HABER MERKEZİ – Toplumla, toplumsallıkla savaş anlamına gelen devlet aygıtının insanı kendisine yabancılaştırması her ne kadar merkezi devletçi uygarlığa içkin bir özellik olsa bazı sistemler bu konu da öteki devlet yapılarından ayrılırlar. Faşist devletler bu konuda farklı konuma sahiptirler. TC soykırımcı rejimi de insanı insan yapan toplumsal değerleri aşındırıp ortaya ucube kişilikler çıkarma ve bu ucube kişilikleri topluma sunmada gerçekten mahir bir sistemdir. TC’nin 96 yıllık tarihi bu açıdan ele alınabilecek sayısız örneklerle doludur. Hatta daha ötesi bu tarih devletin topluma hangi perspektifle saldırdığını anlama açısından bu ucube kişiliklerin şahsında ele alınabilir. Basından akademiye, spordan sanata ama özellikle siyasette olmak üzere birçok alanda devlet aklı tarafından öne çıkarılan bu şahsiyetler toplumu yönlendirebilmek için kullanılmaktadır.
Bu, zihin dünyasını anlamak için psikoloji ve sosyoloji bilimlerinin yetmediği şahıslara son örnek AKP-MHP faşizminin borazanı olma dışında vasfı olmayan Süleyman Soylu denilen zattır. Aslında bu kişiye dair düşünce ifade edebilmek oldukça güçtür. Çünkü ortada iyi kötü oluşmuş bir kişilik, en azından iki gün art arda tutarlı cümleler ifade edebilen biri yoktur. Tek tutarlı olduğu konu olan faşist, ırkçı Türk milliyetçiliğine ilişkin bile herhangi bir düşünce ifade etmekten aciz birini değerlendirmek başlı başına bir zorluktur. Bu zorluğu ancak Önderliğimizin bilimsel yöntemi ile aşabiliriz. Bu kişiliğin hangi sosyolojik çerçevede oluştuğunu daha doğrusu oluşmadığını incelemek pratiklerini anlamada bize fikir sunabilecektir. Bu açıdan Önderliğimizin yoğun çözümlemelerle tarif ettiği TC’nin siyasetçi geleneğini ve 12 Eylül kişiliğini ele almamız bize bu zata dair bir çerçeve kazandıracaktır. Keza Süleyman Soylu 12 Eylül faşizmin yarattığı cüce kişiliğin hasbel kader İç İşleri Bakanı olmuş halinden başka bir şey değildir.
TC’nin tarihi boyunca siyasi roller üstlenmiş insanları değerlendirmek öncellikle devlet yapısını anlamakla mümkün olur. Kapitalist modernitenin Ortadoğu’daki temel temsilcisi olarak kurgulanan TC’yi, herhangi bir ulus devlet gibi analiz etmek yeterli sonuçlar vermez. Çünkü her ulus devlet, uluslararası sistemden yoğunca etkilenmekle birlikte devlet mekanizmasının dışındaki olgu olarak toplum ile bağlantılı olarak şekillenir. Egemenlerin tekelci rekabeti ya da alt sınıfların mücadelesi, ahlaki ve politik toplum güçlerinin direnişi devletin görünür şeklini biçimlendirir. TC’de ise sadece iktidar olmaya odaklanan ve gücün tek geçer akçe olduğu devlet yapısının kendi dışındaki herhangi bir odağı kabul etmediği iktidar geleneğin modernite makyajı ile cilalanması demektir.
Bu iktidar geleneğinde devletin bekası (bu beka Kürt soykırımı ve devletin topluma hükmetme sisteminin Türk milliyetçiliği ile sunulmasında başka bir şey değildir.) dışında bir etken kabul edilmez. Bu devlette siyasetçi olmak demek devlet çekirdeğinin bir kuklası olmayı istemek demektir. Siyasetçilerin tek motivasyonu devletin olanaklarına sahip olmaktır. Bu açıdan TC’de siyasetçi cülus bekleyen kapıkuludur. Devlete egemen olan çekirdek ister asker sivil bürokrasi olsun ister bugünkü gibi bu bürokrasinin Erdoğan-Bahçeli faşist kliği ile olan ittifakı olsun, siyasetçinin görevi onlara kul olmaktır. Bu kul olmanın tek getirisi ve bu süreçte arzulanan yegâne şey bireysel menfaattir. Topluma hizmet etmeyi bırakalım toplumsal herhangi bir güce, üst sınıflara dayanarak siyaset yapmak bile bu geleneğe çok uzaktır. Esas amaç devlete yamanmak ve bu şekilde zenginleşmektir. İdeoloji, söylem, parti bireysel çıkar için çıkılan yolda sadece aksesuardır. TC’nin siyasetçi geleneğinin genel tablosunun edebi mizahi bir özetinin yapıldığı Aziz Nesin’in “Zübük” romanı aslında bire bir birçok siyasetçinin olduğu gibi Süleyman Soylu’nun da hikâyesini anlatır.
