HABER MERKEZİ
Kürdistan tarihi ve toplumsal özellikleri
Uygarlık tarihine girişle birlikte Kürdistan ve toplumunun temelini teşkil eden Kürt halkı, sürekli olarak yabancı güçlerin işgaline uğradı. İlk çağın en güçlü köleci imparatorlukları olan Asur, Pers, Yunan-Makedonya ve Roma İmparatorlukları işgalci bir güç olarak yerleştikleri ülkemizi, tam bir savaş alanına çevirdiler. Bir işgal üssü olarak kullandıkları kentler, halkımızın yerleşik bir yaşantıya geçip uygarlık yolunda gelişmesinin önüne bir engel olarak dikildiler. Kürtler köleleşmek yerine aşiret toplulukları halinde özgür yaşamayı tercih ettiler. Ama bu tip yaşantı ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel gelişmeyi durduran olumsuz bir etki yarattı. Tüm köleci toplum boyunca yabancılaşmış kent hayatıyla, kırların alıklaştırıcı etkisi altında kalan sosyal yaşantı çok ilkel kaldı. Siyasal ve ekonomik gücü elinden tutan yabancıların işgali, halkımızın bu dönemdeki geriliğinin temel nedenidir.
Feodal dönemde de ülkemiz ve halkımız üzerinde yabancı işgal hiç eksik olmadı. Kölecilikten birer feodal imparatorluk haline gelen Bizans İmparatorluğuyla İran Sasani imparatorluğu, VII. yüzyılın ortalarına kadar Kürdistan’ı bir savaş ortamına çevirdiler. Dicle ve Fırat bu devletlerarasında sürekli el değiştiren bir egemenlik hattı haline geldi. İslamlığın doğusuyla birlikte güçlü bir imparatorluk halinde örgütlenen Araplar, ortaçağın büyük yayılmacı gücü olarak, Kürt halkı üstünde feodalizme dayanan bir sömürgeci rejim kurdular, yüzyıla kadar süren bu rejim altında halkımız her yönden bir gerileme içine düşürüldü. Arap sultanlarına bağlı olarak oluşturulan Kürt ve Arap feodal emirlikleri, Kürt aşiretlerini zorla toprağa bağlayarak serfleştirmek istediler. Halkımız bu serfleştirme hareketine büyük bir direnmeyle karşılı vererek, bağımsız ve özgür aşiret yaşantısını önemli oranda korudu. Buna rağmen islamlaşan ve Araplaşan hain Kürt aşiret reisleri ve toprak beyleri işgalci güçlerin işbirlikçileri olarak Kürt toplumunun bünyesinde en büyük yarayı açtılar; Arap ve Fars dili ve kültürünün taşıyıcılığını yaparak halkımızın milli gelişmesi önünde en büyük iç engeli oluşturdular. Her türlü uşaklık ve inkarcı düşünceyi islam ümmetçiliği anlayışı içinde aşılayıp milli değerleri hor gören bu hain güruh bağımsız bir ideoloji ve siyaset oluşturmadığı gibi, bu yöndeki çabaların ezilmesinde de yabancılardan yana tavır aldılar. X. yüzyılın ortalarından itibaren, Arap egemenliğinin zayıflanması. Bizans İmparatorluğu’nun gerileme sürecine girmesi ve henüz gelişmekte olan Türk akınlarının Kürdistan üzerinde ciddi bir etki yaratmaması nedeniyle Kürt toplumunun kendi iç dinamikleriyle gelişme olanakları belirdi. Türk ve Moğol istilalarıyla zaman zaman kesilen bu gelişme, XVI. yüzyıla kadar devam etti. Bu dönemde Kürdistan’da kurulan yabancı beylikler, daha çok mahalli nitelikte olup kültürel ve sosyal yönde geri olduklarından, Kürt dili ve kültürünün gelişmesi önünde ciddi bir engel teşkil etmediler. Kürt beylikleri siyasal ve toplumsal alanda en çok bu dönemde gelişme gösterdiler. Eyyubi ve Mervani hanedanlıkları sırasında bu gelişme en üst düzeye vardı.
