Meşru savunma nedir? Canlılığın varlığına ve özgürlüğüne yönelik gelişen saldırılara karşı kendini savunmasıdır. Tüm canlıların doğasında bu kanun işler. Savunma canlının varlığını sürdürmesinde olmazsa olmaz işlevi olan bir davranıştır. Kendi savunmasını yapamayan canlılar yok olmaktan kurtulamazlar. O zaman şunu söyleyebiliriz: Savunma, canlının öz oluşumu ile ilgilidir. Demek ki; her canlı bu kural gereği kendi öz savunmasını geliştirir.
İnsan toplumları açısından yaşamı sürdürmek için gerekli olan üç temel ihtiyaç olan beslenme, üreme ve savunma toplumun temelini oluşturan ve doğal yaşamını sürdürmesiyle ilgili temel konulardır. Belki klan topluluklarında bu daha çok doğadaki canlılara karşı bir oluşum iken toplumsal gelişmeyle birlikte toplum kendini dıştan gelebilecek saldırılar karşısında gereken örgütlenmeyi oluşturarak cevap vermiştir. İşte bu dönemde toplumun oluşturduğu savunma, tahakküm ve zora dayalı bir savunma sistemi değil. Ahlaki-politik toplumun varlığını sürdürebilmesi için aldığı tedbirlerdir. Gelişen sınıflı, devletli uygarlığın karakteri gereği toplum artık değeri üzerinde sürekli gaspa dayalı bir sistem oluşturması gerekiyor. Bunun içinde toplum üzerinde sistemli zorun uygulanması gerekir. Bu kendisi ile sürekli büyüyen bir zor örgütlenmesi ve sürekli doğal toplum üzerinde bir baskının oluşmasına yol açar.
Bu nokta da kendi varlığını sürdürmek ve köleleşmemek için ahlaki-politik toplum bu saldırılar karşısında kendi öz savunmasını geliştirir. Bu savunma en meşru insani bir savunmadır. Kendi toplumunun öz değerlerini, örgütlülüğünü, özgürlüğünü korumak ve varlığını sürdürebilmek için kendi öz savunma sistemini oluşturur. Artık toplum kendi öz savunmasını geliştirip, güçlendirdiği oranda kendi varlığını sürdürür. Bu noktada bu savunmayı farklı amaçlı savunma oluşumları ile karıştırmamak gerekir. Tarihte birçok güç kendini koruma için savunma sistemi geliştirmiştir. Ama bunların birçoğu gasp ettikleri artık değeri savunma amaçlıdır. Ya da tarihte sıkça karşımıza çıkan kabile ve aşiretlerin uygarlık güçlerine yönelik direniş ve başkaldırısından kendilerini korumak için geliştirdikleri surlar ve kalelere dayalı savunma sistemleri. Bunlar toplumun doğal gelişimi içinde toplumun öz değerlerini korumak için geliştirilmiş savunma sistemleri değildir. Entite (varlık) sorunudur. Öz savunmasını geliştirmeden bir toplum varlığını sürdüremez.
Bu anlamıyla Beş Bin yıllık uygarlık tarihi zora, sömürüye, baskıya dayalı bir sistemdir. Toplumları üzerine sürekli köleleştirme ve değerlerine el koyma savaşları yürütülür. Uygarlık karakteri gereği daha fazla büyümek ve hegemonya sağlamak için saldırılarını sürekli geliştirir. Bu kendisi ile birlikte bir karşı duruşu ve direnişi de ortaya çıkartır. Toplumlar öyle kolay bu uygarlık güçlerine boyun eğmediler, büyük direnişler yaşandı, bazıları yenildi varlıklarını kaybettiler, bazıları dağların zirvelerinde kendi öz savunma sistemlerini geliştirdiler, bazıları uygarlık güçlerini yenerek halklara yaşam olanı açarak sistemlerin karakterini değiştirmiştir. Ama bunların hepsi toplumların en meşru olan savunmalarını geliştirmeleri ile ortaya çıkmıştır. Yoksa tarihin seyri çok farklı olurdu. Burada meşru olmayan bir şey varsa; o da toplumların doğal gelişimini yıkıp onun değerleri üzerinde hâkimiyet kuran uygarlık güçleridir. Üzerlerine giydirdikleri uygarlık elbiseleri ile toplumlar üzerinde her türlü operasyonlarına meşruluk kazandırmaya çalışırlar. Bir yandan bu köleleştirme, hiçleştirme savaşları barbarların uygarlaştırılma savaşları gibi gösterilmeye çalışılır. Bu çarpıtma bile başlı başına bir sorundur. Artık tarih direnenleri barbar-katilleri ise uygar olarak gösterecektir. Bu çarpıtma bile insanlığın kendi öz değerlerini ahlaki-politik toplumu korumak için geliştirdiği direnişi ters yüz ederek toplumların kendi öz savunma tarihlerini görmeleri engellenir.
