HABER MERKEZİ
Hareketimiz ortaya çıkan gelişmeleri değerlendirerek, oraya göre yeni bir yaklaşım geliştirmek istiyordu. Uzun tartışmalar sonunda Doğu Hareketi diye bir oluşumla alana girilmesi kararlaştırılmıştı. Buna göre bir kadro bileşimi oluşturuldu. Oluşturulan kadro bileşimi içinde ben de yer alıyordum. Alanda faaliyetlere gidecek olan kadroların önüne de hedef olarak alanı tanıma ve istihbarat toplama görevi kondu. Ancak silahlı propaganda birimleri şeklinde hareket edilerek bu faaliyetler sürdürülecekti.
Bir süre sonra ilk gidecek birimler ve gidecek alanlar belirlendi. Gidecek olan birimlerden birinin içinde ben de yer alıyordum. Birimimiz altı kişiden oluşuyordu. Birimimizin komutanı Serhat adındaki bir arkadaştı. İçimizde Doğu Kürdistan’dan olan arkadaşlar da vardı. Ancak hiçbirimiz alanı bilmiyorduk. Yol bilmiyorduk. Kaba hatlarıyla nereden gidileceğini, ilk karşımıza çıkacak yerlerin neresi olabileceğini biliyorduk. Alana ilişkin bulduğumuz bir harita vardı elimizde. O harita ile hareket edecektik. Tıpkı 15 Ağustos 1984 Atılımı’ndan önce ve birkaç yıl sonrasına kadar Kuzey’de açılım yapan arkadaşlar gibi hareket edecektik. Bu konudaki en büyük tecrübe Kuzey Kürdistan’da arkadaşların yaşadıkları deneyimdi. Zaten o yüzden onlar bunu başarabilmişlerse –ki başardılar– o zaman biz de başarırız ve başarmaktan başka seçeneğimiz yok diyorduk kendi kendimize. Gideceğimiz alan Neğede, Serdeşt, Piranşehir, Mahabat kentleri ile ilçeleri ve köylerinden oluşan Mukuriyan alanıydı. Arkadaşlar bizimle son tartışmaları yürüttüler, yapmamız gerekenleri söylediler.
Artık yola çıkma zamanıydı
Aylardan nisandı. Ne zaman başlayacağı, ne zaman duracağı belli olmayan nisan yağmurlarıyla yola çıktık. Bir gece vurup sınırı geçtik. Sınırı geçtikten sonra yaklaşık iki saat kadar yürüdükten sonra arazinin bazı yerlerinde yakılan ateşleri fark ettik. Bir de köpek havlamaları vardı. O yüzden İran devlet güçleri olamaz diye düşünüyorduk. O araziye yaylacı Kürtlerin geldiğini daha önceden öğrenmiştik. Bundan dolayı çoban ateşleri olabilirdi. Uzaktan sihirli alevleriyle yükselen çoban ateşleri dışında herhangi bir ateş olabileceğini düşünemiyorduk. Ancak henüz nisan ayı olduğu için acaba onlar mı diye düşünmeden edemiyorduk. O yüzden ne olur ne olmaz diyerek ateşlerin yandığı yerleri gündüz görebileceğimiz bir yere çekilip gündüz olmasını bekledik.
Geceyi yarı uykulu yarı uyanık bir şekilde geçirdik. Aslında çok rahat da uyuyabilirdik. Çünkü zaten nöbetçimiz vardı. Ama yine de girdiğimiz alanın ne olduğunu, etrafta ne olup bittiğini bilmediğimiz için bir de ilk defa gittiğimiz bir yer olmasından ötürü bir türlü hiç birimizi uyku tutmadı diyebilirim. Zaten alana da sabaha karşı ulaşmıştık.