XVI. yüzyıldan itibaren Kürdistan üzerinde hakimiyet kurmak için, yabancı feodal güçler arasındaki çatışmalar tekrar hızlandı. Bu çatışmaların temelinde, Kürdistan’ın stratejik coğrafi konumu, elverişli ticaret yolları ve verimli toprakları yatar. Güneyden Mısır Memluk, doğudan İran Safevi ve batıdan Osmanlı İmparatorluğunun yayılmasıyla karşı karşıya gelen ve bu dönemde hala güçlü olan Kürt beylikleri, bu çatışma ortamında genellikle Osmanlılardan yana tavır aldılar. Bunda Osmanlıların Kürt beyliklerine geniş bir otonomi tanımaları ve topraklarını hanedan mülkiyeti olarak bırakmaları önemli rol oynadı. Kendi aralarında sürekli çatışma içinde olan ve birbirlerine üstünlük kuramayan beyliklerin merkezi Osmanlı otoritesi altında varlıklarını sürdürmeyi çıkarlarına daha uygun bulmaları, Kürdistan tarihi açısından çok olumsuz sonuçlara yol açmıştır. Bu çağda, işbirlikçi bir siyaset yerine bağımsızlık doğrultusunda bir siyasete yönelinseydi, Kürdistan tarihinin akışı apayrı olacaktı. Bağımsız merkezi feodal bir devlet oluşturulsaydı, feodalizmden kapitalizme doğru uluslaşmada ve ilerlemede temel bir kaldıraç rolünü oynayacaktı. Avrupa’da bu dönemde milliyet sınırları üzerinde kurulan krallıklar daha sonraki burjuva demokratik hareketler için ana çerçeveyi oluşturdular. Devlet aracına sahip olan milliyetler çoğunlukla bağımsız ulus haline gelirken, böyle bir araca sahip olamayan milliyetler ise genellikle sömürgeleştirildiler.
Mısır Memluk Devletini ortadan kaldıran Osmanlılar, Ortadoğu’da tek rakip olarak İran Şahlarıyla karşı karşıya kaldılar. Sürekli çatışmalar sonucu 1639’da kalıcı olmak amacıyla Kasr-i Şirin Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile iki yabancı güç Kürdistan’ı aralarında resmen paylaşmış oldular. Bundan sonra ki tarihi sürekli gelişen merkezi otoriteye karşılık yerel beylerin otoritelerinin giderek zayıflanmasıdır. Her iki gücün otoritesinden çıkmak amacıyla zaman zaman gelişen ayaklanmalar ortaklaşa ezildi, iki merkezi feodal güç sık sık kendi aralarında giriştikleri savaşlarda Kürdistan’ı bir tampon bölge olarak kulandılar. Buna beylerin kendi aralarındaki çatışmaları da eklenince, Kürt halkı üç yüz yılı aşkın bir süre gelişme imkanına sahip olamadı. Can varlığını korumak için ya dağlara çekilmek, ya da bir beyin emrinde serf olarak yaşamak zorunda kaldı. Kentleri egemenlikleri altında tutan merkezi feodal gücün temsilcileri, Kürt halkının kendine has bir uygarlık yaratmasına olanak tanımadılar. Kırsal yaşantının uyuşturucu etkisi altında sosyal yönden gelişmek mümkün olmadı, XVI. yüzyılda Kürtçe Mem û Zin gibi bir milli destan yazılmasına karşılık, bu elverişsiz şartlar yüzünden daha sonraları Kürt dili ve kültürü pek gelişme gösteremedi. Sosyal yaşantıdaki aşiretçi feodal yapı, yine bu nedenlerle daha da kemikleşti. Aleyhte gelişen yabancı merkezi feodal otorite yüzünden, Kürt milliyetinin kendine has siyasi gelişmesi dumura uğratıldı. Bunun yerine, feodallerin uşaklık ve milli inkarcılık aşılayan teslimiyetçi ve işbirlikçi politikaları toplumu zehirlemeye devam etti. İslam ümmet anlayışı, milli bilincin gelişmesini sürekli engelledi. Mezhepçiliğin siyasal çatışmalarda kullanılmasının olumsuz etkisi, günümüze kadar devam ederek, halkımızı birbirine düşman iki kesim haline getirdi.
