. Böylece bu ibadet yerleri, o zamana kadar toplumun hakikat ve mana gücü olan ortak bilincinin, rahip ya da rahipler tarafından gasp edildiği, üzerine tekel kurulduğu mekânlar halini almışlardır. Bu şekilde Sümer rahipleri tarafından toplumun kutsalları kullanılarak, toplumun ikna edilerek köleleştirilmesinin de önü açılmıştır.
Egemenlikli, devletçi uygarlık ana nehrinin akışı içerisinde köleciliğin bir sistem olarak kendini var etmesi de bu temel üzerinden gerçekleşti. Toplumu, toplum olarak var eden değerler üzerinde kurulan bir tekel olarak kendini iktidar ve devlet olarak ilan etti ve hukukunu oluşturarak da kurumsallaştırdı. Beş bin yıllık erkek egemenlik sistem olarak adlandırılan bu tekel sistemi içerisinde yer alan kölecilik, feodalizm ve kapitalizm olarak adlandırılan yapısal süreçler/dönemlerde böyle bir gerçeklik içerisinde yerlerini aldılar.
Aslında farklı isimler adı altında adlandırılmışta olsalar; kölecilik, feodalizm ve kapitalizm arasında öze tekabül eden bir farlılıkları olmadığı gibi, bunlar zincirin farklı dönemlere denk gelen halkaları olma gibi bir özellik taşımaktadırlar. O nedenledir ki, bunların hepsine egemenlikli, devletçi uygarlık ya da sınıflı uygarlık toplumlarıdemek ve yahut kölecilik adını vermek sadece var olan bir gerçekliğin en yalın haliyle ifadelendirilmesi anlamına gelecektir. Bilimsel Sosyalizme göre de böyle bir adlandırmada bulunmak en gerçekçi olanıdır. Çünkü bilimsel sosyalizme göre de feodalizm; toprak köleliği, kapitalizmde; ücretli kölelik sistemi olarak kabul görmektedir.
Ancak, bu kölelik biçimleri arasında farklılıklar da vardır. Eğer bu farklılıklar olmasaydı ?feodalizm? ya da ?kapitalizm? olarak adlandırılmalarına gerek duyulmazdı. Biçimsel de olsa bu farklıkların anlaşılması açısından bu şekilde adlandırmalarda bulunma gereği duyulmuştur.
Böyle bir gerçeklik içerisinde Kölecilik; ifade ettiği yapısallık içerisinde toplumun köleleştirilmesinde ya da kendi köle toplumunu oluşturmasında ifadesini bulmaktadır. Burada topluma ait, toplumun kendisi dâhil hiçbir şey bırakılmamıştır. Tam bir hâkimiyet ve tekel söz konusudur. Köle, insanın bir toplum olarak var oluşunu ifade etmemektedir. Aksinin köleci sistemin bir eki olma haline gelmeyi ifade etmektedir. Hatta bu herhangi bir ek olmaktan daha çok köleci sistemin, kendini üzerinde var ettiği bir gerçeklik anlamına gelmektedir. Burada kölenin herhangi bir hakkı yoktur. Kendisine ait ise hiçbir şeyi bulunmamaktadır. Yaşayabilmesi için yerine getirmesi gereken mecburiyetleri vardır. O da istenilen her alanda, her işte köle, sahibinin isteklerini ve emirlerini yerine getirmesidir. Eğer bunları yerine getirebiliyorsa vardır, yerine getiremiyorsa yaşamasına da gerek duyulmamaktadır. Feodalizm de toprağa dayalı kölelik sistemi olarak anlam kazanmaktadır. Mülk, üzerinde ne varsa, kim yaşıyorsa o mülkün sahibine diğer adıyla da senyöre, toprak ağasına, efendiye ait olarak kabul edilmektedir. Toprak kölesini, bir başka ifadeyle de serfi, yoksul, mülkü olmayan köylüyü, köleden ayıran temel