HABER MERKEZİ
”Özgür Yaşam İnşa Diyalogları” adlı kitabının bazı bölümlerini alıntılamaya devam ediyoruz.
DONALD H. MATTHEWS ile THOMAS JEFFREY MİLEY ismindeki ABD ve İngiltere’de öğretim üyeliği yapan iki aydın, ”Kürt Özgürlük Hareketi’nin önderi, “İmralı adasına zincirlenmiş,” direnişin ve direncin sembolü ve kalesi, sorumluluk duygusu taşıyan bir lider, öngörü sahibi bir peygamber, güçlü siyasi bir vizyona sahip olan Öcalan’a saygı” diyerek değerlendirmelerine başlamışlar.
Başka, çarpıcı çarpıcı olduğu kadar da ilgi çekici bir değerlendirmeyi ise Asyalı hukukçu, aynı zamanda sosyal adalet aktivisti olan R. RADHA D’SOUZA yapmaktadır. Yazısın başlığı, ”Güney Asyalı bir kadın olarak Öcalan’ı okumak”tır: ”Öcalan’ın, mahkemeye çıkmayı, düşüncelerini dış̧ dünyaya duyurabilmenin tek yolu olarak görmesi, ‘demokrasinin’ özgürlükleri hapsettiği, bir adamın düşüncelerinin bugüne kadar üretilen en ölümcül silah stoklarını elinde bulunduran devletler için bu denli ‘güvenlik tehdidi’ oluşturduğu dünyanın nasıl bir yer olduğunu anlatmaya yeter”dir demektedir.
Önder Apo’nun görüşlerini: ”Kitabı okuyan bir Güney Asyalı olarak, Öcalan’ın iktidarla ilişkisi Sufi, Bakti, Sih ve Budist geleneklerini çağrıştıran bir yaklaşımla yüklüdür. Bu noktada aklıma, Hazreti Nizamüddin Evliya’nın şu dizeleri geliyor (M.S. 1325); ”Sen benim yoldaşım değilsin. Var kendi yoluna git. Sen zengin ol,ben ise mazlum” doğulu filozof-şairlerin sesini yankılatırcasına Öcalan şöyle yazıyor, ‘Askeri zaferler özgürlük getirmez; kölelik getirirler’ diyerek muhteşem bir kıyas yapıyor.
Çok daha çarpıcı ve biraz da bizim yabancı olduğumuz bir sahaya, bir devrimciyle Önder Apo’nun kıyaslamasını PROF. ANDREJ GRUBACİC yapıyor. San Francisco Antropoloji ve Sosyal Değişim Bölümü’nün de kurucu başkanı olan Andrej Grubacic, Önder Apo’nun düşüncelerine için: “Bundan daha iddialı bir ütopya veya gerçeklik olamaz” diyerek Balkan devrimci olan Svetozar Markoviç ile Önder Apo’nun Komunalizm görüşlerini kıyaslıyor.
Svetozar Markoviç’i Balkan sosyalizminin kurucusu olduğunu ve düşüncelerinden dolayı 1874 yılında tutuklandığını, rutubetli bir hücrede tutulduğu için vereme yakalanan genç sosyalist “Basın suçu” islemekle itham edilerek, ”Kalemi zehirli bir “sosyalist Mesih” olarak tarif ediliyor. Markoviç bunlara aldırış etmeden Sırp mahkemesinde kapitalizme ve onu suni bir şekilde yaratan ”belirli zamansal (doğrusal) ve uzamsal (devletçi) düzene demirlemiş̧ egemen ulus-devlet fikrine” karşı ateş püskürttüğünü belirtiyor.
Ulus devlete ve kapitalizme karşı yaptığı söylevlerinden dolayı suçlu bulunur ancak halk desteğinden kaynaklı idama mahkum edilmez, hapse mahkum edilir. Ağır hasta ve ölümle pençeleşirken, ”Cezaevinde yazmaya devam etti ve ömrünün bu son aylarında en önemli eserlerinden birkaçını kaleme aldı. Zadruga (Aile Komünü) ve Opstina (Köy Kömünü) kurumlarına dayalı demokratik komünalizm teorisini bu dönemde geliştirdi ve bütün Balkan halklarının devletsiz federasyonu olarak tahayyül edilen Balkan federalizmine dair fikirlerini bu süreçte tamamladı.” Markoviç, 1874 yılında, öldüğünde 28 yasındadır. Markoviç’in sloganı ise: ”Yaşasın Cumhuriyet, Yaşasın Komün, Yaşasın Komünal Özerklik!”tir.