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda batıdaki sömürü kaynaklarını kaybeden Osmanlı Türk İmparatorluğu doğudaki halklar üzerinde baskı ve sömürüyü daha da yoğunlaştırarak, Batılı kapitalist devletler karşısında tutunmak için mecburi askerlik ve vergi sistemi getirdi. Kürdistan üzerinde de yoğunlaştırılan bu baskı ve sömürüye karşı XIX. yüzyıl boyunca sürekli isyanlar patlak verdi. Merkezi bir önderlikten yoksunluk, beylerin kendi aralarında anlaşamamaları, Batılı kapitalist devletlerin Osmanlılardan yana çıkmaları nedeniyle bu hareketler ezdi. Askerlik ve vergilendirmeye karşı tepki olarak doğan bu isyanların feodal beylerin önderliğinde gelişmesine karşılık, ilerici rolleri büyüktür. Yükselen kapitalizm çağının en büyük ve gerici feodal imparatorluklarından birisi olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan kurtulmayı nihai amaç olarak benimseyen XIX. yüzyıl ayaklanmaları başarıya ulaşmış olsalardı Kürdistan tarihi yüz elli yıla yakın bir süre durgun bir yapıya hapsedilmeyecekti. İsyanların ezilmesiyle, askerlik ve vergilendirmenin kurumlaşması temelinde feodal sömürgecilik daha da geliştirildi, ilerici kapitalizmin etkilerine kapalı tutulan ve böyle bir sömürgecilikle sürekli yoksullaştırılan Kürdistan, tam bir feodal durgunluk içine bırakıldı.
XIX. yüzyılın ikinci yarısında, yarı sömürgeleşme sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu üzerinde Batılı sömürgeci devletlerin nüfuz kurma mücadelesi şiddetlendi. Yeni doğmakta olan Türk burjuvazisi, imparatorluğu, feodal sömürgeci bir yapıdan kapitalizme dayalı sömürgeci ve emperyalist devlet haline getirmek istiyordu; ama ekonomik yönde güçsüz oluşu bu isteğini kursağında bıraktı. Ezilen milliyetler ve azınlıklar bağımsızlık ve özgürlük istiyorlardı. İngiliz, Fransız ve Rusların kendi çıkar hesapları yüzünden ömrü uzatılan imparatorluğun, parçalanması kaçınılmazdı. İmparatorluğa bağlı bir ülke olması açısından, bu parçalanma Kürdistan’ın kaderini de yakından belirledi.
I. Dünya Paylaşım Savaşı’ndan sonra, Kürdistan üzerindeki mücadeleler tekrar şiddetlendi. Türk burjuvazisi imparatorluğun meşru mirasçısı olarak ve kendisine siyasi hedef olarak belirlediği Misak-ı Milli gereğince, Kürdistan’ı sınırlarına katmak amacındaydı. İngilizler zengin Musul petrolleri nedeniyle, Güney Kürdistan’ı bırakmak istemiyordu. Fransa da daha 1921’de Türklerle yaptığı antlaşmayla Güney Kürdistan’ın bir kısmına konmuştu. İranda yeni bir hanedanlık kuran Rıza Şah, Doğu Kürdistan üzerindeki egemenliğini sürdürmek kararındaydı. Bu parçalanma faaliyetlerine karşılık, Sevr Antlaşması gereğince kurulması gereken otonom bir Kürdistan planı kağıt üzerinde kaldı. Otonomi talep eden Koçgiri ve Mahmut Berzenci hara-ketlerinin ezilmesiyle Kürdistan’ın dörde parçalanarak ayrı ayrı sömürge statüsüne alınması gerçekleşti.
İki emperyalist paylaşım savaşı arasında, sömürgeci güçlerin artan baskı ve sömürüsü de eklenince Kürt halkı, bu statüye karşı bir isyan dönemi daha başlattı. Palî-Dara Hênê-Hênê, Agirî, Dêrsim gibi isyanlar böyle bir dönemin ürünleridir. Gerici bir önderlik, ulusal birliğin sağlanamayışı ve sömürgeci devletlerin el ele vermeleri nedeniyle bu isyanlarda kanlı bir şekilde ezildi.
