HABER MERKEZİ
Özerk politika ve bunun araçları, temel olarak, toplumların kendilerini şiddete ve sömürüye karşı savunmaları için gerekli olan, bilme, yaratma ve isimlendirme yolları ile bağlantılıdır. Kendini tanıma ve tanımlama araçları olmadan, kişinin varoluş ve anlamının emarelerinden yoksun bir şekilde, dünyaya etki etme, bir diğer deyişle “politik olarak hareket etme” yeteneği sınırlıdır.
Binlerce yıl boyunca, devlet kurumsal olarak, politika ve ekonomi araçlarını toplumdan ayrıştırmıştır, ataerkinin kadının otoritesini ve anlam veren ve yaratıcı güçlerini ondan aldığı gibi. Başka bir deyişle, bir nesneye indirgenmiş toplum, devletin egemenliği altında politik olarak hareket etme kabiliyetini yitirmiştir. James C. Scott’a göre, devlet, halkları “okunaklı” hale getirmeyi, bir başka deyişle, toplumlar üzerindeki kontrolü pekiştirmek için idari ve tertip edici ağlar kullanmayı hedeflemektedir.
Devletin “görme” yöntemi, kolaylaştırılmış bürokrasi, kar ve sosyal mühendislik niyetiyle sosyal, politik ve ekonomik sonuçları tanımlamak ve belirlemek için kullanılan yöntemleri kullanır; bu, eylemi kesen bir öngörülebilirlik rejimi sayesinde politikayı etkisiz kılan oldukça modernist bir yaklaşımdır. 15. yüzyıldan itibaren başlayan Avrupa sömürgeciliğinin yükselişiyle birlikte, dünyada epistemik egemenlik, bilim üstünlükçü kavramlar aracılığıyla kurulmuştur. Sonuç olarak, Avrupa Aydınlanma döneminin iktidar sistemlerine dayanan pozitivist bilim, yalnızca yaşam hakkındaki tüm diğer perspektiflerin, anlam veren deneyimlerin ve bilgi sistemlerinin sistematik olarak dışlanması yoluyla muktedir olandan yana tavır alarak değil, aynı zamanda sömürgeleştirilmiş topluluklar, kadınlar, işçiler ve doğaya karşı süreklileşmiş şiddet, baskı ve imha yoluyla gerçekleşmiştir. Devlet sistemi, kendisiyle zıt düşen birçok topluluk için toplumsal bilgiyi, politik araçları ve özerk yaşam biçimleri ve alanlarını yok eden bir silgi görevi görmüştür. Bu nedenle, topluma dair, tertipleme, kategorize etme, bölümlere ayırma, kontrol etme ve domine eden bir otorite pozisyonunda yapılandırma eğilimi olan devletçi bakış açısıyla; tabandaki toplulukların ve özellikle kadınların günlük yaşamını etkileyen şeyler üzerindeki fikirlerinden doğan daha yerel, doğrudan ve organik perspektifler arasında temel bir farklılık vardır.
Feminist, anarşist ve sömürgecilik karşıtı teoriler, uzun zamandır devleti ve özellikle de kapitalizm altındaki modern ulus-devleti, ekolojiye ve sosyal dünyalara zarar veren organize bir şiddet, sömürü ve ideolojik tekelcilik sistemi olarak eleştirmekteler.
Avrupa’daki feodalizmden kapitalizme mücadele dolu geçişi, kadınların bakış açısıyla yeniden değerlendiren Silvia Federici, yüzyıllardır süren devlet terörü kampanyası olarak cadı avlarına odaklanarak erken kapitalizmin ilkel birikiminin yalnızca ortak kaynakların (ormanlar, sular, sulak araziler, tarlalar vb.) ve kolonilerin sömürülmesi yoluyla değil aynı zamanda yeni bir kapitalist sosyal ve ekonomik düzeni kurumsallaştırmak için kadın bedenlerinin ve bilgi sistemlerinin ele geçirilmesi olarak gerçekleştiğine dikkat çekmiştir. Bu, kadınların bilgisine ve sosyal gücüne yönelik vahşi bir saldırı gerektirmiştir. Çekirdek ailenin kurumsallaşmasından önce, toplumun komünalist doğası, emeğin çoğunun, kadınlar için güç ve dayanışma kaynağı sağlayan ortak alanlarda toplu olarak yapılması anlamına gelmekteydi. Kapitalizmin yükselişinden önce, iş yalnızca ücretler açısından değil, aynı zamanda yaşamın yeniden üretimine katkıda bulunma niteliğine göre de ölçülmüş ve değerlendirilmiştir.