Bu zatın oluşumunda bir diğer etken 12 Eylül faşizminin toplumu biçimlendirme projesinde yarattığı kişilik kalıplarıdır. Yani Süleyman Soylu Zübük’ün 12 Eylül tedrisatından geçmiş versiyonudur. Bu nedenle bu kişiyi bir yerlere oturtabilmek için 12 Eylül faşizminin yarattığı kişiliğin temel özelliklerine bakmalıyız. Faşizmin toplumu dağıtma amacıyla yaratmaya çalıştığı bu kişilik her şeyden önce bireycidir. Evrenin merkezine bomboş olan kişiliğini koyar ve dünyayı buna göre anlamlandırır. Bu kişilik hiçliğini güce olan tapınmayla örtmeye çalışır. Bu tipe göre zihinsel faaliyet gereksiz bir uğraştır. Her şeyin maddileştiği neoliberal dünyada insanlık, fedakârlık, dayanışma gibi ahlaki değerler “para etmez.” Bu kişilikte faydacılık en temel ilke olmaktadır. Kişi ne yapması gerekiyorsa yapmalı ve biran önce “köşeyi dönmelidir”. Faşizmin yarattığı kişilik, tüm bunları kapsar bir şekilde aynı zamanda sindirilmiş, silikleştirilmiş sürekli dışsal bir güce dayanması gereken ve günübirlik düşünüp yaşayan bir şahsiyettir.
Türk milliyetçiliği, o zamana kadar yanılsamaya dayalı bir dünya yaratmış olsa bile 12 Eylül ile beraber, nevrotik megalomanyanın zemini haline getiriliyordu. Ne de olsa “Tarihte Türk’ten başka ne vardı”. Milliyetçilik histerisine tutulmuş her kişi kendini bu tarihi yazan özne sanıyordu. Bu bir şey olabilme hali de ancak devletle özdeşleşilirse anlam kazanıyordu. Türk milliyetçiliğinin özü aslında yalnızca hakikat çarpıtılarak inşa edilen Türk milleti değil, devletleşen milletti. Yani Türk demek Devlet demek, Devlet demek Türk demekti. Devlet çoğu zaman ordu ile ya da döneme göre derin çetelerle özdeş olabiliyordu. Esas mesele devletin çekirdeğinin sahibinin o dönem kim olduğuydu. Bağlılığın yöneldiği özne yalnız ve yalnız güç ve iktidar odaklarıydı. PKK’nin mücadelesi büyüdükçe Kürt düşmanlığı yeniden yaratılmaya çalışılan “Türklük”ün temel mayasında olan düşmanlık olgusunun ana bileşeni haline getirildi. Artık tüm düşmanlardan önce Türk milliyetçisi Kürde düşmandı.
AKP-MHP Faşist ittifakının iç işleri şefi Süleyman Soylu bu karakteristiğe tam olarak uymaktadır. Vasat bir kültürel düzeyi olan, zayıflığını, güçsüzlüğünü içi boş kabadayı edebiyatı ile saklamaya çalışan, kendi yaratığı yalan dünyasına inanmaya başlayan bu kişinin 12 Eylül’ün atmosferinde şekillendiği çok bellidir. Nitekim 1969’da İstanbul’da doğan Süleyman Soylu 80’lerde yetişmiştir. Ailesi Trabzon’dan yeni göçmüştü ve Karadeniz bölgesine TC rejiminin uyguladığı politikaların etkisindeydi. 12 Eylül faşizmi ile daha da katmerleşen özel politikalarla TC, daha kuruluşundan itibaren bölgenin çoğulcu etnik yapısını eritmenin yanında Karadeniz toplumunun geleneksel başkaldıran ve devlete uzak olan yapısını dağıtmayı hedefliyordu. Türkleştirme, bu bölgede doğal etnik çeşitliklerin inkârı ve bastırılması üzerinden yapay, şişirilmiş bir kimlik üzerinden yürütülüyordu. Soylu’nun ailesinin esas etnik yapısının ne olduğundan bağımsız olarak bu şekilde “Türkleşmişti”. Bölgenin genelinde olduğu gibi birkaç kuşak geriye gidip bu ailenin etnik yapısını da belirlemek mümkün değildir. Zaten mesele bu kişinin şekillendiği ailenin bu sahte yargılarla Türkleşmiş bir duruma gelmiş olmasıdır yoksa “soyu”nun ne olduğu değil.