Dünya çapında Ekim Proleter Devrimi’nin açtığı temel üzerinde ulusal kurtuluş hareketlerinin sürekli gelişmesine karşılık, Kürdistan üzerinde uygulanan baskı ve tecrit politikası, Kürt halkını feodal bir durgunluk içinde tutarak, dünya devrimci hareketleriyle bütünleşmesini engelledi.
II. Dünya Paylaşım Savaşı’ndan sonra, Irak ve Suriye’de yönetimi ele geçiren Arap burjuvazisi, Kürdistan üzerinde İngiliz ve Fransız yönetiminden daha gerici bir rol oynadı, Doğu Kürdistan’da Kızıl Ordu’nun yardımıyla kurulan Mahabat Kürt Cumhuriyeti’nin Şahlık yönetimince ezilmesiyle Kürdistan dört parçalı sömürge statüsü giderek daha da gerileşen bir biçim altında devam etti.
Savaştan sonra ABD emperyalizminin Ortadoğu üzerinde gelişen nüfuzu bu sömürgeci devletleri kolayca etkiledi. Yeni sömürgecilik yöntemleriyle kendisine bağladığı bu ülkeleri, bölgedeki halkların bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine karşı kullanma amacıyla, CENTO adı altında bir araya getirdi. Geri bir ekonomiye sahip olan sömürgeci devletler, Kürdistan’ı yoğun bir tarzda ekonomik sömürgeciliğe açmak için, uluslararası tekellerle sıkı bir işbirliğine giriştiler. Kompradorlaşma sürecindeki Kürt feodallerinin emperyalizm ve sömürgeciler arasında kurulan bu işbirliğine katılmasıyla, Kürdistan üzerinde emperyalizm, sömürgecilik ve feodal komprador üçlüsüne dayalı düzenin kuruluş süreci tamamlandı.
1960’lardan itibaren Orta-Kuzey Batı Kürdistan’da ekonomik sömürgeciliğin geliştirilmesi hızlandırıldı. 1950’lerde ABD emperyalizminin yeni sömürgesi durumuna düşen Türkiye’de kapitalizmin hızlanması, belli bir gecikmeyle Kürdistan’da da Türk devlet tekelleri etrafında kapitalizmin gelişmesine yol açtı. Sanayisine anamalı temin etmek için daha çok petrol, maden ve akarsular üzerinde geliştirilen bu kapitalizm, giderek tarım, ticaret, hayvancılık alanlarına el uzatmakta ve bunları da tekeline geçirmektedir. Karayolları ağının geliştirilmesi ticareti hızlandırdı. Toprağa makinenin girmesi ile feodal sömürü tarzı kapitalist sömürü tarzı ile birleşti. Bunun sonucu olarak işgücünün topraktan kopuşuyla ucuz bir emek pazarı oluştu, sömürgeci idari merkezler etrafında düzensiz bir kentleşme hareketi gelişti. Köylülük içinde mülksüzleşme ve yoksullaşma ileri boyutlara vardı. Tüm bu gelişmeler sonucunda Kürdistan’da geniş bir kapitalist pazar oluştu. Dışta uluslararası tekellerle ve içte de feodal komprador kesimle işbirliği halinde olan Türk kapitalizmi, bu pazarın gerçek hakimidir. Devlet tekelleri vasıtasıyla sınai, ticari ve mali alanı kontrol eden Türk burjuvazisi, Kürt feodal komprador kesimi dilediği gibi kendisine bağlayarak yön vermekte; kendisinin ulaşamadığı sınırlı bir ticari alanla topraktaki kapitalistleşmeyi bu kesime bırakmasına karşılık, sermayelerini sürekli kendi yatırım alanlarına çekerek büyümelerini önlemektedir. Kompradorlaşma dışındaki çok sınırlı bir sermaye ancak inşaat ve iç ticaret gibi alanlarda faaliyet gösterebilmektedir.