Artık en kutsal savunma hakkını kullanmanın karşılığı barbarlık, teröristlik, vahşilik yaftaları ile özü çarpıtılmak istenir. Bu gerçekliği tarihsel temellerle ele almak daha açıklayıcı olur. Tarihte bugün atalarımız olan Aryen kökenli kabile direnişleri Merkezi Uygarlık Sistemi ile sürekli çatışma halinde olmuşlardır. Belki de tarihte ilk gerilla hareketinin adımları da bu topraklarda atıldı.
Tarihin ilk İmpratoru Sargon döneminde Akadlar uygarlığın ilk büyüme halini temsil ederler. Çoğalan şehirler hem kendi aralarında rekabet içerisindedir hem de çevreye yayılarak yeni alanlar fetih ederek uygarlık alanlarını yaymak istemektedir. Bu fetih edilen alanların en başında Yukarı Mezopotamya gelmektedir. Mezopotamya’daki birimleri her zaman uygarlık güçlerinin iştahını artırır. Bu yayılma karşısında karşı güçler sürekli buna direnişle cevap vermiştir. Asla uygarlık güçlerinin tahakkümünü kabul etmemişlerdir. Ve MÖ 2150’de Aryen kökenli Gudelar Sargonun başkenti Agade’yi işgal edip, uygarlığı ele geçirirler. Yine en önemli direnişlerden biri Babil döneminde Babil’in yayılma seferlerine karşı geliştirilen direnişler, Babil’in Yukarı Mezopotamya’da etkinlik kurmasına izin vermez. Hurri kökenli Hitit ve Mitaniler Babil’i ele geçirirler (1600-1550)
Bundan sonra tarihin o döneme kadar gördüğü en barbar İmparatorluğu Asurların uygarlığı ele geçirilişleri, ticari yanlarından dolayı sürekli sömürgeleştirme savaşlarını geliştirmeleri, zor araçları, baskı ve köleleştirmeyi zirveye ulaştırdıkları görülecektir. Demir çapının gelişimi ile de birlikte Yukarı Mezopotamya demir yatakları üzerinde bulunan alanlara işgal hareketleri geliştirir. Buna karşılık kendini aşiret konfederasyon biçiminde örgütleyen Medlerin direnişi ile 612’de Asurlar devrilir.