Markoviç: ”Demokratik modernite devletsiz bir moderniteydi. Bu da beraberinde iki önemli düzeltmeyi getiriyordu. İlki zamanla girilen ilişkiydi. Demokratik modernite kapitalist modernitenin hem Marksist hem de liberal versiyonlarında ortak olan doğrusal düşünmenin yerine, şimdi’nin zamanda ve uzamda anahtar rolde olduğu ve insanların tarihi doğru bir akışa yönlendirecekleri bir an olarak işaretlendiği, yeni bir gelecek tahayyülü öneriyordu. Sosyalizm, nihai olarak şu anda toplumda görünür olan ve her zaman bir şekilde şimdi’nin çok yakınında olmuş eğilimlerin bir ürünü olacaktır. Bu güçlendirici tarihsellik içerisinde, geçmiş anlatılar aracılığıyla geleceğe taşınıyor ve şimdi, kapitalist modernitenin barbar, modern olmayan ve ahlaken yersiz görülen bir ürünü olarak, çağ dışı geçmiş halini alıyordu. İkinci değişim, uzamla veya alternatif bir siyasi örgütlenme biçimiyle ilgiydi. Merkezilikten uzaklaşmış bir federal örgütlenme devlet formuna alternatif olarak görülüyordu.” demektedir.
Markoviç, ekonomik eşitliği siyasi özgürlükten ayrı düşünmemiş, komünleşme ve ademi merkeziyetçiliği savunmuştur. Markoviç programını ekmek sorunu özyönetim sorunudur diyerek bitirmektedir” “…Kadın özgürleşmesinin devrimci sosyalizmin en önemli görevleri arasında yer aldığına” ise inanmaktadır.
Andrej Grubacic Markoviç’in görüşlerini dile getirdikçe Önder Apo ile yakınlaştığını görmemek mümkün değildir. Şöyle ki: “Bizim işimiz, gerçekte var olmayan kapitalizmi yok etmek değil, daha ziyade ekonomik gelişimin belli bir tarihsel çağı olan kapitalist ekonomi çağının üzerinden bütünen atlamak amacıyla, küçük ataerkil mülkiyeti kolektif mülkiyete dönüştürmektir. Marksist ekonomi teorisinin evriminin tamamı içerisinde yalnızca bir ama çok önemli bir hata vardır. Kapitalist toplumun gelişimi batı Avrupa toplumunun tarihidir; bu toplumun gelişim yasaları olduğu söylenen yasalar gerçekten de tamamen doğrudur. Ama bunlar insan toplumunun genel geçer yasaları değillerdir. İlle de her toplumun, (mesela, Karl Marks’ın sürekli göz önünde tuttuğu İngiltere gibi) sanayi toplumlarının geçtiği ekonomik gelişim yollarının aynısından geçmesi gerekmiyor. Bununla demek istediğimiz şu ki, herhangi bir toplum kapitalist üretimin arafından geçmek zorunda değildir”
Önder Apo beş ciltlik Demokratik Toplum Manifesto’sunda, esas olarak dile getirmek istediği bir husus tam da budur. Bir toplum illa kapitalist üretim ilişkilerinde geçmek zorunda değildir. Bugün var olan ve herkesin kapitalizme mahkum olduğu bu dünya böyle olmak zorunda olmadığı gibi kader de değildir. Bu sadece birilerinin cin gözlülüğünden, hırsızlığından ve de insanlığı hileleri ve zorbalıklarıyla tahakküm ilişkilerine zorlamalarıyla mümkün olmuştur. Özcesi, nasıl ki sosyal yapılar insan eliyle inşa edilmiş yapılar ise kapitalizm yahut kapitalist ilişkilerde insan eliyle inşa edilmişlerdir. İnsan eliyle inşa edilmiş yapıların yeniden insan eliyle düzeltilmesi, doğru bir rotaya koyulması bu bağlamda çok daha fazla mümkündür.