Tan attı. Gün ışıdı. Hava aydınlandı. Yağışsız, bulutsuz berrak bir gökyüzünün olduğu bir gecenin ardından yeni bir günü yaşamaya başlayacaktık. Çok geçmeden güneş de kafasını dağların ardından çıkardı, ilk ışıklarıyla yüzümüzü yıkamaya başladı. Giderek yükseldi ve bizi ısıtmaya başladı. Gece çok soğuk geçmişti. Adeta kemiklerimiz donmuştu. Güneşin doğmasıyla ısınan hava bize kendimize getiriyordu.
Havanın aydınlanmasıyla akşam gördüğümüz ateşlerin çoban ateşleri olduğunu anlamıştık. Çünkü bulunduğumuz yerin hemen alt tarafında küçük ovada yüzlerce yaylacı çadırı olduğunu gördük. Sadece ovada da değil, tam karşımızdaki tepeciklerin yamaçlarında da birçok çadır vardı. Adeta bir çadır kent havası vardı çevremizde. Yaşam çadır kentte de yavaş yavaş başlamıştı. Çobanlar sürüleriyle birlikte araziye dağılmaya başlamış, ardından çadırların önünde yükselen çocuk ağlamaları, yayık seslerine karışmaya başlamıştı.
Yeni bir hayat başlamıştı çadır kentlerde. Yaylacı Kürtler çadırlarının kurulu olduğu yerde göçmen yüreklerinin hayatına başlayacaktı yeni günle birlikte. Koçer geleneği Kürdistan’ın birçok yerinde olduğu gibi Doğu Kürdistan’da da sürdürülüyordu hala. Yarı yerleşik bir sisteme sahip koçerler, kışın köylerine dönerler baharla birlikte ise tekrar yaylalarına dönerlerdi.
Kürtler yayla yerlerinde sürüleri, çocukları, özlemleriyle yeni bir hayata, yeni hayatın yeni bir gününe merhaba diyorlardı. Uzaktan onları izleyerek her birimiz ayrı ayrı düşüncelere dalmıştık. Bu düşünceler deryasında yaşadığımız gelgitlerle arazide de köylülerden başka kimsenin olmadığına emin olduğumuzdan çayımızı kaynattık. Ardından kahvaltıya oturduk. Zaman ilerledikçe çadırların önündeki hayat da daha fazla hareketlendi. Sabah ağlayan çocuklar bu sefer oyun oynamaya, oraya buraya koşturmaya başladı. Birkaç çadırın önünde kadınlar ateş yakıp saclarını ısıtmaya başladılar. Belli ki ekmek yapacaklardı. Bazılarının çocukları da eteklerinden tutmuş onlarla birlikte sacın etrafında dönüp duruyordu.
Bulunduğumuz yerden bunların hepsini izleyebiliyorduk. Kahvaltıdan sonra aramızda kısa bir değerlendirme toplantısı yaptık. Toplantıdan çıkan görüş ikindi vaktine kadar yerimizde kaldıktan sonra yayla çadırlarına gitmek oldu. O yüzden nöbetçimizi çıkardıktan sonra kimimiz uyamaya, kimimiz çantasında taşıdığı kitabı okumaya çalıştı, kimimiz de elimizdeki haritayı incelemeye başladı.
Arkadaşlardan bazıları uyudu. Ama ben uyuyamadım. Elimdeki kitabı da çok fazla okuyamadım. Öğlene doğru uzandığım yerden kalkıp oturdum. Çobanlar sürülerini çadırlara doğru sürmeye başlamıştı. Çok geçmeden her çoban sürüsüne ayrılan yere geldiğinde sürüsünü durdurdu. Çadırlardan ellerinde kovalarla çıkan “berivanlar” koyunları sağmaya gittiler. O sırada bütün sesler birbirine karışmıştı. Koyun ve keçiler meleyerek yavrularını çağırıyordu. İnsanlar birbirlerini. Çocuklarda oyun oynamak için arkadaşlarını. Sadece yorgun köpekler dinlenmek için çadırların gölgelik yerlerine doğru hantal hantal yürüyordu. Bu güzel manzaranın hiçbir şeyini kaçırmadan izledim. Çok sürmedi, ama bu güzel manzara. Çünkü bir saat kadar geçtikten sonra her şey yine eski sessiz haline döndü. İnsanlar çadırlarına, çocuklar öğle yemeği için evlerine, koyun ve keçiler de sağımdan sonra içlerine salınan yavrularıyla ağıllarına girip yattılar. Her şey eski sessiz haline dönünce ben de yeniden uzandım. Ama yine uyuyamadım. İkindiye doğru arkadaşlar harekete geçmek için hazırlanmamız gerektiğin söylediler.