Tarihsel olarak da toplumların doğal oluşum hallerine, varlıklarına karşı dışarıdan bir müdahale geliştiğinde toplumlar bunun karşısında kendini en hızlı bir şekilde örgütleyerek öz savunmaları ile cevap vermişler. Bazen güçleri yetmediğinde ittifaklarla kendini daha da büyüterek saldırıları kırmıştır. Bu direniş ve toplumun varlığını koruma örgütlenmesi bugün tüm çağlardan daha fazla gerekmektedir. Özellikle toplumlar bir yandan ahlaki politik yapılarından uzaklaştırılırken diğer yandan savunma araçlarından da yoksun bırakılır. Sınıflı devletli uygarlığın en büyük yalanlarından biri olan toplumu savunma adı altında geliştirilen ordular toplumu savunmayıp köleleştirmenin temel araçları olarak görülebilir. Toplum üzerinde bu zor araçları olmadan toplum sömürülemez. O yüzden kendi öz savunmasını oluşturamayan toplumlar köleleşmekten ve sömürüden kendilerini kurtaramazlar. Kürdistan’da PKK öncülüğünde ortaya çıkan mücadele özü itibari ile başından beri “varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama” mücadelesi içindedir. O dönemde Kürtler için bahsedilecek bir özgürlükleri yoktur. Temel sorun varlık sorunuydu. Çünkü yok olmayla karşı karşıya kalan bir halk gerçekliği vardı. Öyleyse bu saldırıyı kıracak ve kendi varlığını korumaya alacak bir oluşuma ihtiyac vardı, işte PKK’nin çıkışı Kürt halkının kendi öz savunma araçlarına sahip olma çıkışıdır. Bir toplumu toplum yapan en temel oluşumlardan biriydi öz savunma, bundan kopmak demek, kendi özünden kopmak demektir. Kendi özünden kopuş başkalaşım ve kölelik anlamına gelecektir. O yüzden Kürt toplumun kendini yeniden savunma araçlarına kavuşturması demek, sürekli inkar edilen varlığını ve bu varlığın özgürlük sorunlarını da tekrar direnişle çözme anlamına gelmektedir. Tarihsel geleneğinde olduğu gibi; bu çözüm, tarihsel karakteri gereği bu coğrafyanın sorunlarına da cevap niteliği taşıması anlamına gelmektedir.
Şimdi bu savunmayı bu şekli ile tanımladıktan sonra bu saldırılar karşısında izlenecek yol yöntem nasıl olmalı? Bu konuda Türk sömürgeci güçlerinin Kürdistan üzerinde yürüttükleri zora dayalı baskı sistemi ve onun yarattığı sorunların çözüm gücü olarak devrimci bir tarz ile mücadele ve sömürgeciliğin etkinliği ortadan kaldırılabilir. Rêber APO devrimci görevleri tanımlarken “ahlaki-politik toplum önündeki engelleri aşma ve onun örgütlülüğünü ve eylemini geliştirme” olarak tanımladı. O zaman ahlaki politik toplum önünde var olan engeller toplumun tüm alanlarına yayılmıştır. Bir yandan bu askeri ve polis gücü ve diğer paramiliter güçleri ile toplum üzerinde bir şiddet ve baskıyı yaratırken diğer yandan bunun siyasi, kültürel, hukuki ve yaşamın tüm alanlarında toplum üzerindeki artan baskısı. Kürt halkı bugün imha tehdidi altında ve yine inkâr edilen bir toplumsallığı var. Kendini örgütlemesi ve yaşamını sürdürmesi önünde ciddi engeller var. Yani yine bir “varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma” savaşı, devrimci halk savaşı gündemindedir. Hem yaşadığımız çağın karakteri, hem de Kürdistan üzerinde sömürgeci güçlerin karakteri gereği varlığını sürdürmesi imkânsız görünmüş olabilir ama bu savaşla Kürtler sadece varlıklarını korumamışlar bununla birlikte demokratik ulus gerçekliği doğrultusunda kendilerini yeniden var etmişlerdir. Bu çıkış, tarihte Kürtlerin Ortadoğu’da oynadıkları rollerine benzer bir rolle tekrar Ortadoğu halklarına öncülük ederek demokratik bir Ortadoğu’nun gelişimini sağlama yönünde bir rol oynamıştır.
Tüm devrimci mücadeleler çıkışlarından itibaren temel ittifaklara dayanırlar. Bu ittifaklar çerçevesinde mücadelelerini yürütürler. Bizim dayandığımız ittifaklar; sömürgeci sistemin baskısı altında kendini ifadeye kavuşturmaya çalışan sınıflar, halklar, sistem dışı kalmış kesimler ve toplumun eşitlik ve özgürlük ideallerine sahip çıkan demokratik kesimler ve güçlerdir. Her ittifakın dayandığı ahlaki bir ilke vardır. Ve bu ilke üzerinden politikalar geliştirilir. Yani ittifakla ulaşılması gereken, toplumun ahlaki-politik alanlarının gelişmesi ve demokratik bir temsiliyetin yaratabilmesidir.
Devrim cephesinde kendi ittifakları ile bir ilişki ve mücadele oluşturulurken, karşı devrimin cephesi de kendini ittifaklara dayandırır. Bugün sömürgeci faşist Türk devleti kendini bu ittifaklara dayandırarak ayakta kalmaya çalışıyor. Bir yandan bütün bölge gericiliğini arkasına alarak, Kürdistan odaklı bir özgürlük çıkışının tüm bölgede etkili olmamasından hareketle bu ittifakları geliştirirken, diğer yandan bölgesel ittifakların yetmediği ya da yetersiz kaldığı yerde ABD ve ittifakına dayalı uluslararası güçlerden destek alarak devrimci mücadeleyi tasfiye etmeye çalışmaktadır.
Bir anlamıyla Kürdistan’da karşı devrim güçleri ile PKK’nin devrimci mücadelesi sınıflı devletli uygarlık güçleriyle demokratik uygarlık güçlerinin mücadelesi olarak nitelenebilinir. Tarihsel karakteri binlerce yıla dayanan bu mücadele Kürt halkı şahsında tekrar kendini gündeme getirmiştir. Devrimci halk savaşında temel görevlerimizi yerine getirebilmemiz için mücadeleyi üç ayak üzerinden yürütmeliyiz. Birinci; kıra dayalı mücadele, İkincisi; şehir gerillacılığı, Üçüncüsü; halk serhıldanları. Bu her üç ayakta bir birini tamamlayan ve birbirlerine güç veren yöntemlerdir. Salt bir ayak üzerinden bunu yürütmeye çalışmak mücadelenin istenen hedeflere ulaşmasını engeller. O yüzden bir eş güdüm halinde bu mücadelenin yürütülmesi gerekir. Her alan kendi özgünlüğüne göre bu mücadeleye katılır. Önemli olan yürütülen savaşın sürekliliği ve sonuç alıcılığıdır. Buda düşmanı darbelerken, düşmanın sonuç almaması için gereken tedbirleri de alabilmek demektir.
Hedefler konusunda eskisi gibi salt askeri hedeflere dayalı bir yaklaşım yerine, düşmanın toplum üzerinde en etkili olduğu araçları ve bunları temsil eden kurum ve kişilerde artık hedef kapsamına girer. Çünkü topyekûn bir saldırı konsepti ile halkımıza yönelmekte. Bunun asker ve polis gücü dışında Kürdistan’da kendini hâkim kılmaya çalışan iktidar odakları da hedef kapsamına girer. Yani sömürgeci gücü besleyen tüm kanallara yönelerek işlevselliği kırmalıyız.
Devrimci halk savaşını yürütürken başta gençlik, kadın olmak üzere toplumun tüm kesimleri bu mücadele içinde aktif yer almalıdır. Bu böyle ertelenecek bir mücadele değildir. Adı üzerinde “varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma” mücadelesidir. Yani toplum olarak en ertelenemez görevlerle karşı karşıyayız. Halk olarak yaşamın tüm alanlarında bir saldırı ile karşı karşıyayız. Bu saldırıları ancak her alanda savaşı yükselterek mücadelemizi zafere ulaştırabiliriz.
PKK’nin yarattığı devrimci halk mücadele geleneği bunun ispatıdır. Her koşul altında ve en yoğun saldırılardan çıkarak Kürt halkının varlığını korumasını bilmiştir. Önder APO’nun İmralı direnişi başlı başına bir halkın direniş öyküsüdür. Yani güçlü bir direniş için kendimize esas olacağımız yol bellidir. Bu da devrimci halk savaşı ruhuyla topyekûn direniş mücadelesidir.
Haki MARDİN /KOMÜNAR