HABER MERKEZİ – Her ne kadar Anadolu’nun kapısı 1071 Malazgirt Savaşı ile Türklere açılmış olarak kabul edilse de, daha yoğunluklu olarak, Moğolların istilası sonrasında MS. 13.yy’da Selçuklu devletinin yıkılmasından sonraki süreçte gelişler yaşanmaya başlamıştır. Bunda İzzeddin Keykavus’un ve onunla birlikte bazı Türk obalarının sığındığı Bizans İmparatorluğunun da önemli bir rolü olmuştur. O süreçte, bugünkü gibi, çelik tellerle çevrilmiş, duvarla örülü sınırlara sahip olmayan devletlerin hükümranlıkları altında bulunan topraklar üzerinde yaşayan topluluklar arasındaki; sosyal, kültürel, ekonomik ilişkilerdeki geçişkenlik, farklı devletlerin sınırları içerisinde yaşıyor olsalar da gerek Türk gerekse de Türkmen toplulukların kendi aralarında kurulu olan ilişkiler için de geçerliliğini korumuştur. Hatta zaman zaman bu sınırları aşmışlar; mevsimler, savaşlar ve karşılaştıkları tehlikelere bağlı olarak farklı ülke ya da devletlerin sınırları içerisinde kalan toprakları kullanım alanları haline de getirebilmişlerdir. Bu konuda ciddi bir engelle de karşılaşmamışlardır. Yukarda ismini andığımız ülkelerin sınırları içerisinde kalan topraklar üzerinde yaşayan Türk ve Türkmen toplulukları içinde böyle bir gerçeklik söz konusu olmuştur.
O nedenle de denilebilir ki, Selçuklu devletinin yıkılmasından sonra Kürdistan ve Anadolu coğrafyasının birçok bölgesinde Türk ve Türkmen toplukları da yaşamaya başlamışlardır. Ancak bu yer alış içerisinde, üzerinde yaşanılan topraklarda Türk ve Türkmen topluluklarının ilişki biçimi ve kendilerini konumlandırmaları aynı olmamıştır. Bunlar içerisinde Beylikler etrafında bir araya gelen Türk toplukları yerleşik yaşama geçen, kendi içlerinde daha çok sınıfsal ayrışmayı yaşayan ve üst sınıfların egemenliği altında siyasal bir yapılanma içerisine girerlerken, aynı zamanda iktidar güçlerinin nüfus ve egemenlik alanlarının genişletilmesi ve kalıcı bir hale getirilmesinde de rol oynamışlardır.
Selçukluların dağılmasından sonra başlayan bu şekilde yaşanan konumlandırma biçimleri Osmanlı döneminde stratejik bir hal almıştır. Özellikle de Kürdistan’ın bugün Güney- Batı ve Serhat hattında coğrafyanın stratejik olarak görülen; ikmal, geçiş yollarının bulunduğu yolların kesişme ve denetleme noktalarında bu çok yaygın bir şekilde uygulanmıştır. Buna göre de, bu tür yerleşim alanları askeri bir üs, lojistik ve istihbarat sağlayan karakollar olarak kabul görülürken, buralara yerleştirilen Türk toplulukları da bir yandan birer reaya olarak; oraya yerleştirilen devlet görevlilerine, tımar sahiplerine karşı yükümlülüklerini yerine getirip vergilerini ödemişler, diğer yandan da adeta paramiliter bir milis gücü haline getirilmişlerdir. Cumhuriyet döneminde de Türk kökenli olduğu iddia edilen toplulukların Kürdistan’ın muhtelif yerlerine yerleştirme politikası daha sistemli bir biçimde uygulanmaya devam etmiştir.
Cumhuriyetin ilanından sonra, Erzurum, Erzincan, Elazığ, Diyarbakır sonraki yıllarda Van, Bitlis, Muş, Ağrı, Hakkari vb. daha birçok il ve yerleşim merkezine; Balkanlardan, Kafkaslardan, Afganistan’dan vb. ülkelerden getirilen Türk olduğu iddia edilen toplulukların yerleştirilmiş olmaları da bu konuda yaşanan somut örnekler olma özelliğine sahiptir.
Türkmen toplulukların Kürdistan ve Anadolu topraklarına göç etmeleri ve kendilerine yaşam alanları bulma arayışları iktidar/devlet toplumu olarak biçim kazanmaya başlayan, kazanan Türk toplumlarından daha farklı olmuştur. Bu topluluklar bir nevi Orta Asya?dan birlikte getirdikleri yaşam alışkanlıklarını, ilişki biçimleri ve kültürlerini korumaya çalışmışlardır. Kürdistan’daki ve Anadolu’daki iktidar/devlet dışı topluluklarla olan ilişkilerini de buna göre geliştirmişlerdir. İktidardan/devletten, yerleşik yaşamdan kendilerini uzak tutmuşlardır. Yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayacak, beslenecek, barınacak ve güvenliklerini sağlayacak biçimde kendilerini örgütlendirmişler ve konumlandırmışlardır. Diğer topluluklarla ilişki içerisinde olmuşlardır. Buna göre ekonomilerini ve savunmalarını sağlamışlardır.