Demokrat ve Adalet Partisi’nde aktif politika yapan orta sınıf bir ailede yetişen bu kişinin erken gençliğinde köşeyi dönmeyi temel motivasyon olarak belirlemiş olması döneminin ruhuna da uygundur. 12 Eylül’ün bilimin kırıntılarını bile bırakmadığı 90’ın hemen başında üniversitede “İşletme” bölümünü okumuş ve ardından bir özel şirket de kurmuştur. Hayatın herhangi bir alanında bir güce dayanmadan başarı elde edebilecek potansiyeli olmadığı için o dönemlerde iktidar partisi olan DYP’nin Gaziosmanpaşa ilçe başkanlığı ile siyasi alana adım atmıştır. Bu şekilde Kürdistan’da sayısız katliama imza atan kirli Çiller-Güreş-Ağar çetesinin bir parçası olma şerefine de nail olmuştur. Faşist Çiller’in kurmay ekibine genç yaşta dâhil olması, tek derdi kişisel hırsları olan bu kişi için muhtemelen büyük bir şans olarak görünmüştü. Fakat tarih onun tahmin ettiği şekilde ilerlemiyordu. DYP 2002 seçimleri ile hızla tuzla buz olup tarihin çöp sepetine gitmesi ile umutları sönen bu kişi 2007’ye kadarki zamanı arka planda başarısız ticari girişimlerde bulunarak, şans beklemekle geçirecekti.
Şefi olan Mehmet Ağar’ın seçim başarısızlığı ardından istifa etmesi üzerine 2007’de artık DP adını alan partinin genel başkanı olan bu şahıs oldukça hırslanmıştı. Beklediği şansın doğduğunu sanıyor bu nedenle şefine ihanet etmekte bir beis görmüyordu. AKP ile askeri-sivil bürokrasinin iktidar savaşı alevlenmişti. Bu mücadeleden kendisine bir rant alanının doğacağını umuyordu. Bu nedenle her fırsatta AKP’ye ve Tayyip Erdoğan’a hakaret ediyordu. Ekranlarda yoğunca görünmeye başlanması bu dönemdedir. Erdoğan’a sövmek ona ilgi doğuruyor, o da bunun fark ettiği için daha fazla, daha seviyesiz biçimde küfrediyordu. Fakat yine talih ona gülmüyor, bir türlü köşeyi dönmesini sağlayacak koltuğa sahip olamıyordu. 2009 yerel seçimleri bu şahsın hayallerinin bir kez daha yıkılmasına neden oldu. Seçim öncesi başarısızlık halinde istifa sözü veren bu kişi, sözünü birkaç kez çiğnemesine karşın DP ile istediklerine kavuşamayacağını anlayınca bu partinin yönetiminden ayrıldı. Fethullahçı tarikat ile yoğun ilişkiye geçtiği dönem bu tarihler olmaktadır. 2010 yılında yapılan referandumunu o zaman kadar aldığı pozisyona ters bir şekilde iktidardaki AKP-Fethullahçı ittifakına yakınlaşma fırsatı olarak gören bu şahıs “Demokrasi Buluşmaları” adı altında “Evet” kampanyasına dâhil oldu. Herhangi bir ideolojik ilkesi olmayan biri için o zamana kadar ettiği tüm sözlere karşın, devlet içinde yoğun bir güce kavuşan yapıya yakınlaşmaya çalışmak normaldir. Fakat bu ilkesizlik sağcı parti DP’ye bile fazla gelince bu partiden ihraç edildi. 2010’dan 2012’ye kadar Tayyip Erdoğan’a yanaşabilmek için araya Fethullahçı yapıyı koyma dâhil bin bir takla atan bu şahıs Faşist Erdoğan’ın kendine hiçbir alternatif bırakmama politika doğrultusunda AKP’ye alındı. Bu kişinin AKP’ye katılması sadece onun değil, Erdoğan’ında ne denli omurgasız olduğunu gösteriyordu.
Hemen parti yönetimine alınan bu kişi 2015 yılına kadar süren diyalog sürecine karşın ara ara yaptığı Kürt düşmanı açıklamalarla gündeme geldi. Fakat faşist darbenin ardından artık kendisinin günün geldiği kanaatına varan Soylu, Kürt düşmanlığı üzerinden pay kapma arayışına girdi. Nitekim 1 Kasım darbesinin ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına getirilmesi bu rolüyle yeni faşist şefinin gözüne girdiğini gösteriyordu. Ne “Çalışma” hayatıyla ne de “Sosyal Güvenlik” ile bir alakası olmayan ve bakanlık süresi en fazla işçi ölümünün yaşandığı dönem olarak tarihe geçen bu kişinin, bu mevkiye getirilmesinde Kürt düşmanlığı dışında bir ölçüt yoktur. AKP’nin “Çöktürme Planı” çerçevesinde Kürt halkına karşı yürüttüğü katliamlar döneminde Bakan olan bu kişi, bu sürecin propagandasını yapma adına sürekli karaktersizliğini dışa vuran açıklamalar yaptı. 15 Temmuz’un ardından AKP-MHP faşist ittifakının OHAL darbesiyle beraber Kürt halkına yönelik saldırılarını başka bir aşamaya geçirmek isteyen faşist Erdoğan, kirli katliamlarını yürütmek için araç olarak Süleyman Soylu’yu seçti. Ağustos 2016’da İçişleri Bakanlığı görevine getirildi. Artık Kürt halkına saldırıda herhangi ahlaki bir normu umursamayacak bir kişi TC’nin güvenlik politikalarına yön verecek ve pratikleştirecek konumdaydı. Ve tüm kamuoyu bu kişiliği yaptıklarıyla daha da ötesi söyledikleriyle her açıdan yakından tanıyabilecekti.
2016 Ağustos’undan günümüze kadar bu kişinin sorumluluğunda yapılan Kürt halkına saldırılar insanlığa ne denli düşman biri olduğunu gösterir. Binlerce insanın işkenceden geçirilip, tutuklanması, halkın iradesine yönelik kayyum saldırıları, köylerde ve ilçelerde aylar süren sokağa çıkma yasakları, milletvekili ve seçilmişlerin zindana yollanması, temel insan haklarının askıya alınması bu faşist dönemin temel sacayaklarından sadece bazılarıdır. Kuşkusuz bu dönem sadece bu figüranla açıklanamaz ama faşizmin beli başlı simalarından biri olduğu da unutulmaz. Kürt halkına yönelik soykırım saldırılarını her yerde yürüten bu şahsın Kürt halkının intikam belleğinde sürekli kalacağı da açıktır. Başkalarını ölüme sürükleyip kendisi sürekli zenginleşen bu kişi aslında sadece Kürt ya da Türk halkının değil insanlığın düşmanıdır. Kene gibi kan emen bu tiplerin tarihte nasıl anıldığı da bellidir.
Süleyman Soylu sıklıkla Nazi propaganda bakanı Goebbels’a benzetilmektedir. Her ne kadar pratikleri ile “Bir yalan ne kadar büyük olursa kitleler ona o kadar kolay inanır.” ilkesi ile Alman faşizmin ideolojik aygıtlarını yöneten Goebbels’i anımsatsa bile bu kişi en temel noktada Nazi benzerinden ayrılır. Ayrık noktaları “inanmışlık” ve “sadakat”tir. Yoksa insanlık düşmanı tüm özellikleri paylaşmaktadırlar. Fakat her şey bir yana Goebbels Nazizm’e inanmış ve baştan itibaren Hitler’e sadakatle hizmet etmiştir. Soylu’da ise bu iki nitelik de yoktur. Kendi menfaati dışında inandığı bir dava ve sadakatle bağlanacağı bir lider yoktur.
Bugün düz dediğine çok rahat biçimde yarın eğri diyebilecek olan Soylu’nun azılı bir Kürt düşmanlığı dışında içselleştirdiği, benimsediği bir ilke yoktur. Bu nedenle bugün “Reis” diye biat ettiği Erdoğan’a yarın çok rahat “hain” diyebilir. Aslında AKP-MHP faşizminin kulislerinden Soylu’nun kendini sürekli Erdoğan sonrasına hazırladığı yansıtılmaktadır. Faşist Erdoğan’ın bu kişiyi çeşitli şantaj yöntemleri(oğlunun uyuşturucu ticareti, Fethullah bağlantıları vb.) ile kontrol altında tuttuğu da iddia edilmektedir. Erdoğan’ın geçmişte pek çok kez yaptığı gibi bu kişiyi kirli işlerinde kullandıktan sonra tasfiye edeceği akla yakın tahminler arasındadır. Ama daha büyük olasılık PKK’nin hafızalardan sildiği kudretli devlet adamları koleksiyonuna Abdulkadir Aksu, Nahit Menteşe ya da İsmet Sezgin gibi dâhil olmasıdır.
Bu şahsın bugün küfürler ettiği Fethullahçı yapıyla derin bağlantıları olduğu bilinen bir durumdur. AKP-Fethullah ittifakı döneminde çok açık olan bağını Aralık 2013’deki ilk açık büyük çaplı çatışma sonrası da görünürde Erdoğan’ın yanında durup Fethullah’ tan da uzaklaşmayarak sürdürmüştür. 15 Temmuz’a kadar bu tarikata ilişkin olumsuz tek bir kelime etmemiş olması bu durumu kanıtlamaktadır. Bu yapıyla ilişkilerini de genel karaktersizliği üzerinden yani güç için her kalıba girmekle yorumlayabiliriz. Yoksa bu tarikatın ideolojisine bağlanmamıştır. İktidar savaşının Faşist Erdoğan tarafından kazanıldığı netleşene kadar rengini belli etmemesi fırsatçılığındandır.
Bu şahsın birbirinden tutarsız, kof ve ancak ergenliğe yeni yetişmiş lümpen gençler tarafından söylenebilecek çok sayıda beyanı vardır. Biz sadece bu zatın tıynetini tüm açıklığı ile gösteren bir ikisine işaret etmekle yetineceğiz. İlkini 2016 sonbaharında söylemişti. “2017 baharından itibaren kimse PKK’nin adını bile anmayacak” buyuruyordu, hayatında herhangi bir mücadeleyi kazanmamış olan Soylu. Neyine güveniyordu bu sözleri ederken ya da nasıl bir rüya görüyordu o an, bilmek mümkün değil ama 2019 baharında PKK’nin gücünün geldiği nokta bir yana kendisi utanmadan seçim kampanyasında insanlara yalvarıyordu: “Lütfen boynumuzu Kandil’in önünde eğmeyin”. Birkaç ay sonra yok edeceğini netlikle ifade ettiği örgütün 2 yıl sonra hala kâbusu olduğunu bu şekilde itiraf eden bu şahsı tanımlamak için psikiyatri bilimine başvurmak zorunludur. Biraz ahlaki değeri olsa bir nebze kişiliği hayatın gerçeklerinden etkilenebilse en azından ona inanan insanlara açıklama yapar ya da özür dilerdi. Ama şizofreni, paranoya ve megalomanya tanılarının çok rahatlıkla konabileceği bu kişide erdemin kırıntılarını bile aramak beyhude bir çabadır.
2019 kışında HDP milletvekillerine şöyle diyordu Soylu; “Sizi İstanbul’da yürütürsem adam değilim”. Tüm müdahalelere rağmen yürüyüşlerini tamamlayan milletvekilleri faşist polislere “Bakanınıza selam söyleyin” derken bu şahıs tek kelime bile etmedi, edemedi. Ataerkil zihniyetin en kaba temsilcisi olan bu şahıs bu durumda en azından utanabilmeliydi. Fakat bu mümkün değildir. Keza utanma ancak etik değerler silsilesine sahip insanların yapabildiği bir eylemdir.
Tüm bu değerlendirmelerin ardından başlıktaki soruya dönebiliriz. “Soylu” kavramı en fazla iki anlamda kullanılır. İlki üst tabaka insanları ve onların çocuklarını tanımlamak için kullanılan sıfat niteliği kazandığı anlamdır. Bu kavramla tanımlanan kişinin atalarının aristokrat olduğu işaret edilir. “Soylu” kelimesi aynı zamanda seçkin feodal sınıfta yoğunca bulunduğu varsayılan ahlaki değerlere sahip kişileri belirtmede sıklıkla kullanılır. Yani kişi mert ve sözünün takipçisi olur, büyük şeyleri dert eder ve ahlaki ilkelere göre davranırsa “Soylu” biçiminde tanımlanır. Süleyman’ın ataları kimdi bilinmez ama özellikle ikinci anlamda “Soysuz” olduğu kesindir. Hatta bu kavrama bu denli yabancı birinin soyadının “Soylu” olması tarihin en ironik rastlantılarından biridir.
Kendal BAGOK
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi