HABER MERKEZİ
Bir Kızılderili şefi olan Şef Ramaon kendi halkına uygulanan sömürgeciliğe ve toplum kırıma dikkat çekmek için şu çarpıcı sözleri kullanmıştır; Başlangıçta Tanrı her halka kilden bir bardak verdi ve onlar bu bardaktan kendi yaşamlarını içtiler. Hepsi bardaklarını suya daldırlar, fakat bardakları farklıydı. Bizim bardağımız şimdi kırık. Yok, oldu.? Bardağımız kırıktı diyen Kızılderili Şef Ramaon bu atasözüyle şunları ifade etmek istediğini açıklar; halkının yaşamına anlam veren birçok şey; evde yemek yerken uyulan kurallar, ekonomik sistemin zorunlukları, köylerdeki törensel uygulamalar, ayı dansındaki malzeme, doğru ve yanlışla ilgili standartlar ve onlarla birlikte yaşamlarını biçimlendiren ve anlamlandıran her şey ortadan kayboldu. Geride kalan başka yaşam bardakları var ve belki de onlar aynı suyu içeriyorlar ancak kayıplar yerine getirilemedi.?
Sömürgecilik her dönemde, göz diktiği toprakların yer altı ve yer üstü zenginlik kaynaklarından yeterince yararlanabilmek için yerli halktan teslim olmamış ya da direnme potansiyeli bulunan kesimlere karşı göç ve sürgün seçeneğini bir politika olarak elde tutmuştur. Tarihin ilk imparatorluğunu kuran Akad kralı Sargon’dan beri sınıflı ve devletli uygarlığın bir politikası olarak günümüze kadar süre gelmiştir.
Kürdistan’da bu uygulamaların tarihi çok eskilere dayanmış olsa da, kapsam, derinlik ve devamlılık açısından kesintisiz ve oldukça planlı bir şekilde uygulandığı dönem I. Dünya savaşıyla birlikte başlayan süreç olmuştur. Bu uygulamaların temel amacı Kürt ve Kürdistan adını yeryüzünden nihai olarak silmektir. Bu sefer ki sömürgeci güçler, sadece Kürdistan’da ki yeraltı ve yer üstü zenginlik kaynaklarıyla yetinmemişlerdir. Yüzde yüz teslimiyette onları kesmemektedir. Çünkü kendi var oluşlarını Kürt ve Kürdistan’ın yok oluşunda buluyorlar. Adeta kendilerini Kürt ve Kürdistan’ın küllerinden yaratacaklarına inanmışlar. İşte bu nedenledir ki, bu sefer ki sömürgeci gücün karakteri öncekilerden çok ama çok farklıdır. Kendi varlığını, her şeyini, Kürt?ün imha ve inkârına adamıştır. 5 Haziran 1926 Ankara anlaşmasıyla bu amansız politikanın uluslararası onayı çıkarıldı. Önderlik bu anlaşma için ?Kürt soykırımın başlangıcı? der. Ama bu paranoyak politikaya giden yolun taşları İttihat Terakki döneminde döşenmiştir. İttihat Terakki Cemiyetinin önderleri Enver, Cemal, Talat Paşalar ve Balkanlar?da ki iskân, göçertme, sürgünün kısacası burada ki politikaların mucidi olan Dr. Nazım Bey(Selanikli Nazım) onlarla birlikte I. Dünya savaşına doğru giderken, Osmanlı topraklarında kendileri için tehlike arz edecek etnik unsurların kimler olduğu ve bunlara yönelik uygulanacak politikaların neler olabileceğini tartışıp netleştirmişlerdir. Bundan dolayı I. Dünya savaşının arifesinde Talat Paşa Kürdistan’da Ermeni ve Kürtlerin sosyal yaşamları hakkında detaylı bir rapor hazırlanması talimatı verir. Hazırlanan bu raporda Kürt ve Ermeni nüfusunun hala üçte birinin göçebe yaşadığı ve göçebeliğin kendileri için ne kadar tehlikeli olduğu ve biran önce bu göçebelerin yerleşik yaşama geçirilmesi gerektiğinden bahsedilir. İşin özü göçebe yaşamın kendi toplumsallığı içinde her şeyiyle kendi kendine yetinen bir yaşamı kurmuş olmalarıdır. Bu yaşam tarzıyla, devletin herhangi bir kurum ya da kuruluşuyla hiçbir şekilde temas halinde olmamış olmaları onlar için tehlike arz etmiştir. Ayrıca aşiret örgütlenmelerinin hala dimdik ayakta olmaları kurulacak bir ulus-devlet için ciddi bir tehlike idi. Devletin mahkemelerine, sağlık, eğitim, askerlik, vatandaşlık, her türlü vergi kısacası devletin her tür denetim ve uygulamaları dışında bir yaşam tarzıdır.