Türkmen toplulukları esas olarak ekonomilerini hayvancılık üzerine kurdukları üretime dayalı olarak sürdürmüşlerdir. Konakladıkları coğrafyanın özelliğine göre de kısmi tarım ve orman ürünlerinden yararlandıkları gibi, ihtiyaçların karşılanması içinde taşıma, ulaşım vb. gibi çalışmalar içinde olmuşlardır. Elde ettikleri üretim fazlalıklarını da diğer yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak için, pazara/değişime sunarak kullanmışlardır. İktidar/devlet güçlerinden, eşkıyalardan, husumet içerisinde oldukları diğer topluluklardan kendilerini korumak için de güvenliklerini yine kendileri sağlamışlardır. O nedenle de her zaman silahlı oldukları gibi, ağırlıklı olarak mevsim koşullarına bağlı olmakla birlikte kendilerine karşı olası yönelimler/saldırılar karşısında hazırlıklı olmak içinde göçer yaşamı tercih etmişler, yüklerini, sürülerini ve ulaşım araçlarını (Develerini, atlarını, eşeklerini vb.) hep hazır halde tutmuşlardır. Kimi zaman da konakladığı, geçtikleri arazilerin sahibi olan aşiretlerle, beyliklerle anlaşarak o toprakları kullanıyor olmanın karşılığı olarak vergiler ödemişlerdir.
Ancak sürekli olarak egemen iktidar ve devletlerle ve onlarla işbirliği içerisinde olan aşiretlerle sürekli olarak çelişki, anlaşmazlık ve çatışma içerisinde de olmuşlardır. O nedenledir ki, Türkmenlerin tarihi aynı zamanda kendilerine yönelik saldırılar karşısında sürekli bir direnme tarihi olma gibi bir özellik taşımıştır. Aynı şekilde, İslam dinini de, yerleşik yaşama geçen Türk toplulukları gibi, üstten anlaşarak kabul etmemişlerdir. Kendi inançlarına ve geleneklerine bağlı kalmaya çalışmışlardır. Bu anlamda egemen, iktidar İslamına/Sünniliğe karşıt bir pozisyonda olmuşlardır. Daha çokta kendi inançları dışında olan inançlara karşı katliamcı bir özellik taşıyan iktidar İslamının/Sünniliğin ulaşamayacağı coğrafyalarda kendilerine mekan tutmaya çalışmışlardır. Daha önce Orta Asya sınırlarına kadar geniş bir alanda etkisini gösteren ve yabancısı olmadığı Zerdüşti inancında olan Kürtler ve Arap İslam/Alevileri ile ekonomik, sosyal, kültürel vb. alanlarda kurduğu ilişkiler böyle bir karşı koyuş içerisinde gerçekleşmiş ve onların inanç sistemleri ile de karşılıklı etkileşimler içerisine girilmiştir. Egemen, İktidar İslam’ın Mezhebi olan Sünniliğe karşı bir direniş içerisinde olmuştur.
Böyle bir gerçeklik içerisinde de kendilerini iktidar İslamına/ Sünniliğe karşı savunan İslam/Aleviliğine (Ali taraftarlarına) daha yakın hissetmişler ve onlarla da belirli bir ilişkilenme içerisine girmişlerdir. Daha sonra İslam Aleviliğini kabul etmelerinde de bu ilişkinin önemli bir rolü olmuştur. Ancak Alevilik içerisinde kendi dinsel inanışlarını, Zerdüşti Kürtlerle olan ilişkide yaşadıkları etkilenmeleri de belirli yönleriyle korumuşlardır. Günümüze kadar Türkmenlikle, Aleviliğin birbirini tamamlayan kimlikler olarak anılmasının/görülmesinin ve Zerdüştilikten etkilenmesinin nedenini de bu gerçeklikler oluşturmaktadır.
Türkmen obalarının, oymaklarının, İslam/Sünni mezhebini resmi din haline getirmiş olan diğer Türk topluklarının ve onların devletlerinin sürekli saldırı ve katliamlarıyla karşıya kalmış olmalarının bir nedenini de bu gerçeklik oluşturmuştur. Fakat buna karşı da sürekli olarak direnmişlerdir, katliamlar yaşamışlardır. İslam/Sünni mezhebi dışında olan inançlara sahip olan topluluklarla da sürekli olarak rahat bir ilişkilenme ve alış- veriş içerisinde olunmuştur.
Tarihte ilk Selçuklulara karşı başlayan Sultan Sencer’in esaretine kadar varan isyanlar ve sonrasında; Anadolu Selçukları ve Osmanlılar döneminde de devam etmiştir. Denilebilir ki; bu yönleriyle de kendilerini Cumhuriyet dönemine de miras olarak bırakmıştır.
Devam Edecek…
KOMÜNAR