Markoviç’in daha çarpıcı bir tespiti ise: ”Devlet dediğimiz şey kaçınılmaz değildir ve geçici proleterya diktatörlüğü şeklinde dahi, arzu edilen bir şey değildir…
Tarihsel ve geçici bir niteliğe sahip olan yalnızca kapitalizm değil, aynı zamanda devlettir de” demesidir.
”Markoviç, devletin yerine, doğrudan demokratik ve “başlıca işlevi, bütün toplum tarafından kullanılacak bir servet yaratmak amacıyla ekonomik hayatı düzenlemek ve emeği örgütlemek olan, ‘(Komünler arası koordinasyon veya yerel özerk birimler’ şeklinde örgütlenmiş bir özyönetim tasavvur etmiştir.”
Özcesi: ”Devlet ortadan kalkacak ve toplum, tek bir büyük komün haline gelecek.” Komün ya da tam komünizm işte bu olacak, demektedir.
”Köy komünü idari, siyasi ve mali bir yapıydı.” Komün eğer işlemiyorsa nedeni komünlerde hakim olan ataerkil zihniyettir. Yani kadınların komünler içerisinde ki durumlarının kötü oluşudur. Daha doğrusu ataerkil ilişkilerinden kaynaklı kadınların baskılanmalarıdır. Komünler ilk adım olmaları itibariyle geleceğin yaşam modeli olmaları yerine birer başlangıçtırlar, bu bağlamda da: ”Sosyalist bir yeniden icat ediliş gerektiren komünal bir kurum” diye tanımlamaktadır.
Andrej Grubacic yazısını tamamlamaya doğru giderken: ”Markoviç, yerel tarımsal ve endüstriyel birliklere dayalı, doğrudan demokratik ve ademi merkeziyetçi bir tarzda örgütlenmiş ve çok kültürlü bir Balkan Federasyonu’na inanan otorite karşıtı bir sosyalistti” demektedir.
Bu kadar uzunca değerlendirmelerini Andrej Grubacic, Önder Apo’nun görüşlerine sözü getirmek için yapıyor. Önder Apo’nun; ”Kurtuluşa dönük enerjiyi ve demokratik modernitenin öznelliklerini yeniden kazanmamız, gün yüzüne çıkarmamız ve yeniden oluşturmamız gerekiyor” sözlerinden yola çıkarak: ”İşte tam da geçmiş, gelecek ve şimdi arasındaki bu ilişki içerisinde, günümüzde demokratik modernist yeniden dirilişin en özgün teorisyenlerinden biri olan Abdullah Öcalan’ın çalışmalarına rastlıyoruz…
Özgürlüğün Sosyoloji olarak adlandırdığı kayda değer bir karşı- bilimsel entelektüel proje dahilinde, geçmiş anlayışların üzerine ekleyerek, bana göre, demokrasinin en kısa ve öz tanımını yapmıştır:
“Devlet olmayan bir toplumun kendini yönetme pratiği ve süreci… Demokrasi devlet olmayan bir yönetimdir; toplulukların devlet olmadan kendilerini yönetme gücüdür…
Liberallerin afyonu olan milliyetçilik, Markoviç’te olduğu gibi yalnızca bir engel değil, ulus-devlet tarafından dayatılan dini bir bağlılıktır (Öcalan 2017). Öcalan’ın formülasyonunda, “toplum ve uygarlık buluştuğunda, esas çelişki devlet ve demokrasi arasında yaşanır…
Demokratik ulus, “toplumun kendini inşa hakkıdır,” özgür bir mutabakata ve çok kimliğe dayalı bir yoldaşlıktır. Baskı ve sömürünün kaçınılmaz bir ürünü olan etno-devletçi bir ulus yerine, “katı siyasi sınırlara, tek dile, kültüre, dine ve tarih yorumuna bağlanmamış demokratik ulus tanımı çoğulcu, özgür ve eşit yurttaşlarla toplulukların bir arada dayanışma içinde yaşam ortaklığını ifade eder… Demokratik ulus halkın iktidar ve devlete dayanmadan siyasileşerek kendini bizzat uluslaştırmasıdır. Demokratik ulus, toplumun devletleşmeden ve iktidarlaşmadan da öz savunma, ekonomik, hukuki, sosyal, diplomatik ve kültürel özerklik kurumları kurarak uluslaşabileceğini, kendini demokratik ulus olarak inşa edebileceğini kanıtlamaya çalışmaktır…
Kapitalist modernitenin alternatifi, merkezine demokratik ulusu alan, “demokratik ulusun içinde ve dışında ördüğü ekonomik, ekolojik ve barışçıl toplumdur…
Öcalan için bürokrasi, devletin bel kemiğidir ve aynı zamanda toplumu ve cemaati “doğal esaslarına” “yabancılaştıran” ve “onu evcilleştiren” bir şey olup “doğal toplumun mağarası”dır.” özerklikle birlikte demokratik konfederalizmdir ki bu çok kültürlü komünal özyönetim ve demokratik sosyalizm olarak kavramsallaştırılmış modelin bir ifadesidir…
Öcalan’ın en etkileyici pasajlarının birinde ifade ettiği gibi demokratik ulus, “Kendini gerçek aşk derecesinde adamayı gerekli kılan bir hakikati ifade etmektedir. Bu yolda hiçbir sahte aşka yer olmadığı gibi sahte yolcusuna da yer yoktur. İnsanlık tarihinden olumlu anlamda süzülmüş bal kıvamında gerekli olan ne varsa bu yolun yolcusuna sunulmuştur. Bu yolda demokratik ulus inşacılığının ne zaman tamamlanacağı gereksiz bir sorudur. İnsanlık durdukça tamamlanamayacak bir inşadır söz konusu olan. Evrende kendini her an yaratan varoluşlar kadar, insanın kendi kendisini özgür bilinçle her an yaratan bir varlık olması gibi, demokratik ulus inşacılığı da kendini her an yeniden yaratma özgürlüğüne sahiptir. Toplumsallık açısından ne bundan daha iddialı bir ütopya ne de bir gerçeklik söz konusu olabilir…
Öcalan’ın gerçek anlamda yeni olan demokratik uygarlık sentezi, siyasi otorite için gerekli olduğu iddia edilen bütün varsayımlardan arınmıştır: kilise, devlet, devletçi sosyalizm ve batı uygarlığı. Devlet ve kapitalizm, demokrasi ve dayanışmaya olan doğal eğilimden radikal bir kopuşu temsil ederler ve dayanışmacı ilişkileri ezerek geliştiler…
Bu yüzden Kürt sorununun çözümünün kapitalist moderniteyi zayıflatan veya onu gerileten bir yaklaşımda aranması gerekmektedir…
Tarih geleceğe doğru yansıtılmıştır ve “şimdi” gerici kapitalist modernitenin bir ürünüdür (Konishi 2015). Direniş, (kapitalist) modernin mantığına en az maruz kalmış yerlerden ve halklardan çıkar…
Devletsiz toplum tarihsiz toplum değildir ama kapitalist mevcuda muhaliftir ve Öcalan’ın tabiriyle, “toplum kırıma (2017)” direnir.
Andrej Grubacic yazısını sonlandırırken: ”Markoviç’in yatay (horizontal) federalizmi Balkanlar bölgesiyle sınırlı iken, Öcalan, kapitalist dünya sisteminin hiyerarşik devletlerarası örgütlenmesinin yerini alacak bir dünya federasyonu sis- temi öneriyor…
Bu, “özgürleştirilmiş yaşam sistemi” ulus-devlet, kapitalizm ve sanayicilikten oluşan kapitalist üçlemeye karşı sağlam bir uygarlıksal muhalefettir.
Bir özgürlük sosyoloğu ve dünya tarihçisi olarak Öcalan şöyle diyor; “Yirmi birinci yüzyılda, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında ulus-devletler tarafından yok edilen konfederal yapılarla aynı kaderi yaşamamak ve demokratik konfederalizmi zaferle taçlandırmak için şartlar hiç olmadığı kadar uygundur.
Yeni gelişen bu oluşumun adı Demokratik Konfederalizm olup, “genel olarak Orta Doğu’nun demokratikleşmesini geliştirmeyi” vaat eden bir projedir” diyerek yazısını tamamlamaktadır.
KASIM ENGİN