Ulus-devlet ile aşiret örgütlenmesi uzlaşmaz iki çelişkidirler. Birinin varlığı diğerinin inkârıdır. Bu nedenle Kürtlerin bu yaşam tarzı her tür asimilasyon, inkâr ve imha siyasetine karşı doğal bir direnişi ifade ediyordu. Kürtler açısından, tarihten günümüze Kürt inkâr ve imha siyasetine karşı doğal direniş görevi gören diğer önemli bir etken ise sahip olduğu geniş ve dağlık coğrafyasıdır. Bu coğrafya sadece Kürt?lere yaşam imkânları sunmadı, en zor anlarda dışarıdan gelen saldırılara karşı doğal bir siper görevi üstlenerek kendi çocuklarını korumasını bildi. Dağlar her zaman Kürtlerin stratejik ittifakı oldular. Bu nedenledir ki, Talat Paşa ve ittihatçılar Kürt inkâr ve imha siyasetini planlarken bu iki temel özelliği her zaman dikkate aldılar. Aşiret yapısı her zaman olası müdahaleye karşı direnecek bir güçtü, şayet bu direniş dağlık ve geniş coğrafya ile bütünleşirse – ki bu kaçınılmazdır ? o zaman tehlikenin büyüyebilme olasılığı vardı. Onun için uzun süreye yayılan kendi içinde zorlukları olacak bir asimilasyon politikası gerektirmekteydi. Her şeyden önce Kürtlerin bu aşiret örgütlenmeleri dağıtılmalı, coğrafyadan koparılmalı, moral değerlerinden uzaklaştırılmalı, tüm ekonomik imkânları ellerinden alınmalı kısacası her yönüyle savunmasız bırakılmalı ki inkâr ve imha politikasından sonuç alınabilsin. Bu nedenle 27 Mayıs 1915 tarihinde, Ermeni soykırımı için çıkartılan Tehcir kanununun 12. Maddesinde şunlar ifade edilmektedir;
– Kürtler ufak tefek kâfilere ayrılıp, silahlarından arındırılarak Türkiye’nin değişik bölgelerine gönderilecektir. Orada genel nüfusun(köy, ilçe, vilayet) yüzde beşini geçmeyecektir. Kürtlerin reisleriyle, molla ve nüfuz sahibi kişiler diğer kişilerle birlikte sevk olunacak ve orada bunlar, diğer kişilerle ilişkide bulunmayacak şekilde ayrılacak ve hükümetin gözetimi altında bulundurulacaktır.
– Hiçbir ekonomik ve sosyal güvence sağlamamak, sürekli açlık ve hastalıkla terbiye etmek aynı şekilde asimilasyon için içlerinde sürekli bir çalışma yürütülmesi gerekiyor.
– Sürgün bölgesi olarak Kürdistan’a oldukça uzak olan yörelerin (Isparta, Tekirdağ, Çanakkale…) seçilmesi,
– Yöredeki halkın, sürgün edilen Kürtleri devamlı aşağılayan, hor gören, devlete katı bir şekilde bağlı olup, ırkçı fikir yapısı taşıyan topluluklar olmalarına dikkat edilmesi,
– Sürgün edilmiş Kürtler arasında olabilecek her türlü (insani ve milli dayanışmanın) iletişimin önüne geçmek
– Her ailenin ayrı noktalara yerleştirilmeleri ve tabi ki değişmez olan karakol gözetiminde olmaları üzerinde hassasiyetle durulması,
Talat Paşa tutmuş olduğu günlük defterinde ? kara kaplı defter diye geçer – o dönemde 800 bin Kürt?ün göç ettirildiği bunların İzmir ile Halep arasına yerleştirildiği, göç ettirilen bu Kürtlerden ancak 250 ile 300 kişinin sağlam yerlerine ulaştığından bahseder. Yani 500 bin ile 550 bin Kürt bu dönemde katledilmiştir. Coğrafyasından, toplumsallığından ve tüm ekonomik imkânları ellerinden alınan ayrıca tarım ve hayvancılık dışında başka bir şeyle uğraşmamış bir halkı her şeyiyle kendisine yabancı bir ortama bırakmak bile tek başına onu aşağılamaktır. Zaten iskân edilen ortam oldukça bilinçli şekilde planlanmış ve hazırlanılmıştır. Her yönüyle onu aşağılayacak, bir lokma ekmek için en tortu işlerde çalışmak zorunda bırakılacak, giyim-kuşam, dil