HABER MERKEZİ
Devrimci hareketimizin en yoğun biçimde yaşadığı savaş gerçeğinin, aynı zamanda kadın çözümlemeleri ve eylemliliğinin de en çok geliştiği bir aşamaya denk düşmesi rastgele bir gelişme değildir. Bunlar birbirine sıkı sıkıya bağlı olan, etkileyip etkilenen, bu yönüyle savaş gerçeğimizin özgünlüğünü ve diğer birçok devrimde başarılamayan gelişme özelliğini ortaya koyması çarpıcı bir devrimci gerçekleşmedir.
Başta savaş ortamı olmak üzere, mücadelenin birçok alanlarına yansıtılmaya çalışılan kadın katılımı daha şimdiden oldukça dikkat çekiyor. Israr edilirse, bu sadece sosyalist bir yaklaşım değil, ideolojik, politik, kültürel ve edebi birçok çalışmada bazı yönleriyle gösterilmeye, hayal edilmeye ve gerçekleştirilmeye çalışılan özgürlükçü bir yaklaşım oluyor; kapsamlı bir gelişmeyi devrimle iç içe, hem onunla beslenen hem de onu besleyen bir yaklaşım oluyor. Bu anlamda ancak tam bir devrimci olgu olarak ona yaklaşılabileceğini ortaya çıkarmış bulunuyor.
Hiç şüphesiz her devrimci eylem özgürlük ister. Devrimler bazı yönleriyle birbirlerine benzemekle birlikte, tarih her birisinin gündemine farklı görevler koyar ve bu devrim farklı görevleri gerçekleştirme düzeyiyle kendini belli eder. Tarihte gerçekleşen bütün önemli devrimlerin her birisinin insanlığa kazandırdıkları ana hatlarıyla bellidir. Yine her tarihsel devrimin insanlığın genel gelişme düzeyine kazandırdıkları kadar, hedefleyip de ulaşamadığı birçok amacı vardır. Eğer bir devrimi en güçlü, doruk noktasında bir devrim olarak değerlendirmek istiyorsak, o devrimin o döneme kadar varolan gelişmeyle, hatta olumlu ne varsa onları özümsemekle yetinmeyip, yeniye ilişkin yaratılmak isteneni de öngörmesiyle ve uğruna büyük bir çabayı sergileyip başarmasıyla karakterize edileceği rahatlıkla anlaşılabilir.
Örneğin İslam Devrimi kendisinden önceki bütün dinlerin birikimini esas almak ve mevcut yaşamın kabul edilebilecek yanlarını kendisine katmakla birlikte, yeni bir tanrı anlayışından tutalım, yaşama birçok yönüyle yenilik getirdiğini ve bu yapılanların o güne kadar pek görülmediğini belirtebiliriz. Fransız Devriminde de gerçekleşen şey budur. Bu devrimin o güne kadar gerçekleşmeyen ve oldukça hayal edilen özgürlük kadar, insanlığın dağarcığında ne tür olumlu ve sahiplenilmesi gereken gelişme varsa, onlara da en üst düzeyde işlerlik ve gerçeklik kazandırdığını rahatlıkla belirtebiliriz. Ekim Devrimi ise bu konuda daha ileri bir düzeyi ifade eder. Özellikle en ezilenlerin ilk defa egemen sömürücü kesimlere karşı tarih boyunca umut ettiklerini, eşitlik ve özgürlük ideallerini gerçekleştirmekle kalmıyor, yine o döneme kadar insanın önemli bütün kazanımlarına da sahip çıkarak bir doruk noktasını oluşturabiliyor.
Günümüze doğru geldiğimizde, her ne kadar devrimler çağının, özellikle de proletarya önderliğindeki devrimler çağının sona ermeye doğru gittiği gözüküyorsa da, aslında bunun yanıltıcı bir yaklaşım olduğu, en emekçi sınıf olarak proletaryanın sağladığı gelişmenin ve bu anlamda gerçekleştirdiği devrimin sadece bir aşamasının sonuçlandığı, esasen kapitalizmin kaba baskı ve sömürüsünün aşıldığı belirtilebilir. Yine her ne kadar sanıldığı gibi yıkılmadıysa da, kapitalist-emperyalist sistemin birkaç yüzyıldan beri insanlığın başında baskı ve sömürüde oldukça sınır tanımayan yaklaşımını sınırlandırdığını, kendisini oldukça biçim değişikliğine uğrattığını ve bunun çok büyük bir gelişme olduğunu, mevcut çağın en temel özelliğinin de bu olduğunu belirtebiliriz. Bu anlamda sosyalist devrimin yenilmesi veya çözülmesinden bahsetmekten ziyade, bir aşamasının sona erdiğinden bahsetmek daha doğrudur. Buna komünizmde -ustaların da dediği gibi- sosyalist aşama deniliyordu. Sosyalist aşamada sınıf mücadelesinin devam edeceği zaten vurgulanıyordu. Ama ülkü olarak komünizme kolayca ulaşılamayacağı da öngörülmüştür.
