HABER MERKEZİ
Önderlik savunmalarından sonra en çok tartıştığımız, ziyadesiyle tanımlamaya çalıştığımız ve kendimizi oluştururken bir yerlere koymaya çalıştığımız kavramlardan biri de özne-nesne kavramlarıdır. Bu konuda gerillaya ait yayın organlarında yayımlanan ve ilgiyle okuduğum deneme-yorumlar da oldu.
Her okumada Önderlik felsefesi doğrultusunda kavramları ne kadar algıladığımızı, verili tanımları ne kadar aşabildiğimizi, kendim başta olmak üzere düşündüm. Bu kavramların önemi kendimizi bilme isteminden, kendi hakikatimizi arama tutkusundan kaynağını alıyor ve en önemlisi de ikilemin bir ucundan kurtularak diğer ucuna kayma kısır döngüsünden kurtulmanın özgürleşmek için zorunlu olduğu gerçeğinde gizleniyor.
Bu noktadan hareketle kısa notlar şeklinde de olsa bu konudaki bazı yoğunlaşmalarımı aktarmayı uygun buldum.
Bir tahterevalliye benzettiğim ikilemlerin kökeninde, oluşumları ve zihniyetleri parçalayarak oluşumu iki uçtan birine yerleştirmek ve bu iki uç dışında bir konumun bulunmadığına tüm insanları inandırmak vardır: Sistem içi düşünmelerde, bu düzenek kaçınılmazdır. İkilemlerin bizlere anlattığı en yalın bilgi budur. Nesneleşmenin olduğu yerde, nesneleşmekten kurtulmanın bir yöntemi de en kısa yoldan özneleşerek nesnelikten kurtulmak şeklinde öngörülmektedir. Ezilenlerin içinde, ezilen konumdan kurtulmayı egemen konuma gelmek olarak görmek nasılsa öyledir bu durum da. Halk olarak tarihimizde çokça örneklerini gördüğümüz, egemenine sevdalanma olarak adlandırılan, kişinin ezilen kimliğinin bilincine acıyla vardığı ve bu kimlikten sıyrılmaya karar verdiği andan itibaren başlayan ama ezilenler lehine olmayan yöneliş, bu ikilemin kurduğu tuzağı bizlere göstermektedir.
Bizler, metalaşmanın, mülkleşmenin, kısaca nesneleşmenin yani ikilemlerin aşağıda kalan uçlarının en yoğun yaşandığı halkın, cinsin, sosyal ya da siyasal konumların bireyleri olarak, bu konumlardan kurtulmanın en temel yolunun bu kimlik yoluyla bizlere giydirilen zihniyet kalıplarından kurtulmak olduğunu kavradıkça karşı koymaya başladık. Bu anlamda bilinçlenmiş her kadın nesneleşmek deyimini iğrenç bulur. Aynı zamanda bilinçlenmiş her Kürt de. Egemen karşısında ezilmişliğinin bilincine varan her erkek de. Ama bu konumdan kurtulmanın en ileri konumunu özneleşmek olarak belirlemek ve özgür irade yaratmayı, özgür iradeler olarak yaşayabilmeyi nesneleşmekten sıyrılarak özneleşmeye bağlamak, içine düştüğümüz en derin çıkmazdı. Özneleşmeyi irade olmak şeklinde algılamak yetmiyordu artık. Salt irade olmak değil, özgür irade olmak arayışındaydık çünkü.
Nesneleştirme anlayışının kökeninde, tekmil evreni cansız madde olarak görme, kendini ise bu madde üzerindeki ruh-akıl-irade olarak görme ayrımı yatmaktadır. Evrendeki cansız maddeler nesne addedilir ve bu maddeler, değersiz ve ruhsuz, hükmedilecek öylesine şeyler olarak ele alınır. Aslında bu tanımlar çok yapıldı ve sözlüklerden de bu tanımlara ulaşmak mümkün. Burada üzerinde durmak istediğim boyut biraz daha özgündür. Özellikle nesne tanımı üzerinde mutabık olmaktayızdır. Ve de nesneleşmenin reddedilmesi ortak bir karar şeklinde her birimizin esas aldığı bir noktadır. Bu gerçek karşısında, özne tanımında, özellikle son savunmalarla birlikte Önderliğimizin ortaya koyduğu ve bizlerin yoğun olarak okuması, tartışması ve kavraması gereken noktalar vardır. Önderliğimizin demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü paradigmasını derinleştirerek açımladığı yeni savunmaları, bu konu hakkında önemli perspektifler vermektedir.
Yeni savunmalarda anlaşılması gereken temel bir konu, nesneleşmekten kendini kurtarmak kadar, bunu yaparken özneleşme tehlikesinden de kendini kurtarabilmek gerektiğidir. Bu konuyu Önderliğimiz şu belirlemelerle somut olarak ortaya koymaktadır.