bilmeme, ahlak değerlerinin farklılığı her yönüyle küçük düşürülme ve hor görülmeye sebep teşkil edecektir. Kısacası Kürtlük adına ne varsa küçük düşürülmenin, hor görülmenin, dışlanmanın, açlığın, sefaletin, her türlü belanın hatta düşmanca görülmenin sebepleri arasında sayılacaktır. Bu politikalar gün geçtikçe daha da katmerleşerek devam ettirilecektir. Kürtlük?ten onun her türlü değer yargılardan kaçmak devlet kapısında sonuna kadar imkânların açılması demekti. Kürt’lük ise ateşten gömlek olmuştur. Bu dönemde yaşanan sürgün ve göçertmelerin bu insanların ruhsal dünyalarında ve psikolojileri üzerinde yaratmış olduğu tahribatın derinliğini anlayabilmek için olup bitenleri kendi zamanında ve mekânında anlamaya çalışmak gerekiyor. Sudan çıkmış bir balığın yaşamı ne kadar zor ve öldürücüyse, bu göçertme politikaları sonucu bu yerlere sürgün edilen Kürtlerin yaşamı da o kadar zor ve öldürücü olmuştur. Zira amaç ruhsal ve kültürel olarak öldürmektir.
Talat Paşa sürgün politikalarından sonuç aldığını düşünmüş olmalı ki, daha önce kurulmuş olan İAMM(İskân-i Aşair ve Muhacirin Müdüriyeti) 14 Mart 1916 yılında AMMU olarak yapılandırılır. Yapılandırmanın esas nedeni ise aşiretlerin medenileştirilmesi? olarak gösterilir. Daha sonra asimilasyon politikalarının merkezi haline dönüştürülür. İttihat Terakki hiçbir zaman Kürt inkâr ve imha politikasından vazgeçmez. Cumhuriyet döneminde Kürtlere yönelim daha kapsamlı hale gelir. Çünkü sırtlan payından kurulmuş olan TC devleti için, tek tehlikeli güç olarak Kürtler kalmıştır. Ermeniler, Rumlar, Asuriler, Keldaniler ve Çerkezler hal edilmiş, Türk’leşmeyen ve hala kendisinde ısrar eden Kürtler kalmıştır. Bir özel savaş rejimi olarak örgütlenen TC’nin 1920 ile 1950 yıllara kadar tek yoğunlaşması Kürt ve Kürdistanı haritadan silmek olmuştur. Kanun üstüne kanun çıkarmışlardır. Bakur Kürdistanında, düzmece isyan çıkartmadığı mıntıka kalmamıştır. Mili Güvenlik yayınlarında bahsetmiş olduğu ismine 28 isyan- Ağrı, Şeyh Sait ve Koçgiri dışında ? dediği hareketlerin hepsinin özünde daha önceden düşünülen göçertme ve sürgün planlarının bir parçası olduğu aşikârdır. Faşist Türk devleti Kürdistanda ki sürgün, katliam, göç, inkâr ve imha politikaları çerçevesinde ki tüm uygulamalara yasal kılıfı 20 Nisan 1924 Anayasasıyla elde edecektir. Anayasanın gerekçesinde şunlar ifade edilmektedir; Devletimiz milli bir devlettir. Çok milletli bir devlet değildir. Devlet Türk’ten başka millet tanımaz. Millet dâhilinde eşit hak ve hukuka sahip olması gereken ve başka ırktan gelen kimseler de vardır. Fakat bunlara da ırki durumlarına uygun olarak haklar tanımak veya bu anlama gelecek sözler etmek caiz değildir.? Daha sonra 25 Haziran 1927 tarihinde çıkarmış olduğu Umumi Müfettişlikler yasasıyla Kürdistan tamamıyla olağan üstü yasalarla yönetilecekti. Umumi Müfettişlik Kürdistan’da sıkıyönetim ilanıydı. Kürdistan tamamıyla toplum-kırıma uğratılıp Türkleştirilmeden böyle yönetilmekten vazgeçilmeyecekti. Bu valiliklere Kürtü Türkleştirme karşılığında her türlü inisiyatif verilmişti. Toplu sürgün, katliam, bir aşiretin tüm mal varlığına el koyma, kısacası bu valiler dönemin Tanrı- kral yetkileriyle donatılmıştı. Daha sonra ismine OHAL valiliği denilen yönetim şekline dönüşecek ve günümüzde Faşist ve diktatör Erdoğanın OHAL yasalarıyla hiç ara vermeden Kürdistan bu tür yasalarla yönetilmeye maruz bırakılacaktır. 