Zamanla, vatansever, doğum yapan anne olarak kutsanmış veya baştan çıkarıcı cadı ya da fahişe olarak şeytanlaştırılmış olsun, kadınların hayat veren güçleri ve toplumsal otoriteleri, paraya çevrilmiş, kar getiren bir ekonomide sömürgeleştirilmiş, ataerkil siyaset ve yaşam kavramlarını yeniden oluşturmak için belirlenen rolünü oynadığı ölçüde kadınlığına izin verilmiştir. Bu nedenle mekanın kamusal ve özel alan olarak iki kutba ayrıştırılması, kadınların marjinalleştirilip karar verme araçlarından koparılması için kullanılan temel yapısal mekanizmalardan biridir. Devlet destekli kapitalizmin, müştereklerin çitlenmesi ve ücretli emeğin yükselmesi yoluyla yaşamda ataerkil ayrışmayı sağlaması, aileyi hane içinde erkeğin ataerkil otoritesi altında mahrem bir statüye kavuşturmuştur.8 Bir fikir, sistem ve proje olarak ulus-devlet ile birlikte, özellikle Ortadoğu gibi coğrafyalarda, toplulukların kendi kaderlerini belirleme, politika araçları ve anlamları üzerine nitelendirme ve eyleme geçme yetenekleri daha da kısıtlanmıştır. Dahası, yaşamda ekolojik “geçim perspektifini” savunan feministler, devletin modernist görünümünün, sosyalist ütopyaların total- iter rejimlere dönüşümünde sorumluluk sahibi olduğunu savunmuşlardır.
Bu sorunları göz önünde bulundurarak, Abdullah Öcalan’ın “tabandan demokratik, kadın özgürlükçü, ekolojik” paradigması, tarihi zaman içindeki cansız deterministik olaylar dizisinden ziyade sonuçları mücadele yoluyla belirlenecek olan seçenekler ve fırsatlarla dolu organik, canlı, yaratıcı ve esnek bir varlık olarak yeniden değerlendiriyor. Bireysel ve kolektif insan eyleminin özerkliği ve yaratıcılığı için daha radikal bir siyasi projeye izin veriyor. Bu, paradigmasının siyasal eylemin aracı ve anlamı ile ilgili kavrayış ve görüşlerini doğrudan etkiliyor. Özellikle kadınlar için, doğrudan eylem ve mücadeleye dayalı bir özgürleşme anlayışı, özgürlük açısından yaşamı kaderci yorumlama biçimlerine teslim olan deterministik, bilimsel, doğrusal ilerlemeci tarih kavramlarından farklı çıkarımlara sahiptir.
Politika ve Özgürlük
Diyalektiğin doğal ya da ekolojik kavrayışlarına göre, tezler birbirlerini ortadan kaldır- maz, ancak -doğum öncesi ve sonrası anne ile embriyo arasındaki ilişkiye benzer bir şekilde- sembiyozlara ulaşır. Esneklik özgürlük yaratırsa özgürlük çeşitlilik yaratır. Buna göre, hiyerarşik toplumun kurumsallaşmasına yol açan zorunluluk değil zordur (şiddet). Bu husus, tahakküm ve hiyerarşinin yalnızca gerekli değil aynı zamanda aslında kader olduğu iddiası üzerinden yükselen hiyerarşi temelli ideolojiler ve ekollerin aksine, “özgürlük seçeneğine” sunduğu alan göz önüne alındığında çok önemlidir. Kuantum fiziği tarafından evrenin itici bir unsuru olarak keşfedilen belirsizlik, özgürlüğün, evrimin ekolojik olarak ortaya çıkması bakımından temel bir parçası olduğu anlamına gelebilir. Niteliksel değişimin eşlik ettiği geçiş dönemleri olarak anlaşılan kaos aralıkları içinde, mücadele, anlar içinde dahi, sonuçları oluşturan belirleyici faktördür. “Evrende özgürlük olasılığı bu ‘an’da gerçekleşmektedir. Özgürlüğün kendisi ‘yaratılış anı’yla ilişkilidir”. Bu nedenle, özgürlük seçeneği varoluş diyalek- tiğinin gerektirdiği şekilde evrensel olarak mevcuttur, fakat esasen mücadeleye dayanır. “Sosyal ekoloji” terimini ortaya atan Bookchin, organik toplulukları, Neolitik dönemde ekonomik sınıflardan ve politik bir devletten yoksun, içinde “içsel olarak ve doğal dünya ile yoğun bir dayanışma”nın var olduğu toplumlar olarak tanımlamaktadır.13 Organik toplumdaki farklılık kavramsallaştırmasının, hiyerarşik aşağılık veya üstünlük kavramları değil, çeşitlilik ve özgünlük açısından olduğunu savunuyor. Öcalan’a göre, eğer bilinç ilk önce bilgi, sezgi, anlam/duyu ve özgürlükten oluşan toplumsal örgütsel biçimlerde gelişmişse, klan veya doğal toplum, insan toplumunun ilk anılarını ve toplumun ilk fedakarlıklarını oluşturur.
Devlet öncesi totem inanç sistemlerinde toplumun kendisine ibadet edilirken tanrısal- lığın soyut alemlere doğru (cennet, ahiret vb.) dışsallaştırılması giderek daha sınıflı ve anti-ekolojik bir karakter geliştirdi. Öcalan, bu algı değişikliğini, Sümer’deki bir “paradigma kayması”na dayandırmaktadır; renkli ve canlı bir dünyanın yerini, hiyerarşik bir bölünme almaktadır. Bu hiyerarşik bölünme insan özne ile giderek daha soyut, cezalandırıcı ve sömürücü bir hal alan ve talepleri rahipler, yaşlılar ve savaşçılar tarafından temsil edilen, uygulanan ve korunan tanrılar arasındadır.
Sümer devletinin rahipleri, dünyayı hiyerarşi ve sınıfa olanak sağlayacak şekilde yorumladıklarında metafiziğin tahakkümün üzerindeki rolünün farkındalığıyla hareket etmiş gibi görünüyorlar, çünkü tek başına güç kullanımı, toplumların sömürüyü ve ihtiyaç fazlasının topluma geri dönmemesini hayatın gerçekleri olarak kabul etmesini sağlayamaz.
Kapitalizm altında, hukuk ve adalet kavramları, kamu yararı veya ahlaki gibi amaçlara hizmet etme iddialarını bile giderek kaybediyor. İnsan haklarını savunduğunu iddia eden bu sistemin engellemeleri ve kriminalize etmesi ile sistematik olarak karşı karşıya kalan ezilen topluluklar için, iradesini bu tür kurumlara ve bürokrasilere teslim etmek hiçbir amaca hizmet etmiyor. Üyelerinin refahını sağlamak için, toplumların (kimi zaman antik) organik pratiklerinden türeyen doğrudan, somut adalet kavramlarının yalnızca sözde-demokratik mekanizmalar ve yapılar tarafından yozlaştırılmasıyla kalmıyor, aynı zamanda Hannah Arendt’in “hiç kimsenin yönetimi”15 olarak bahsettiği şeye yol açıyor.
Orta Doğu bölgesine özellikle kolonyal olarak empoze edilen ulus-devlet formunda ulaşan kapitalist modernite, bir ekonomik, politik sömürü ve tahakküm sistemi oluştururken aynı zamanda ahlaki ve manevi dünyalara da bir saldırı başlatmıştır. Eski bağlılıkların, ilişkilerin ve kimliklerin dağılmasıyla birlikte, kapitalist çıkarların yönettiği bir emperyalist dünya sisteminde yeni ulus-devletler ve bunların suç ortaklığına bağlılık vaad eden yeni ihtiyaçlar ve benlik kavramsallaştırmaları teşvik edilmiştir. Komünal ekonomilerin yıkılması, kent merkezlerine göç, savaşlar ve çatışmalar, kitlesel demografik değişiklikler, bunun yanı sıra otoriter yönetim yoluyla tüm evrenlerin yıkımı toplumların kendini, kendi topluluğunu ve topraklarını saldırılara karşı koruma reflekslerini dahi zayıflatmıştır. Maria Mies, kapitalist ilkel birikimin kadınların emeğini ele geçirip sömürüp değersizleştirerek evcilleştirdiği, zor içeren süreci “ev kadınlaştırma” olarak adlandırır.
Öcalan, “boyun eğmiş toplum”a atıfta bulunurken “karılaştırma” kavramını kullanmaktadır. Ev kadınlaştırılma (housewifization) durumu, kamusal alanın belirli bir şekilde yapılandırmasına dayanır ve hayatta kalmak için temel ihtiyaçları oluşturan üretim, üreme, kendini savunma ve kendini belirleme araçlarından kopuk, dışsal olarak tanımlanmış bir var olma halidir. Politikanın, tabandan direnişten, bürokratik kurumlara -STK’laştırma gibi- doğru yetkilendirilmesi ölçme, değerlendirme, planlama ve bilgiyi organize etme gibi resmi yollarla toplum üzerindeki nesneleştirici devlet bakış açısını daha da güçlendirmektedir.
Bunun ışığında Öcalan, ahlakı; özgürleştirici, toplumsal bilinç ve siyaseti, örgütlenme ve pratik yoluyla toplumu dönüştürme sanatı olarak tanımlar.17 Tek taraflı, tekelci idari karar vericileri ve mekanizmaları olan hiyerarşik devlet güç sistemleri ile yalnızca toplumun tüm kesimlerinin aktif katılımı ile uygulanabilecek “gerçek politika” olarak adlandırdığı şey arasına ayrım koyar. Bu nedenle toplum, kapitalist-modernist vatandaşlık biçimlerinin pasifliğine karşı komünalliğe, dayanışmaya ve aktif politik pratiğe dayalı bir ahlak aracılığıyla kendi yaşam koşullarını belirler. Politika toplum olmadan mümkün değilse, bunun mutlaka demokratik ve dolayısıyla ahlaki olması gerektiğini savunur. Aksi takdirde demokrasisi olmayan bir toplum politik ve dolayısıyla ahlaki olamaz.18 Söylemsiz, eylemsiz bir nesne veya devletin ve sermayenin amaçlarına araç olmaktan öteye gidemeyen toplum demokratik olamaz, çünkü “demokrasi, ifade eden ve örgütlü güç olarak tüm toplumun süreçlere katılımını ifade ederken politika, pratikler ve alınan kararlardır.” Ancak radikal, gerçek politika, demokratik olabilir. Demokrasi, bir ilke ve eylem tarzı olarak, etik bir sosyal örgütlenme biçimi, kendi aktivistlerini yeniden üreten bir okul haline gelir.
Ahlaki-politik toplumların yaratılabildiği ölçüde, toplumun kendilerini ve dünyalarını etkileyen sorunlara ilişkin okuryazarlığı daha da gelişecektir. Bu topluluklar, çevrelerindeki olayları (dünya politikalarını yeterli ölçüde yorumlayabilecek ve bunlara göre hareket edebilecekleri şekilde) ne kadar anlamlandırabilirlerse, kendilerini ekonomik, ideolojik ve fiziksel saldırılara karşı o kadar savunabilirler. Kürt Özgürlük Hareketi’nin halk tabanı temeli, kritik anlarda dünyanın dört bir köşesinden özgürlük arayışına gönüllü yüzlerce, binlerce insanı saatler içinde harekete geçirebilmesi yakın zamanda İmralı tecridini kırmaya yönelik Leyla Güven’in öncülüğünde gerçekleşen açlık grevi direnişleri gibi- hareketin etik ve politika arasında diyalektik bir ilişki kuran mücadele biçimleri ve amaçlarından ileri gelmektedir. “Sadece eylem yoluyla var olabilirim.” Kürdistan’da politik söylemde yaygın olarak kullanılan bir sloganı tariflemek için kullanılabilir: “Berxwedan Jiyane”-“Direniş yaşamdır.”
Dilar Dirik