“Kendini bilme sağlanmadıkça, girişilecek her bilimsel çaba en tehlikeli dogmatik din ve felsefelerle sonuçlanmaktan kurtulamaz. Kendini bilmeyle insan merkezci düşünceyi kastetmiyorum. Kozmos ve kaos’un ancak iç gözlemle, derin deneyimleri dışlamayan sezgilerimizle kavranabileceğini belirtmek istiyorum. Özne-nesne ayrımına dayalı bilimin kölelik meşrulaştırması olduğunu yeri geldikçe göstereceğim. Öznelciliğin de kendini abartma ve aşırı küçültmeyle aynı kapıya çıktığını kanıtlayacağım. Bilimsel objektifliğin en rezil kapitalizm ve hegemonya taraftarlığı olduğunu da aynı minvalde sergileyeceğim. Bizim felsefemiz bir atın gözlerindeki anlamı sezmekten tutalım, bir kuşun sesindeki anlamı çözmeye kadar yaşamı bir bütün olarak algılar. Yaşlı bilgeye büyük saygıdan başlayıp, bir ceylan kadar ürkek bir genç kızın gözlerindeki arayışa yanıt olmaya kadar anlam yüklüdür. Hele hele soykırım beteri bir cinsellik anlayışının sonucu olan çocuk yapımındaki büyük cehaletin insandaki ve hegemonik sistemlerdeki nedenlerini çözmekten tutalım, yaşamın tüm evrim halkalarını kendinde çözmeye çalışan bir bilimi esas alır.”
Önderliğimizin Yahudiler örneğini açımlamasındaki temel dikkat çekici nokta da budur. Yahudilere ilişkin derin tarihsel tahlillerden anladığımız, bu halkın çektiği acıların, dökülen kanların, yapılan katliamların ve içinden çıkan bilimci adamlarının(!) gelip dayandığı yer, Filistin halkının kırık dökük duvarları ve parçalanmış cesetleridir. Özgürlük, ikilemlere sıkıştırılamaz. Özgürlük bir amaçtır. Ama özgürlüğün amacı kölelik üzerinden serbesti kazanmak değildir. Nesneleşmekten kurtularak özneleşmenin en çarpıcı örneğidir bu ve Önderliğimiz bunu, başka halkların köleleştirilmesi üzerinden bir özgürlüğün geliştirilemeyeceği şeklinde ortaya koymaktadır.
Bu belirlemeler salt özneleşmeyi değil, tabakalaşma yaratan tüm ikilemleri radikal bir reddediştir. Bu red, özgürlük arayışında düşülmesi olası egemen tuzakları yakıp yıkmaktır. Nesneleşmeyi reddeden bir bilince ulaşma, özne olmakla başı bağlandığından kendine ters düşmekte ve uygar sistem içinde eriyerek yokolmaktadır. Çünkü özne olmak, nesnenin üstünde olmaktır, onun iradesine hükmetmektir ve iktidar ilişkilerini yeniden yeniden yaşamaktır. Güçlenen bir kadının erkekleşmesi gibi bir durumdur bu. Bu durum, “ezilmek istemiyorsan ezeceksin” gibi bir perspektiften çıkmış olan zihniyet kalıplarından biridir. Ve uygar sistemin uygar insanlardan beklediği tam da budur. Kadınlara ataerkil sistem içinde ataerki daha iyi temsil ederek daha iyi yaşanabileceği de yine bu anlayış tarafından vaad edilmektedir.
Ortadoğu insanları olarak bizlerin karşısına en çok çıkan ve bizleri kuşatan ikilemlerden biri de tanrı-kul ikilemidir. Tabi bu ikilem, Doğu’da tohumlanmış ve mayalanmış olsa da, Batı’da bu anlayışın felsefesi yapılmış ve tam bir teslim alma aracına dönüştürülmüş, pozitivizmle bu zihniyet işgali tamamlanmıştır. Tanrı kul ikileminde özne olan tanrı, nesne olan kullarını kendinden yaratır. Hatta Zeus bu işi abartarak insanları dışkısından yarattığına kadar götürür. Tabi ki bu sıradan bir safsata değil, bir sistem ve insan yaklaşımıdır. İnsan derken genelde erkek kastedildiğinden bu dışkıdan yaratılan erkeğin kaburga kemiğinden de kadın yaratılır! Tabi bu silsile bir egemenlik hiyerarşisidir sürer gider. Sonra çocuklar, sonra hayvanlar, bitkiler, taşlar ve tüm evren bu akıldan (!) payını alır. Eğer ikilemli düşünmekten kurtulamamışsak, kul olmayı aşamamışsak tanrılara boyun eğmemiz kaçınılmazdır. Tersinden de düşündüğümüzde durum aynı olacaktır. Kendini tanrılaştıran kişi, hükmedeceği kulları aramakta ve hükmetmekte bir sakınca görmez. Yine efendi-köle ikilemi de aynı kapıya çıkan karanlık bir koridordur diyebiliriz.
Genel anlamda kölelerle yaşayan efendiler, kullarla haşır neşir olan tanrılar, köle kadınla yaşamayı kabul eden ve özgür olduğunu zanneden erkekler, nesneler dünyasında varolmayı özgür bir varoluş sayan özneler ve daha birçok örneğini verebileceğimiz ikilem kurbanlarının yaşadıkları, reddettikleriyle ya da üzerinde yaşadıklarıyla aynıdır. Çünkü ikilemin iki ucu birlikte bu sistemi inşa etmektedirler. Ayrıca bu algı biçimi Descartes ile başlayan bir yöntem sorunu olmakla birlikte kapitalist uygarlık sistemiyle daha da ilerleyerek ve yaşamın teferruatına yerleşerek varlığını sürdürmüş, bulanık geçişlerle bugün katlanırlık oranını yükseltmiş durumdadır. Ulus devletlerde askerlikte ehlileştirilerek itaate alıştırılan erkeklerin sistemin itaat düzeni içinde kendini konumlandırabilmesi, altta ya da üstte herhangi bir şekilde bu öğrendiklerini uygulaması da buna bir örnektir. Önderliğimizin karılaşma dediği örnek, tam da bunu anlatmaktadır. Karılaşan erkeklik durumu bir bulanıklıktır çünkü erkekler nasıl karılaştırdıklarını hiçbir şekilde hatırlamaz, anlamaz hatta bilmezler bile. Çünkü belleklerin o kısmı bulanıktır.
Önderlik savunmaları bu konuda bizleri aydınlatırken kendimizi aştığımızı düşündüğümüz zamanlarda dahi yanılgılara düşebilen ya da ataerkil kültürün gölgesinde kalan yanlarımızı bizlere net bir şekilde göstermektedir. Bugün bunu az da olsa anlamış olmamıza rağmen özneleşmeyi irade olmak anlamında bir söz dizini alışkanlığı olarak dile getirebiliyoruz. Bu durum özünde, anlamamak kadar anladıklarımızı içselleştiremediğimizi göstermektedir. Bundan dolayı özelde özne olmak, özneleşmek nedir-ne değildir konusunu incelemek ve zihniyette bu kavramları doğru anlamlandırarak özgürlük arayışını güçlendirmek gerekmektedir. Eğer bir yaklaşım ya da algılayış biçimi, özgürlüğe hizmet etmiyorsa, kesinlikle köleleştirir. Ve eğer bir algı biçimi bizleri köleleştiriyorsa, verili iktidar ilişkilerinden bizi kurtarmıyorsa ve biraz kalite yükseltiyorsa, kesinlikle aşılması gereken bir konumdayız demektir. Çünkü kaliteli bir işçi ya da işveren olmaktansa, özgür bir çiftçi olmak tercih edilendir.
Hiçbir şeyin sınırsız ve sonsuz olmadığı evren gerçeğinde, sonsuz özgürlüklere ulaşmak istiyorsak, zihniyetimizde bir son yaratan, kesikler oluşturan ve yaralar açan algı biçimlerinden kurtulmak durumundayız. Ve bunu yaparken şunu bilmeliyiz ki, hakikate ulaşmanın ana yöntemi bu ikilemlerden kurtulmaktır. Özgürleşmek, özne olduğunu ispatlamak değildir. Özgürlük mücadelesi, nesneleşmekten kurtulmak kadar özneleşmeme mücadelesini vermeyi de gerektirmektedir. Yoksa özne olmak, nesne olmaktan radikal bir kurtuluş değildir, hele hele özgürleşmek hiç değildir.
İnsanın tarihin özneleri olduğu belirlemeleri, insan aklını her şeyin üstünde tutan, özünde erkek aklını her şeyden üstün gören ve bunun dışında kalan her şeyi bir kadınlaştırmaya tabi tutan bir yaklaşımdır. Özne kabul edilen erkekler, birlikte yaşadıkları nesne kadınlarla beraber nesneleşip gidiyorlar. İktidarlar karşısında nesneleşen erkeğin daha az erkek karakterli olan tüm erkekler karşısında da kadın karşısında olduğu gibi özne kesilmesi, ikili bir konumu yaratmaktadır. Kadın, total bir nesneleşmeyi yaşarken, erkek kimi durumda özne, kimi durumda nesne olmakta ve giderek bu kimlikler arası uçurumda kaybolmaktadır. Tabi ki böyle bir özne ya da nesne olmaktansa, ikilemleri reddeden özgür birey arayışına yönelmek en aranan ve özlenen bir yaşam biçimini getirecektir.
Bilmemiz ve unutmamamız gereken temel nokta, ikilemlerin kölelik meşrulaştırmasının temel bir yöntemi olduğu, aşağıda ya da yukarıda, pozitif ya da negatif olabilecek tüm yanlarının bu meşrulaştırmaya hizmet edeceğidir. Ayrıca bilinmesi gereken temel bir husus, bu durumun bizleri kadın kurtuluş ideolojisinin temel bir ilkesi olan özgür düşünceden, özgür iradeden uzaklaştıracağı gerçeğidir. İkilemlerin çemberini aştıkça evreni duyumsayabiliriz. Bu çemberi aştıkça yüreğimizi evrene ve evrenin tüm oluşumlarına duyurabiliriz. Bu çemberi aştıkça bir türkünün dizelerindeki ezgiyi suyun akışında bulabilir, rüzgarın esişinde yüreğimizin sesini dinleyebiliriz.
Dilzar Dilok