İkindi vakti hareket vakti
Gerilla her zaman hareket için akşam olmayı bekler. Çünkü gerilla gecelerin içinden yol alır, gecelerin içinden akar hayata da, eyleme de, geleceğe de. Ama İran devletinin daha alana girdiğimizden çok fazla haberi olmamasından dolayı ikindiye doğru hareket etmeyi uygun gördük. Yanımızdaki ufak tefek eşyalarımızı topladık. Çantalarımızı sırtlayıp silahlarımızı omuzladıktan sonra bulunduğumuz yamaçtan kendimizi aşağıdaki çadırlara doğru bıraktık. En yakınımızdaki çadırın önünde duran kadın bizi gördü. Yerinden kıpırdaman bizi izlemeye başladı. Yanına birkaç çocuk da geldi ve oldukları yerden bizi izliyorlardı. Diğer çadırların önünde de kadınlar, gençler, erkekler belirmeye başladı. Bunların hepsi birkaç dakika içinde oldu. Biz yaklaştıkça bizi izleyenlerin içinde de bir hareketlilik görülmeye başladı. İlk çadıra biraz daha yaklaşınca çadırın önünde duran ilk kadının geliyorlar, geliyor diye seslendiğini duyduk.
Çadırın arka tarafına yetiştiğimizde, bizi ilk gören kadının çadırın önünde toplananların içinden ayrılarak bize doğru kollarını açıp koşar adımlarla gelmeye başladı. Kadının heyecanı yüzünden okunuyordu. Heyecandan dudakları titriyordu. Birkaç adımda karşı karşıya kaldık. Kadın bizi ilk defa görüyordu. Biz de onu. Tek bir kelime dahi konuşacak gücü kendinde bulamıyordu. Karşımıza geçmiş, kucaklamak, bize sarılmak ister gibi açık kollarıyla öylece duruyordu. Bizi kucaklamak istediği her halinden belliydi. Annelerimizin olmasa da ablalarımızın yaşında bir kadındı. Ama yine de bizi kucaklayamazdı. Çünkü bulunduğumuz yer Doğu Kürdistan’dı. Doğu Kürdistan’da da bir kadın tanımadığı birilerini hele hele bunlar erkekse hiç kucaklayamazdı. Sarılıp evladını koklar gibi koklayamazdı. Kürdistan’da eskiden beri bu uzaktan gelen ve kendileri için geldiği anlaşılan yabancı da olsa çocuklarını kucaklama, boyunlarına sarılma ve onları koklamak vardı. Ama Doğu Kürdistan’da gerek devlet tarafından korunmuş feodal bağlar gerekse devletin islami karakterinin insanlarda yarattığı etkilerle bu günah sayılmaya başlanmıştır. O yüzden de kadın karşımıza geçip durmuş sadece bize bakmakla yetiniyor.