özelliği de bu gerçeklik oluşturmaktadır. Buna göre de toprak kölesi üzerinde yaşadığı/kullanıldığı toprağın bir uzantısı olarak muamele görmekte, alınıp-satılmaktadır. Köleden olan farkını da üzerinde kullanıldığı bu toprak üzerinde efendiye hizmet edecek olan yeni hizmetçiler yetiştirecekleri, tüm kullanım hakkının efendiye ait olduğu bir aile kurabilme hakkının olması oluşturmaktadır. Burada köle gibi, serfin de ürettiği ve emeğinin sonucunda ortaya çıkanla herhangi bir ilişkisi ya da bunlar üzerinde hiçbir tasarruf hakkı yoktur. O da toprak kölesi olarak, feodalizmin bir eki olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. Kapitalizm ise, ücretli kölelik sistemi olarak kabul görmektedir. Ona bu özelliği veren de kölenin, serfin yerini işçinin almış olmasıdır. İşçinin köle ve serften olan farkını da iş gücünü ücret karşılığında satması olmaktadır. Bu yönüyle de köle ve serften daha fazla düşürülmüşlüğü/köleleşmeyi yaşamaktadır.
Böyle bir gerçekliğe sahip olmasına rağmen kendisini özgür zannetmesi de onun en büyük yanılgısını oluşturmaktadır. O, hiçbir zaman üretilmesinde, ortaya çıkarılmasında en aktif bir şekilde rol oynadığı ürün üzerinde söz sahibi değildir. Onun üretimle olan ilişkisi, ürünün ortaya çıkarılmasında kullanılan iş gücü olmasıdır. Daha doğrusu para karşılığı sattığı ve bu yönüyle de artık kendisine ait olmayan iş gücüdür. Asıl olarak da köle ve serften olan farkın bu yönü; işgücünü para karşılığında kendi isteğiyle ya da özgür olarak satışa çıkarması oluşturmaktadır.
Bu yönleriyle adına ister kölecilik, ister feodalizm isterse de kapitalizm diyelim, özünde bunların hepsi bir kölelik düzenini ifade etmektedirler ve bunların hepsinin ortak özelliği aynen beden ve ruhun birbirinden ayrıştırılması gibi, toplumla onu var eden emeğin birbirinden koparılmasıdır. Diğer bir ifadeyle toplumun, onu var eden emeğe yabancılaştırılarak, kendi -toplum- olmaktan çıkarılmasıdır.
Bu şekilde adına ne denirse denilsin, ister Sümer Rahiplerinin bilinçli icadına dayandırılsın; ister devlet, savaş, zor vb. aygıtlarla, kavramlarla açıklanmaya çalışılsın, bunların hepsinin birleştikleri nokta ortaktır. Kendilerini iktidar ve devlet şeklinde örgütleyen hiyerarşik üst sınıfların; toplumu, toplum olarak var eden değerler üzerinde kurdukları tekeldir. Orada sömürülen, ezilen, baskı altında tutulan; köle, serf, işçi vb. sözcüklerle nitelendirilen alt sınıflarda onların birer ekidirler. Bu yönleriyle de egemenlikli, devletçi uygarlığın kendini üretmesinden öte bir rolleri bulunmamaktadır. Egemenlikli, devletçi uygarlık kendini tamamen böyle bir gerçeklik üzerinde bir siteme kavuşturmakta ve onlar olmadan varlığını sürdürememektedir.
Egemenlikli, devletçi ana nehir akışı içerisinde toplum bu haliyle kendi gerçekliğinden uzaklaştırılmış olmaktadır. Bu anlamda toplumun, toplum olmaktan çıkması da, onun bir başkasına ait olması anlamına gelmektedir. Köleci, feodal, kapitalist vb. nitelendirmelerle adlandırılan toplumların da ifade etmiş oldukları gerçeklikleri bundan farklı değildir.