6 Nisan 1925 tarihinde Amedte kurulan Şark İstiklal Mahkemesi sadece isyana kalkışanları yargılayacaktı. Bu mahkemeler, her ne kadar bu gerekçe ile kurulmuş olsalar da işin özünde Kürtlüğü yargılama ve Kürtlük adına ne varsa idama mahkûm edip darağacında sallandırma amaçlıydı. Bu mahkemelerin estirdiği terörizm, Kürt toplumu üzerinde ruhsal ve psikolojik olarak böylesi bir etki yaratmıştır. Her gün giymiş olduğu kıyafet ile sokağa çıkmak ?kılık-kıyafet? devrimine karşı olmak, dolayısıyla cumhuriyete karşı halifeliği desteklemek olarak yorumlanıyordu. Bu sıradan davranış darağacıyla sonuçlanabilirdi. Dolayısıyla Kürtlüğü temsil eden her şey suç kapsamına alınmıştır. Bu yetki devlet adına Umumu müfettişlere ve İstiklal Mahkemelerine verilmişti. Kürtlükten kaçış ancak böyle mümkün olabilirdi.
İnkâr ve imha politikalarından sonuç alabilmek için göçertme politikası yeterli olmuş olmayacak ki, Kürdistan coğrafyası baştanbaşa bu uygulamalara tabi kılınır. Çocuklara Kürtçe isimler vermek yasaklanır, Kürt coğrafyası yeni baştan Türkçe isimlerle isimlendirilir. Çıkarmış oldukları kılık-kıyafet kanunu ile Kürtlerin giyim-kuşamı yasaklanır, soyadı kanunuyla Kürtlere verilen komik ve aşağılayıcı soyadlarıyla adeta dalga geçirilir. Yatılı okullarla çocuklar ailelerinden alınarak deyim yerinde ise askeri kışlaya teslim edilmiş – bu okullarda ki uygulamalar askeri kışlalardaki uygulamalarla paralellik arz ediyordu. ? olur. Kürdistana gelen her devlet bürokratı, askeri, görevlisi ve siyasi parti yetkilisi Kürdistanda yapılanları az bulur ve hala Kürtlük adına nefes alıp verenlerin olduğunu görür. Onun için her gelen görevli, aklınca Kürt?leri asimile etmek için devlete akıl vermeye kalkar ve hemen bir asimilasyon politikasını devlete sunar. Kimileri Kürdistanı ortasında birkaç kanal açarak, bu kanallarla Balkanlardan getirilen Türklerin yerleştirilmesini, böylelikle Kürtler birbirinden koparılarak hızla asimile edilebileceğini, kimileri Kürt nüfusunun hala çok olduğunu ve göçertme politikalarına devam edilmesi gerektiğini, dilin yasaklanması, bölgeye bedava dergi ve gazeteler dağıtılması, Türkçe konser ve tiyatrolar düzenlenmesi, hızla her yerde okullar kurulması, doğacak çocukların Türkçe öğrenebilmeleri için Türk kızlarının Kürtlerle evlendirilmesi, aşiret yapılarının hızla dağıtılması vs. birçok öneri ve planlama yapılır. Birçoğu da uygulanır.
Türk devleti, Kürt kültürünün direnişi karşısında o kadar biçare kalır ki, Kürt?ün yoksulluktan kaynaklı sürekli sofrasının başucuna koymuş olduğu bulgur pilavı ile soğan bile, Kürt?ün mili yemeğini öğrencilere yedirerek mili duyguları şahlandırıyor diye Musa Antere dava açacaklardır. Öyle bir ülke düşünün ki, bulgur pilavı ve soğan davalık oluyor. Bu ülke de Kürt?ün karşısında sıradan bir devlet memuru hatta bir Türk milliyetçisi bile devlet gibi hareket eder. Çünkü devletin sahibidir. Uygulanan politika milli-misakı sınırları dâhilinde herkesi Türkleştirmektir. Kim daha fazla Türk olursa o daha fazla devlet sahibidir. Türkleşmeyen devlet imkânlarından faydalanamayacağı gibi her zaman ceberut devlet yüzüyle karşılaşmak durumundadır. Bu politikanın sonucudur ki, Türkiye?de Türk?ten daha fazla Türk olanlar, her zaman devşirilen kesimler olmuştur.