Birkaç dakika içinde yaşadığı şokun etkisini atlattıktan sonra adeta kollarımızdan çekiştirerek bizi çadırın içine götürdü. Kadın dilini yutmuş gibi bir şaşkınlığı yaşıyordu. Bir şeyler söylüyor ama anlaşılmıyordu. Aslında ne söylediğini belki kendisi de çok fazla bilmiyordu. Sadece elliyle işaret ettiği yere oturuyoruz. Heyecandan ne yapacağını bilmiyor. Bize nasıl hizmet edeceğini bilmiyor. Dışarıya çıkıp içeri giriyor. İçeri girip bize şaşkın gözlerle bakıp yeniden dışarıya çıkıyordu. Elleri ayakları birbirine dolanmış ne yapacağını bilmez şekilde garip garip hareketler yapıyordu. Dışarı çıkıp biraz dolanıyor tekrar gelip bize bakıyor sonra yine gidiyordu. Çocuklarını çağırıyor onlara bir şeyler anlatmaya çalışıyor, ama çocukları ne söylediğini anlamıyordu. Yanımızdan hiç ayrılmak istemiyordu. Son kez yanımıza oturduğunda biraz kendine gelmiş olmalı ki gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Yazmasıyla gözyaşlarını silerken, hala bize bakıyordu. O an artık biraz kendine geldiğini sandık. Sonra yeniden dışarıya çıktı ve çocuklarını yanına çağırdı. Çocuklarına bir şeyler kanıtlatmaya çalışıyor, ama bir türlü anlatamıyordu. Ben ne demek istediğini anladım ve yerimde kalkarak, “ne yapmak istiyorsun ana” diye sordum. “Oğlum size hizmet etmek istiyorum. Ama nasıl edeceğimi de bilmiyorum. O yüzden çocuklara bir hayvan kesmesini söyledim” dedi.
Bize hayvan kesmelerine gerek olmadığını söyledim. Ayrıca biz buraya sizleri görmeye, sizlerle konuşmaya, hal hatırınızı sormaya, düşmanın zulmünü üzerinizden nasıl kaldıracağımızın yolunu bulmaya geldik. O yüzden hazırda ne varsa onunla bizi ağırlamasının bizim için daha makbule geçeceğini söyledim. Çocuklara ne yediriyorsan biz de ondan yeriz dedim. Hayvan kesmesi durumunda yemeklerini bile yemeden gideceğimizi söyleyince daha fazla etkilendi. Hayvan keserek karşılamak Kürtlük geleneklerinden gelen bir şeydi. Bir de daha önce orada faaliyet yürüten ve sonra öncülük ve ideolojik yetersizliklerinden dolayı tasfiye olan KDP ve Komala hareketlerine yaptıkları hizmetten kalma bir alışkanlıktı. Kadına bize bir bardak çay bir de peynir, yoğurt vb gibi yiyeceklerin bize yeteceği konusunda onu ikna ettik. Çaydanlığı çadırın önünde yakılan ateşe koyduktan sonra yanımıza oturttuk. Kadını yanımıza oturttuktan sonra oraya gidiş amacımızı, yapmak istediklerimizi, halkın görev ve sorumluluklarını anlattık, dilimiz döndüğünce. Biz bunları anlatırken kadın daha fazla etkileniyor, elleri ayakları birbirine dolanıyor, sevinçten ne yapacağını bilemiyordu. Kadının o yaklaşımları İran devlet güçlerinden çok çektiğini gösteriyordu. Fakat bu konuda bize hiçbir şey anlatmadı bize. Sonunda hazırladığı yiyecekleri yedikten sonra tekrar hareket geçmek için ayağa kalktık. Bizi gözyaşlarıyla uğurladı. Ardından diğer bir çadıra girdik. O çadırdakiler de o kadını aratmayacak şekilde bir ilgi gösterdiler. Ama biz yine de o kadının yaşadıklarının ne olabileceğini sormadan geçemedik. Çadırdakiler kadının eşinin İ-KDP peşmergesi olduğunu, çocuklar henüz çok küçükken İran devlet güçleri tarafından şehit düşürüldüğünü, çok büyük zorluklar yaşadığını söylediler. O çadırda da biraz oturup çadırdakilerden gideceğimiz yöne doğru biraz bilgi aldıktan sonra gece yola çıktık.
YARIN/Doğu Kürdistan’da bir Grup Gerilla – 2