Uygarlık tarihi boyunca oluşa gelen ve politik düzeyden ahlaki düzeye kadar hepsi de sınıflı toplumun yasaları tarafından belirlenen alışkanlıkların bir çırpıda yıkılacağını sanmak, kendini kandırmak demektir. Fakat 20. yüzyılda gerçekleştirilenlerin de özgürlük ve eşitlik anlamında sıradan gelişmeler olmadığı açıktır. Bir daha mevcut eşitlik ve özgürlük düzeyinden vazgeçileceğini, çok kaba baskı ve sömürü dönemlerine tekrar dönüleceğini söylemek bir o kadar yanılgıdır. Hiç şüphesiz bu yönlü gerici çabalar eksik olmaz; ama nehir nasıl tersine akıtılamazsa, bu gerici çabaların da varolan özgürleşme düzeyini geriletmesi söz konusu olamaz. Zikzaklar olabilir, ama gerçekleşen kazanımlar sadece daha da ileriye götürmek için bir basamak olarak kullanılabilir. Burada tartışılması gereken sorun geriye dönüş ve çözülüş değildir; özellikle Sovyet sosyalizminin çözülüşüyle birlikte, ne kadar geriye dönüldüğünden ve Sovyet sosyalizminin çözülüşünde kapitalist emperyalizmin elinin ne kadar güçlü olduğundan bahsetme sorunu da değildir. Ekim Devrimi’nin içeriğinin az çok gerçekleştiği söylenebilir. Sorun, özellikle eski biçimleriyle, onun teorik yaklaşımlarından örgütleniş ve proletarya diktatörlüğü modeline kadar birçok noktada gözden geçirilmesi gerektiği, sağladığı gelişmelerin görülmesi temelinde daha ileri bir gelişme aşamasına nasıl ulaşılabileceğine dair teorik çalışma kadar, bunun partisel ve eylemsel ifadesine nasıl ulaşılabileceği sorunudur. Sorun budur.
Dolayısıyla kapitalist-emperyalist tekelciliğin sözcülüğünü özellikle medya alanında yoğunca yürütenlerin sosyalizmi kötülemelerinin salt sınıf çıkarlarıyla ve özellikle insan toplumunun ileri düzeyiyle ilişkisi kalmamıştır. Bununla çevre düşmanlığından tutalım, bireyi en olumsuz sömürme yöntemlerine kadar, en iğrenç biçimde yürütülen sömürü tarzının gizlenmek istendiği, medyanın saldırısının gerçek anlamının bu olduğu, tam da bu noktada emperyalizmin kapsamlı ve aynı zamanda özgün değerlendirilmesi gerektiği açıktır. Çünkü toplumda ve doğada yol açtığı tahribatlar öyle sıradan değildir, insanlığı tehdit eder duruma gelmiştir. Eğer devrimde yeni bir aşamadan bahsedeceksek, doğa tahribatının kesin durdurulmasının teorik ve programatik bir ifadeye kavuşturulması gerekir. Özellikle bilimsel ve teknik gelişmenin toplumda yol açtığı ve her düzeyde sağladığı olumlu gelişmeler kadar, çok tehlikeli olumsuz gelişmelerini de görmek, kaba sınıf tahlilleriyle yetinmeyerek insan toplumunu bütünüyle ele almak; bu anlamda daha da derinleştirilmiş, aynı zamanda toplu hale getirilmiş ve ulusal düzeyi oldukça aşan tahlillere ihtiyaç olduğunu, bunun örgütleniş ve eylem biçimlerine yansıyacağını ortaya koymak, mevcut yeni bir dönemin yakalanması için esastır. Eğer tartışmalar bu temelde geliştirilirse, bir dönemin sonuçlandırılması kadar, yeni bir dönemin başlangıcına ulaşmanın da imkansız olmadığı gibi zorunlu olduğu görülecektir. Bu anlamda devrimin zorunluluğundan bahsetmek mümkündür ve doğrusu da budur. İnsanlık tarihinin temelde öğrettiği de budur.
Önümüzdeki dönemde daha ileri bir özgürlük düzeyine nasıl ulaşılabilir? Hiç şüphesiz yoğunca tartışılan doğanın kirlenmesi sorununa cevap teşkil etmek, yine başta nüfus patlaması olmak üzere bunun doğurduğu veya beraberinde getirdiği birçok soruna çözümler aramak, böylelikle daha ileri bir özgürlük düzeyini bu temellerde yakalayabilmek, uzun süre üzerinde durulacak ve cevap aranacak hususlardır.
Bunun en önemli bir parçası olarak da uygarlık tarihi boyunca düşürülen ve ezilen sınıflar kadar, ezilen kadın cinsinin de kendini gittikçe artan bir şekilde yeni devrimsel aşamaya dayatacağını görmek ve mevcut devrimin bu temelde derinleşebileceğini belirtmek olasıdır. Hatta 20. yüzyılın kaba sınıf baskısı ve sömürüsünün sona ermesi ve yine ezilen uluslar üzerindeki kaba sömürgeciliğinin aşılması –ki, bu konularda her şey yapılmamıştır, halen sınıfsal baskı ve sömürü yoğundur, yine ulusal baskılar hem derinliğine hem de özgül olarak birçok alanda sürüp gitmektedir-, kaba sınıf baskısının 19. yüzyıla kadar olan biçimlerinin sınırlı da olsa aşılması, yine klasik sömürgeciliğin aşılması özgürlük problemine yeni boyutlar kazandırmış ve en alttaki cins olarak kadının kendini yüzeye vuracağı gerçeğini göstermiş bulunmaktadır.
20. yüzyılın sonlarında en çok tartışılan bir sorunun kadın sorunu olması tesadüfi değildir. Dikkat edilirse, her geçen gün artan bir biçimde kadın gerçeği tartışılıyor. Kadın gerçeğinin aynı zamanda bir toplumsal özgürlük gerçeği olduğu, yine kadın gerçeğinin çözümlenmesinin savaş sorununun çözümlenmesinden barış sorununun çözümlenmesine ve yeni ahlakın çözümlenmesinden yeni bir felsefenin teşekkülüne kadar birçok gelişmeyi beraberinde zorladığı görülmektedir. Daha doğrusu, uygarlık tarihi boyunca kadın aleyhinde geliştirilen ve toplumun hem altına hem de dışına oldukça itilen cins ve cinsiyet gerçeğinin savaşların doğuşundan ahlakın tehlikeli gelişmesine, yine erkek egemenlikli dinlerin doğuşu ve gelişiminden felsefelerin doğuşuna kadar birçok gelişmeyi tek renkli veya erkek egemenlikli tarzda ortaya çıkardığı, bunun toplumlar için bazı gelişmelere yol açtığı, fakat toplumları önemli kayıplara da götürdüğü şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Görülüyor ki, sürekli bastırılan, dibe itilen ve toplumun etkinlik sahalarından uzaklaştırılan kadının köleleştirilme ve kadınlaştırılma süreci, aynı zamanda sınıflaşmanın da derinlik kazanma sürecidir. Bunun için bitmez tükenmez savaşların ortaya çıkması, yine topluluklar arasında ulusal düzeye kadar varan baskıların inanılmaz boyutlara ve hatta katliamlara kadar vardırılması, bu temelde sınıf ve ulus savaşlarının giderek geliştirilmesi, kadının da köleleştirilmesiyle yakından ilintilidir.