Türk devlet kapitalizminin damgasını taşıyan Kürdistan’daki bu kapitalistleşme, sosyal kültürel siyasal alanda önemli değişikliklere yol açtı. Kürdistan toplumunda yeni sınıf ve tabakalar bu ekonomik temel üzerinde meydana geldi. Daha çok feodal sınıfın dönüşmesi ile kentlerde komprador ve küçük burjuva sınıflar gelişti. Toprakta zengin ve orta büyüklükte toprak kapitalistleri ortaya çıktı. Öte yandan, kırlarda geniş bir yarı proleter sınıfla kentlerde yoğunlaşan proleter bir sınıf doğdu. Geniş bir gençlik aydın kesimi de bu dönemin ürünüdür. Türk kapitalizminin hakimiyeti altında ve aşiretçi feodal özelliklerin ağır bastığı bir ortamda ortaya çıkan bu modern sosyal yapı, üzerinde inşa edilecek yeni ideolojik ve politik yapılara temel teşkil etmesi açısından büyük önem taşır.
Özellikle proletarya ve aydın gençliğin modern iki güç olarak doğuşu, Kürdistan tarihini temelden değiştirecek tarihi önemde bir olaydır. Şimdiye kadar ki sınıflar daha çok yabancı güçlerle çıkar ilişkilerine girdikleri halde proletaryanın bu güçlerle ilişkiye girmekte hiçbir çıkarı yoktur. Tersine, ülke kaynaklarını tekeline geçirmekle, üretir araçlarını kendisi ve işbirlikçilerinin sermayesi haline getirmekle, sanayileşmeyi daha çok hakim ulus topraklarında geliştirmekle Türk sömürgeciliği, Kürdistan proletaryasının gelişmesi önünde en büyük engeldir. Ulus sorunu halledilmemiş proletarya, üstyapıda sürekli ayakta tutulan aşiretçilik ve mezhepçilik gibi ortaçağ kalıntılarının da etkisiyle, kendisi için bir sınıf olamamakta; emek gücünü sürekli baskı altında satmakta, en ufak bir eğitim ve sağlık koşullarından yoksun bulunmaktadır. Hakim ulus burjuvazisi en zor ve en tortu işlerini kendisine göndermekte, dağınık ve sürekli göç içinde tutarak örgütlenmesini zorlaştırmaktadır. Bütün bu etkenler, proletaryanın neden ulusal baskının, aşiretçilik, mezhepçilik gibi ortaçağ kalıntılarıyla her türlü yoz burjuva değerlerinin en amansız düşmanı olduğunu iyice açıklamaktadır. Ulusal ve toplumsal kurtuluş proletaryanın sınıf kişiliğinde en büyük güvencesine kavuşur.
Modern aydın gençlik tabakası da, sömürgecilik ve sömürgeciliğin zorla ayakta tuttuğu feodalizmle yüklü toplumsal yapı yüzünden gelişme olanaklarının çok sınırlı olduğunu en yakından görebilen bir kesimdir. Çağdaş toplumların hızlı gelişmesi karşısında hala ortaçağ karanlığında geçen toplumsal bir yaşantıya isyan etmekte ve değişiklik için bir devrimin zorunlu olduğunu herkesten önce kavramaktadır. Ulusal ve toplumsal koşullar üzerinde sürekli düşünceler üretmekte, çağa ulaşmak için gereken yol, yöntem sorunlarını tartışmaktadır. Dünya halklarını başarıya ulaştıran ideolojik ve politik akımları incelemekte, bunlardan en kurtuluşçusunu kendi toplumsal yapısına uygulamak için mücadele etmek gerektiğini her gün daha iyi anlamaktadır.
Proletarya ve aydın gençlik gibi iki modern güce kavuşan Kürdistan halkı, tarihinin bir dönüm noktasına geldiğini kavramakta, yenilgi ve ihanetlerle dolu geçmişin geride kaldığını, Proletarya Devrimleri ve Ulusal Kurtuluş Hareketleri Çağı’nda zaferle dolu bir geleceğin çok yakında olduğunu görmekte ve buna göre tarihinin zaferlerle dolu olacak en büyük kavga dönemine her zamankinde daha yoğun bir şekilde hazırlanmaktadır.
Toplumun sosyoekonomik yapısındaki bu gelişimlerin en önemli sonucu aşiretçi feodal ilişkiler, hızla çözülmekte olmasıdır. Kapalı feodal bir ekonomik temelin üstyapısını yüzyıllarca kendi hakimiyetleri altında tutan aşiret reisleri, feodaller ve din adamları, bu ekonomik ve sosyal temel üzerinde hakimiyetlerini sürdüremez oldular. Eskiden aşiretçi feodal ilişkilerle diledikleri gibi kontrol ettikleri halk yığınları, tarihlerinde ilk defa denetimlerinden çıkmaya başladı. Milli inkarcılık, teslimiyetçilik, ümmetçilik gibi gerici değer yargılarını yeni toplumsal yapıya kolay kolay aşılayamaz oldular. Halk yığınlarından bu şekilde kopuş, onları işbirlikçi bir yapıdan tamamen ajanlaşmış bir yapı içine itti. Kişisel ve sınıfsal çıkarları gereği en büyük ulusal ihanetçi tutum içine girmekten çekinmediler. Sömürgeciliğin kuklaları olarak efendilerinin bir dediğini iki etmemektedirler. Sömürgeciliğe en son hizmetleri, hakim ulus burjuvazisinin parti çelişmelerini aynen Kürdistan’a taşırmak oldu. Sömürgeciliğe ajanlık yetmiyormuş gibi bu sahte parti çekişmelerini bir kan davasına dönüştürerek, ihanetlerini en son sınırına vardırdılar.Sömürgeciliğin dil ve kültür alanında yayılmasına da yine aşiret reisleri feodaller ve din adamları önderlik etti. Daha önceleri Arap dili ve kültürünün taşıyıcıları olan bu kesim, bu sefer Türk dili ve kültürünü kendi ana dili ve kültürü gibi benimsemekte en ufak bir tereddüt göstermedi. Kültür sömürgeciliğini aynen özümseyerek hakim ulusla bütünleşmeyi, kendileri açısından varılması gereken bir hedef olarak alan bu kesim, toplum önünde yozluğun, ulusal ihanetin, ajanlaşmış yapının simgesi haline geldi.
Kürdistan toplumunun alt ve üst yapısındaki bu modern objektif gelişmelere, sübjektif plandaki gelişmeler eşlik etti. Eski toplumsal yapının sosyal kategorileri çıkarlarını sürdürebilmek için yeni ideolojik ve politik kamplaşmalara yönelirken, ortaya çıkan yeni sosyal kategoriler kendilerine en uygun ideolojik ve politik akımlara karşı yoğun bir arayış içine girdiler. Eski ideolojik ve politik yapıları temsil eden düşünce, kadro ve örgütlenme biçimleri hızla aşılarak ortaya çeşitli yeni düşünce, grup ve örgütlenme biçimleri çıktı. Maddi plandaki alt üst oluş, ideolojik ve politik yapının da altüst olmasına yol açtı. Bu bulanık ortam içinde, belli bir süre kimin hangi düşünce ve örgütlenme biçimini temsil ettiği kesinlik kazanamadı. Ama yeni ideolojiler ve politik akımlar yavaş yavaş sınır temellerine oturmaya başlayınca, herkesin kimliği netlik kazanmaya, ideoloji ve politik coşkunluk anı yerini katı sınıf gerçeklerine bırakmaya başladı. Bu süreçte, hangi düşünce ve politik akım geleceği olan sınıfı temsil ederse, o güçlenir ve diğerlerini geride bırakır.
Artık devrim sürecine girilmiştir. Sonucu, devrimin her aşamasında kendini yenileyen, somut şartların zorunlu kıldığı stratejik ve taktik değişiklikleri anında yapan, buna uygun örgütlenme biçimlerini gerçekleştiren örgütün siyasi çizgisi, ve bu çizgiye can, kan, cesaret ve fedakarlık aşılayan kadro ve önderler tayin eder.
Günümüz Kürdistan’ında en sıcak anını yaşamakta olan bu ideolojik ve politik guruplaşma hareketleri, dayandıkları ekonomik ve sosyal temellere bağlı olarak birkaç biçim altında somutlaşmaktadır: