HABER MERKEZİ – Beklendiği üzerine 23 Haziran günü İstanbul Belediye Başkanlığı seçimleri gerçekleşti. Yine seçimlere katılım önceki seçimlere oranla daha üst boyutlara ulaştı. Resmi rakamlara göre de bu oran % 85’lere vardı. Seçimlere bu kadar katılımın nedenini de toplumun AKP-MHP faşist diktatörlüğüne olan tepkisi ve 31 Mart günü ortaya çıkan sonucun iptali oluşturdu.
Aynı zaman da İstanbul’da gerçekleşen Belediye Başkanlığı seçimlerine olan ilgi de büyük oldu. Bu çerçevede de İstanbul hem iç illerden, hem de uluslararası alandan gelen gözlemcilerin, gazetecilerin, siyasetçilerin amiyane bir deyimle istilasına uğradı. Tabii, o kadar gerilimin ardından seçimlerin nasıl sonuçlanacağına dair olan meraklı bekleyişinde bunda etkisi oldu. Çünkü yapılmış ve sonuçları açıklanmış olan bir seçim iptal edilmişti ve ortada alenen yaşanan bir gasp söz konusu olmuştu. Bu da kendi doğallığı içerisinde “şimdi ne olacak?” gibi soruların sorulmasına ve bu soruların cevabını nasıl bulacağı noktasına gelinmesini anlatan heyecanlı bir bekleyişe dönüşmüştü.
Elbette oynanan müşterek bir bahiste söz konusu değildi. Yaşanan heyecanlı bekleyiş de, tamamen bundan farklı idi. Çünkü bu bekleyiş oynanan bir kumarın sonunu beklemekten çok öte bir anlam ifade etmekteydi. Biriken ve çözüm bekleyen siyasal, sosyal sorunların ve bir birikimin vardığı noktayı anlatmaktaydı. Sonuçta bir öfke patlamasına da neden olabilirdi.
İstanbul’da bunun koşulları da vardı. 15-16 Haziran 1970 işçi eylemleri, yine 2013 yılı Mayıs ayının sonlarında başlayıp Haziran ayını boydan boya saran ve ülke geneline yayılan Gezi Direnişinin ateşi bu kentte yakılmış ve sonuna kadar da burada yanmaya devam etmişti. İstanbul aynı zamanda TC devlet sınırları içerisinde yaşayan Kürdistan ve Türkiye toplumlarının birlikte yaşadıkları, emekçilerin bir kenti idi. O nedenle de böyle olması doğaldı.
Onun içindir ki, İstanbul Belediye Başkanlığı seçimleri iki aday arasında gerçekleşen bir seçim olmaktan daha çok; iki farklı düşüncenin, arayışın arasında gerçekleşen bir seçim olma özelliğine sahipti. İçerisinde farklı kesimleri, düşünce yapılarını, arayış sahiplerini taşıyan geniş bir taraftar bileşimini taşıyor olsalar da böyle bir gerçeklik söz konusu olmuştu.
Bu şekilde karşı karşıya gelen tarafların, İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerine yüklenmiş olmalarının nedenini de böyle bir gerçeklik oluşturmuştu. O nedenle de, sorun ne Ekrem İmamoğlu ne de Bin-Ali Yıldırımdı. Asıl sorun birbirlerine karşıt hale gelmiş olan kesimler arasındaydı. Kazanan Türkiye’nin yakın geleceği üzerinde de etkili olacaktı. AKP-MHP faşizminin 31 Mart günü gerçekleşen Yerel Seçimler içerisinde İstanbul Belediye Başkanlığı sonucunu, tıpkı 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinde olduğu gibi iptal etmesinin nedeni bu gerçeklik oluşturmuştu. Yine aynı şekilde 31 Mart’ta kaybettikleri İstanbul Belediye Başkanlığını yeniden “kazanmak” için tüm devlet imkanlarını kullanmasının, tehdit, baskı, hile, oyun, yasaklama, rüşvet vb. yöntemlere başvurmasının nedenini de böyle bir gerçeklik oluşturmuştu.
23 Haziran günü İstanbul Belediye Başkanlığı seçimleri yeniden gerçekleşti. En ilginç olanı da seçim yine 31 Mart’ta gerçekleşen seçimin iptaline neden olan sorumluların denetimin de yapıldı. Sonuçta yine kaybeden AKP-MHP faşist diktatörlüğü oldu. Sandık sonuçları açıklandığında kaybedenin Ekrem İmamoğlu, Kazananın Bin-Ali Yıldırım olması halinde de böyle bir gerçeklik söz konusu olacaktı. Onun içindir ki, her hâlükârda kaybeden AKP-MHP faşist diktatörlüğü olacaktı. Çünkü halkı tamamen karşılarına almış olacaklardı. Böyle bir pozisyonda da iktidar koltuğunda daha fazla kalmaları/ oturmaları olanaksız bir hale gelmiş olacağı gibi, gayri meşru olduklarını kamufle eden son perdenin de üzerlerinden aşağı doğru düşmesi anlamına gelecekti.
Böyle bir kaybediş olsa da yine kazanan; AKP-MHP karşıtı zeminde bir araya gelmiş olan geniş yelpaze oluşturan; demokrasi ve muhalif güçler olacaktı. Ekrem İmamoğlu’nun kazanmış olması da zaten kendi doğallığı içerisinde böyle bir anlam ifade edecekti. Onun içindir ki, hiçbir parti, siyasal güç, grup, çevre ve kişi kendini kandırmamalıdır. Belediye Başkanlığı koltuğuna oturan Ekrem İmamoğlu ve onun arkasında olan siyasal partiler de bu gerçeği; kazananın ve kaybedenin kişiler olmadığını bilerek hareket etmeleri gerekmektedir.
24 Haziran’la birlikte artık ne İstanbul ne de Türkiye 23 Haziran’ın Türkiye’sidir. AKP-MHP faşist diktatörlüğü sanki böyle bir gerçeklik yaşanmamış gibi hareket edebilir ya da öyle bir hava yaratmak isteyebilir. Yaşadığı yenilginin sarsıcı etkilerini, en asgari düzeye indirmek için; Güney ve Rojava Kürdistan’ındaki işgal saldırılarını daha da derinleştirerek Türkiye toplumlarını çok daha kanlı bir savaş içerisi çekmek isteyebilir. Devrimci, demokratik güçlere ve muhalif çevrelere karşı bugüne kadar yürüttüğü özel-kirli savaş saldırılarını daha da tırmandırmak isteyebilir. Ki, böyle bir yönelimin hazırlıkları içerisinde olduğu da bilinmektedir. Ancak böyle de olsa, yine sonuçta kaybedenin kendisi olacağı açıktır. Çünkü artık geri dönülmez bir yola girilmiştir. Onun içindir ki, yolun sonu görünmüş ve ondan ötesi kalmamıştır.
23 Haziran 2019 günü İstanbul’da asıl olarak gerçekleşen bunun seçimi olmuştur. AKP-MHP faşist diktatörlüğü kaybetmiştir. Kazanan Kürdistan ve Türkiye toplumları, AKP-MHP faşist diktatörlüğü karşıtı; devrimci, demokratik, muhalif güçler olmuştur.
Bundan sonra önemli olanda bu güçlerin TC devleti sınırları içerisinde kalan coğrafyayı barış içerisinde ve huzurlu, demokratik ve özgür bir sisteme kavuşturmak için üzerlerine düşen görev ve sorumluluklarını yerine getirmeleridir.
Cemal ŞERİK/Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi