HABER MERKEZİ
“-Rab Tanrı doğuda, Aden’de bir bahçe dikti. Yarattığı Adem’i oraya koydu.
– Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı.
– Aden’den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu.
– İlk ırmağın adı Pişon’dur. Altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar.
-Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur.
-İkinci ırmağın adı Gihon’dur, Kûş* sınırları boyunca akar.
-Üçüncü ırmağın adı Dicle’dir, Asur’un doğusundan akar. Dördüncü ırmak ise Fırat’tır.”
Tevrat hiçbir kuşkuya yer vermeyecek açıklıkla Kuzey Mezopotamya’yı, yani Kürdistan’ı tanımlamaktadır. Bu konuda yaptığı geniş araştırmalarını “Cennet Nedir?” adlı broşürde toplayan Dr. Hikmet Kıvılcımlı, kutsal kitaplardaki tanımları yeryüzü coğrafyasıyla karşılaştırır. Ortaya çıkan tarihi belgeler ve arkeolojik bulguları da değerlendirerek “Cennet Kürdistan’dır” der. Öyle ki, kutsal kitaplardaki tanımlarla tarihi bulguların örtüştüğü ender bir mekandır cennet olarak tanımlanan Kürdistan.
Kuran-ı Kerim’de cennet adının geçtiği hemen tüm surelerde, ‘altlarından ırmaklar akan cennetler’ tanımı vardır. Bu da ‘ırmakları bol olan ülke’ anlamına gelmektedir ki, bu da Kürdistan’a uyar.
Cennetin bu tanımlarını okuduğumuzda, sınıflı devletli uygarlık tarihi boyunca tüm iktidar sahiplerinin, işgalci ve sömürgecilerin saldırılarını Kürdistan üzerinde yoğunlaştırmaları ve bu müthiş coğrafyayı sürekli bir savaş alanına çevirmelerinin nedenlerini daha iyi anlayabiliyoruz. Arabistan çölleri ya da Anadolu bozkırlarında imparatorluk kuranların bu cennet gibi ülkeyi görüp göz koymamaları düşünülebilir mi?
Bu yeryüzü cennetinin görkemli yaşam olanakları tüm sömürgecilerin iştahını kabartıyordu. Yani büyük zenginliği sürekli istila, işgal ve sömürgecilik altında kalmasına neden oluyordu. Zenginliği başına belaydı. En yakın tarih olarak Asur İmparatorluğu döneminden başlayarak bu kutsal cennet topraklar yerlileri için deyim yerindeyse cehenneme çevrilmişti. Cennetin cehenneme dönüşmesini yeryüzünde en iyi ifade edecek alan da burasıdır.
Tarih boyunca bu cenneti ele geçirerek, yerlileri için cehenneme çevirmek isteyenlere karşı canları pahasına bu cenneti cennet olarak koruyarak, üzerinde onurlu ve özgür yaşamak için mücadele edenler de hiç mi hiç eksik olmamıştır. İçinden geçmekte olduğumuz Temmuz ayı, mevsimsel sıcaklığı kıskandıracak denli sıcak ve bir o kadar zorlu mücadelelere tanıklık etmiştir.
“Ölümün tüm ürkütücülüğünü yitirdiği yıllardı”
Diyarbakır zindanının, insan evladının tanık olmadığı, vahşet düşkünlüğünde en dip noktaya ulaşmış insan kılıklı zebanilerin cehenneme rahmet okutan işkencelerinin merkezi olduğu yıllardı. Sonradan Guantanamo ve Irak’ın Ebu Xırêp (Ebu Garip) zindanlarındaki uygulamalara örnek olacak işkencelerin pilot bölgesi, insanları insanlıktan çıkarmak, davasına ihanet ettirmek için uygulanan işkencelerin laboratuvarıydı Diyarbakır 5 No’lu zindanı.
İnsanı insanlığından utandıran vahşete karşı çıplak yürek ve onurunu koruma iradesi dışında hiçbir silahı olmayan insanlar, faşizmi gemi azıya aldığı merkezinde yenilgiye uğratmanın mücadelesini veriyorlardı.
Büyük amaçlar olmasa, insanın bir dakika bile dayanamayacağı insanlık dışı uygulamalara karşı değil direnmek, görmeye bile tahammül edilemezdi. Öyle ki, ölüm özlemi çekilen bir sevgili, aranıp da bulunmayan bir nimet olarak görülebiliyordu. Ölüm tüm ürkütücülüğünü yitirmişti. Ölüm düşüncesi ipil ipil esen bahar yeli duygusu yaratabiliyordu. Ama davayı zafere ulaştırabilmek için inadına bir gün daha direnerek yaşamak; beyaz Türk faşizminin 12 Eylül Askeri Cuntasına iradenin zaferiyle yenilgiyi tattırmak için, uğruna her zorluğa katlanmaya değerdi.
Kürdistan tarihinde, özellikle de son iki yüzyıllık yakın tarihindeki tüm direnişleri çağdaş bir önderlik, stratejik zihniyet, uygulanabilir program ve siyasi irade yoksunluğunun yanı sıra, düşmanlarının orantısız güç kullanımı ve iç ihanetler sonucunda kanla bastırılmıştı. Geriye tarihe mal olmalarını sağlayacak belge, görgü tanığı ve iz bırakmadan yok etmenin tedbirleri sürekli alınmıştı. Kalan belgeler ise İngiltere, Rusya, İran ve Osmanlı arşivlerinde saklanıyor, gün yüzüne çıkarılmıyordu. 20. yüzyılın son çeyreğindeki son büyük Kürt İsyanı da geriye hiçbir belge bıraktırmadan tarihe gömülmeye çalışılıyordu. Bu yüzden de Diyarbakır Zindanı’nda tutulan PKK’li tutsakların siyasi savunma yapmalarını önlemek için insanın hayal gücüyle bile geliştiremeyeceği işkenceler icat ediliyordu. ABD menşeli psikolojik savaş merkezleri adına çalışan ‘prof.’ ünvanlı cellatlar işkencelerin sonuçlarını, insan psikolojisi üzerindeki etkilerini “bilimsel yöntemlerle” sürekli izliyor, tahlil ederek yeni yöntemler geliştiriyorlardı. Günün 24 saatini işkence ile örüyorlardı. Nefes alacak en ufak bir boşluk bile bırakmıyorlardı.
Demirin ateş, örs, çekiç ve su ile dansından, çelik oluşur. İşkenceyle sınanarak mutlaka kırılmasının hedeflendiği bu cehennem ocağında insan iradesi ise kırılamazsa eğer, çelikten daha güçlü bir gelişmeyi ortaya çıkarır. Çıplak yürek ve irade gücüyle, dünyanın en gelişkin ve ‘bilimsel’ teknikleriyle donanmış faşizmi en muhkem kalesinde yenilgiye uğratır. Kendini küllerinden yaratma yeteneğine sahip olan insan iradesinin, düşkünlüğün en dip noktasında boğdurulmaya çalışıldığı zamanlarda insanlığın zirvesine tırmanabileceği gerçeği, zebanilerin yabancısı oldukları bir erdemdi.
“14 Temmuz manifestosunun usta yazarı, başkomutanıydı”
14 Temmuz onurun, erdemin, insanlaşmakta zirveye çıkmanın manifestosu ve eylemi olarak gelişti. Bu manifestonun usta yazarı Mehmet Hayri Durmuş yoldaştı. Bu büyük insanlık savaşının stratejisini belirlemekle kalmayarak, başkomutanlığını ve öncü militanlığını yapan da O’ydu.
O, zindandaki yoldaşlarının doktoru, sevecenlikle bahsettiklerinde ise, dedeleriydi. En ağır işkencelere katlanmak pahasına, PKK ana davasının dört grubuyla duruşmalara çıkmayı dayattı ve kabul ettirdi. Kemal Pir ve Mazlum Doğan yoldaşlarla birlikte aylarca mahkemelerde özgürlük hareketinin savunmasını yaptılar. Bir gün bile “işkenceler ağır, gitmeyelim” demediler. Oysa salt duruşmalara gidiş gelişlerde ve duruşma sırasında yaşanan işkencelere katlanmamak için hastalık numarasına yatanlar (pek başarılı oldukları da söylenemez ya) az değildi. Bütün gün esas duruşta hançerelerini yırtarcasına bağırarak marş söylemeyi, hakaretlere uğramayı ve dayak yemeyi bile göze alıyorlardı. Duruşmalara çıkmanın nasıl işkencelerle yüklü olduğunu anlamak için bu örnek yeterlidir sanırım.
Büyük Ölüm Orucu, 14 Temmuz 1982 günü başladı. Mehmet Hayri Durmuş yoldaş eylemin başlatıcısı olduğu kadar, kararlılıkla yürütülmesinin de motor gücüydü. Bunu kanıtlarcasına ilk şehit düşeni de O oldu. 12 Eylül 1982 günü, askeri faşist darbenin yıldönümünde, Apocu iradenin zaferini kanıtlarcasına ve sömürgeci faşizme indirilen ağır bir darbe olarak şehit düştü. Şehit düşmeden kısa bir süre önce yoldaşlarına ilettiği vasiyetinde ise, “Mezar taşıma ‘Kürdistan’a borçludur’ yazın!” diyordu. Mehmet Hayri Durmuş, Önder Apo’ya, Kürdistan halkına verdiği “Özgürlüğe kadar mücadele etme” sözünün, daha mücadele zafere ulaşmadan şehit düşmesiyle kendi şahsında kesintiye uğrayacağı için kendisini borçlu görüyordu.
Mücadelenin en zorlu zamanında ve mekanında canını katık ederek ön açıcı olan, Önder Apo’nun “Soylu Yoldaşım” dediği Mehmet Hayri Durmuş söze, yoldaşlığa, davaya ve halka bağlılığın en soylu örneğini bu vasiyetiyle herkesin anlayacağı dilden anlatıyordu. İnsan evladının tanık olabileceği en zor şehadet yolunu, ölüm orucu yolunu tercih etmesi de soyluluğunun bir başka kanıtı olarak değerlendirilebilir.
Ölüm orucunu, içinde nelerin olduğu bilinmeyen, her an en kötü ihtimallerle karşılaşılabilecek karanlık bir tünel gibi değerlendirmek pek de yanıltıcı olmaz. Tünelin sonu kesinlikli görülmemekte, kestirilememektedir. İnsanın, bedeninin her an damla damla eridiğini, temel organlarının her geçen saniye işlevlerini yitirdiğini hissederek, saniye saniye ölüme meydan okuyarak, ölmekte olduğunu bilerek ölmek, ölümlerin en uzun süreni ve en zorudur. Bir kurşunla, bir bomba parçasıyla ölmek çok da zor olmasa gerek. Bu karanlık tünelin geri dönüş yolu ise her zaman açıktır. İnsanlık düşmanları bu yolu bilerek ve en çekici yöntemlerle açık tutarlar. En leziz yemekleri elinin rahatlıkla ulaşabileceği kadar yakınına dizerler. Eylemi kırmak için tahrik ederler. En küçük bir kararsızlık, en ufak bir tereddüt insanın geri dönmesi için yeterlidir. Ama bu geri dönüş amaçlarından, kararından ve erdemlerinden vazgeçmek, en azından taviz vermek anlamına gelir.
Düşman da bunu bildiği için eylemcileri vazgeçirmek, bu onurlu yoldan geri döndürmek için her yola başvuruyordu. Örneğin, artık en temel ihtiyaçlarını bile kendisi karşılayamayacak duruma gelmiş olan Mehmet Hayri Durmuş yoldaşın hastane yatağının başucundaki sehpanın üzerine bir bardak su yerine, üzüm hoşafı suyu koyarlar. Hayri yoldaş boğazı kuruduğunda su içmek amacıyla bardağı alır ve ağzına götürür. Daha ağzına alır almaz su olmadığını anlayınca bardağı yere çalarak hastane personeline çıkışır. Ondan sonra su bile içmez. Kendisini saniye saniye eriterek yoldaşlarına ve mücadeleye mümkün olan en uzun sürede soluk aldırmak ister. Bu tutumdan daha büyük soyluluk, daha güçlü hakikat olabilir mi?
“Onurlu yaşama büyük anlam gücü kattı”
Karadeniz’in asi evladı Kemal Pir yoldaş, tutsaklığı hiçbir zaman kabullenmeyen, daha önce iki kez zindandan firar eden ve her defasında mücadelenin en ön saflarındaki yerini almakta bir an tereddüt etmeyen öncü bir militandı. Önder Apo’nun “gizli ruhum” dediği Kemal yoldaş’ın bulunduğu her alanda örgüt ve eylem hakim olurdu. Kime karşı olursa olsun haksızlığın, hakaretin hiçbir biçimine tahammül etmezdi. 1978 Aralık ayında Maraş Katliamı gerçekleştiğinde, Urfa Kapalı Cezaevi’ndeydik. Maraş Cezaevi boşaltılmış, bazı tutuklular da bizim koğuşumuza getirilmişlerdi. Adanalı iki tutukluyu misafir etmiştik. Amed’li Xalê Abbas adlı hükümlü çok güzel kılam söylerdi. Kemal yoldaş O’nu yatağımıza davet ederek, kılam söylemesini rica etmişti. Xalê Abbas iki elini kulaklarının arkasına koyarak ‘Heylo Sûwaro’ kılamını söylemeye başlamıştı. Öyle içli, derinden söylüyordu ki, adeta kendimizden geçmiştik. Adanalı iki tutuklu gülmeye başladı. Biz Kürtler sesimizi çıkarmazken, Kemal yoldaş, Xalê Abbas’ı susturarak iki tutukluya, “Utanmaz adamlar, bir halkın acılarını, özlemlerini bu kadar içli dile getiren bir kılama nasıl gülersiniz?” diyerek üstlerine yürüdü. Kürt olmadığı ve Kürtçe bilmediği halde halkımızın geleneklerine, kültürüne, acı ve özlemlerine karşı gösterdiği bu ilgi ve duyarlılığı bir Arap Ya Leyli’sine, bir Alevi deyişine, bir Türkmen ya başka bir halkın kültürüne de gösteren bir kültür adamı, enternasyonalist bir devrimciydi Kemal Pir.
Kendisini 5 Nolu zindanın azraili gören işkenceci başı Esat Oktay Yıldıran Kemal Yoldaş’a, “Kemal, bu itirafçılar beni tatmin etmiyor, ben büyük balık peşindeyim, gel sen de itiraf et” dediğinde, “Büyük balığın kılçığı da büyük olur, boğazında kalır” diye yanıt verebilen ender bir yiğitti. Ölüm orucuna katıldığını açıkladığında, “Benim söyleyeceklerimi Hayri ile Ali söylediler. Ben şunu ekleyeceğim: Bazıları işkencelere dayanamadığımızı, yaşamdan bıktığımızı ve bunun için intihar ettiğimizi söyleyebilirler. Hayır, biz yaşamdan bıkmadık. Aksine yaşamı uğruna ölecek kadar çok seviyoruz!” diyerek, onurlu yaşama kattığı büyük anlam gücüyle filozofik yanını da göstermiştir. Hemen hemen önemli her konuda Hayri yoldaşa katıldığını söyleyen Kemal Pir Yoldaş, 15 Eylül 1982 günü Hayri’nin ardından, Büyük Ölüm Orucu’nun ikinci şehidi oldu. “Onlardan önce ben olmalıydım” diyerek hayıflandığı Mazlum Doğan, Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Mahmut Zengin ve Eşref Anyık yoldaşlara, şehitler kervanına katıldı.