Dolayısıyla bütün emekçi sınıflar, yine ezilen uluslar ve topluluklarla birlikte, bunların hepsinden daha ağır bir konumu yaşayan, bir toplumun en ezilen, en alta ve en dışa itilen kadın gerçeği orta yerde durdukça, toplumsal özgürlüğün ve her topluluktaki özgürleşmenin tam sağlanamayacağı açıktır. Daha da ötesi, derinleşmiş bir özgürlük isteniyorsa, kadın sorununun mutlaka bütün yönleriyle ortaya konulup gerçekleşmeye doğru yüz tutma durumunda olduğunu çok daha çarpıcı görmek gerekir. Sıkça ortaya atılan sloganlar var: Kadının etkili olduğu bir dünyada savaş olmaz, kadın barış demektir, kadın etkinliğinin gelişmesi hoşgörü ve yaşamda zenginlik demektir gibi sloganlar var. Kadının toplumda kaybettiği yerini tekrar bulabilmesinin birçok olumlu gelişmeyi beraberinde getirebileceği söyleniyor ki, bu doğrudur. Hatta bir toplum ne kadar düşmüşse, bu düşkünlüğün kadının düzeyiyle sıkı sıkıya bağlantısı vardır. Yine bir toplumda özgürlük ne kadar gelişmişse, bunun kadın özgürlüğü ile sıkı sıkıya ilişkisi vardır. Bir devrimin özgürlük düzeyi geliştirilmek isteniyorsa, bunun kadının düzeyiyle ilişkisi vardır. Çağdaş devrimlerde bu ilişki çok açıktır. Toplumsal ilişkilerdeki özgürlük düzeyi, kadın ilişkilerindeki özgürlük düzeyiyle bağlantılıdır. Bu ilişki özgür olarak ne kadar gelişiyor veya ilişkide ne kadar kölelik vardır? Kadın-erkek ilişkilerinde en çok gözlemleyebileceğimiz bir husus budur. Kadın-erkek ilişkilerinde eşitlik ve özgürlükte sağlanılacak düzey toplumun geneline yayılırsa, o toplumun eşitlik ve özgürlük düzeyi de kesinlikle belirlenmiş olur.
Önümüzdeki dönemin devrimsel gelişmesine bir katkı yapılmak ve ileri bir düzey sağlattırılmak isteniyorsa, bunun devrimin bir kadın devrimi olma yönünde veya bütünüyle kadın sorununun çözümüne katkı düzeyiyle kendini göstereceği, devrimin bir eki ve uzantısı gibi değil, onun temel sosyal bir yanı olarak görülmesi gerektiği açıkça belirtilebilir. Kadın çözümlemeleri, kadın etkinlikleri bu nedenle gittikçe önem kazanıyorsa, artık köklü bir devrimsel yaklaşımın da eşiğine gelinmiş demektir. PKK gerçeğinde kadın sorununa ilişkin bu kadar çözümlemenin geliştirilmesi ve pratikleşme sahasında üzerinde bu kadar önemle durulması, yaşanılan devrim süreciyle yakından bağlantılı olmasından ileri gelmektedir. Bu bir anlamda çağımızın devrimlerine örnek teşkil etmesi kadar, ona öncülük düzeyinde yaklaşım gücünü göstermesi demek oluyor.
Sömürgeden de daha geri bir ülke konumunda olması nedeniyle, Kürdistan’da uygulanan ulusal ve sınıfsal baskının dünyada en geri ve en kaba düzeyi oluşturduğu, hatta uygulanan baskının normal bir baskı ve sömürü olmadığı, katliam sınırlarında belki de insan soyuna uygulanan baskının en anlamsız biçimi olduğu kadar örneği görülmeyen biçimde seyrettiği, bu anlamda Kürdistan Devriminin kendine has özelliklerinden bahsedilebileceği açıktır. Kürdistan’ın tarihi somut konumu, doğal olarak devrimin de özgünlüğünü beraberinde getirir. Ama biraz daha derinliğine bakıldığında, Kürdistan ülkesi başka gezegende olan bir ülke, Kürt toplumu da tüm toplumlardan kopuk bir toplum değildir. Tam tersine, Kürdistan çağın en olumsuz özelliklerinin yaşandığı, hatta çağın tortusu diyebileceğimiz yer oluyor. Tarihte ve günümüzde her türlü işgalcilik, istilacılık, sınır tanımayan baskı ve sömürü burada denenmiştir. Düşürülme bu nedenle burada evrensel ve tarihseldir. Buna karşı geliştirilecek olan devrimin evrenselliği ve tarihselliği de kendiliğinden ortaya çıkar.
Bundan dolayı Kürdistan Devrimi çok yönlü özgünlük arz etmesine rağmen, genel çağsal içeriğe de kesinlikle sahiptir. Çağın ulaşılması gereken devrimci hedefine Kürdistan’da ulaşmak, bir ayrıntı veya süs değildir, zorunlu bir sonuçtur. Çağla çelişkisinin şiddetli olması, onun dışında ve ondan kopuk ele alınmasını gerektirmez. Tam tersine, çelişkilerin çok doğal olarak ortaya konulmasına ve çözülmesine enternasyonalist değeri dayatması, kendi devrimini uluslararası ve toplumsal bir devrim haline getirmesiyle mümkündür; bu temelde yaklaşım gösterme gücüyle kendini ortaya koyması gereklidir. Çıkarılacak sonuç budur. Bazılarının sandığı gibi, dar ulusal devrim, hatta sınırlı bir reformist ulusal kurtuluşçuluk Kürdistan gerçeğini ifade etmediği gibi, devrimsel gelişmesini de başından yenilgiye mahkum kılar, çok önemli bir devrim olarak görülme ve değerlendirilme şansını ortadan kaldırır. Bu anlamda devrime reformist açılardan bakan her şeye karşı kapsamlı ideolojik eleştirinin geliştirilmesinin ne kadar önemli olduğu anlaşılıyor. Dar ulusal kurtuluşçuluğun politik düzeyi çok sınırlı bir devrim olduğu ve sosyal temele inen devrimci bir yaklaşıma sahip olmadığı görülüyor; bu temelde geliştirilen eleştirilerin ne kadar yerinde olduğu yine açıkça anlaşılıyor.
PKK’nin dile getirdiği devrimci teori, gerek reel sosyalizmin gerekse kapitalist-emperyalist sistemin eleştirisi, yine ortak tarihi ve günceli değerlendirmesi, dayanmak istediği devrimin nasıl ele alındığını da ortaya koyuyor. Kendi devrimini ulusallık sınırlarıyla belirlemek şurada kalsın, bunu inkar etmemekle birlikte tarihselleştiriyor ve evrenselleştiriyor. Bu devrimin çok önemli bir parçasını da şimdi kadın sorununda gerçekleştirmek istiyor. Yani Kürdistan Devriminin bir anlamda kadın devrimi olması, kadının kurtuluşunun her yönüyle tarihleştirilip pratikleştirilmesine özen gösterildiği bir devrim aşamasını esas alması ve kararlaştırması gerektiğini ortaya koyuyor. Bu yaklaşımın doğru olduğu çok açıkça ortaya çıktı. Çünkü Kürdistan kadınının yoğun ilgisi daha şimdiden ortaya çıkıyor. Bu ilgiye sıradan bir yaklaşımla cevap verilemeyeceği, eğer verilirse devrimin daha başından güdükleşip yenileceği kısa ve sınırlı pratik gelişmelerle de anlaşılmıştır.
Kadın katılımını basit istemlerle sınırlandırırsak, herkes varolan feodal baskı ve küçük burjuva eşitlik anlayışıyla yetinmek isterse, hatta düzenden biraz sıkılıp maceracı anlayışlara cevap vermekle yetinirse, belki bazı çözümler elde edilebilir, bu anlamıyla birçok kişilik ve tip tatmin olabilir. Ama özünden baktığımızda, bunun devrime ne kadar yanılgılı, hatta ihanet ve devrimi boşa çıkarmak kadar tehlikeli bir yaklaşım olduğunu vurgulamak gerekir. Bu, cephesel devrim özelliklerine terstir, onun ihtiyaçlarına cevap verecek bir yaklaşım değildir. Ama daha çok da Kürdistan Devriminin doğasını anlamamaktan, onu çok yüzeysel ele almaktan, bu yönüyle adeta başarılara fazla yol açmadan kendini çürütüp yitirmekten, kadının tekrar başarılara yol açmada değerlendirilmemesinden bahsedilebilir. Bu da çok tehlikeli bir yaklaşımdır. Çözümlemelerde özellikle en yoğun savaşım sürecinde bile bu soruna bu kadar yüksek ilgi ve yaklaşım göstermem tesadüfi değildir. Sorun, uluslararası devrimin bir sorunu olarak kendini hissettiriyor. Bunu göreceğiz.
En önemlisi de Kürdistan sorununda kadın çözümlenmesi sağlanmadan, Kürt toplumunun bazı özellikleri ve özellikle aile gerçeği çözümlenmeden, bir adım bile ilerlemenin mümkün olamayacağı ortaya çıkıyor. Çokça sözü edilen tıkanmış kişiliklerin, -yarı feodal ve küçük burjuva kişiliklerin devrimin daha ilk adımlarında tökezlemeye neden oldukları, ölmekten veya kaçmaktan başka bir sonuca yol açmadıkları anlaşılmıştır. Özellikle çözümlemelerin geliştirildiği 1980’lerin ortalarından itibaren ortaya çıktı ki, kişilikler, hem de partili kişilikler devrimi tıkatmıştır. En yeni ve en eski kişiliklerin kendilerini çözümleyememeleri halinde bir ajandan daha tehlikeli bir biçimde devrimi tıkayabilecekleri, 15 Ağustos Atılımının birinci yılının değerlendirilmesiyle de kendini gösterdi.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan