HABER MERKEZİ
Devletlerin güncel politikaları ele alınırken salt kısa dönemin ele alınması yüzeysel bir yaklaşımdır. Halkların Önderi Abdullah Öcalan’ın belirtiği üzere iktidarın en önemli özelliğinden biri de tahakküm tarzını biriktirmesidir. Bu açıdan tüm devletler yönetim şekline, devletin şekillenmesine yansıyan bir arka plana sahiptirler. Zaten devlet geleneği olarak ifade edilen zihin dünyası bu arka plana işaret eder. Her iktidar ya da hükümet kendi devletinin zihin dünyası çerçevesinde hareket eder. Aksi durumlar zaten köklü dönüşümlerin yansımalarıdır.
AKP-MHP faşizminin politikalarını da Türk devlet geleneği ışığında ele almak daha açıklayıcı olacaktır. Fakat öncellikle Türk devlet geleneği kavramına dair bazı belirlemelerde bulunmalıyız. Baştan bu kavramın bazı yanılsamaları barındırdığını söylemeliyiz. Çünkü Halkların Önderi Abdullah Öcalan’ın belirttiği gibi devlet bir halkın ya da ulusun olamaz. Bu ideolojik bir çarpıtmadır. Türk tekelci kliklerin yönettiği devlet ve devletler olabilir. Türk halkına ait bir devlet ise yoktur. Egemenlerin kimliğinin Türk olması o devleti Türk halkının devleti haline getirmez. İkincisi bu kavramsallaştırmaya uygun olarak Türk egemenlerinin farklı bir devlet geleneği yoktur. Yani Türk üst sınıfları tarih boyunca yönettikleri devletlerde özgün bir tarz oturtmuş değillerdir. Böyle bir yaratıcılıkları yoktur. Yaptıkları ele geçirdikleri devletlerin tarzına uymaktır, üzerine bir şey eklemek değil. Buna rağmen Türk devlet geleneğinden bahsetmek bize Türk egemenlerinin yönetme tarzına dair biriktirdikleri ilkeleri görme açısından bir kolaylık sağlar. Eğer kavramın içeriğine dair genel perspektifi akılda tutarsak Türk devlet geleneği bugünü anlamamızda önemli bir araç olur.
Türk devlet geleneği bu coğrafyada varlığını sürdürmüş Bizans ve Pers İmparatorluklarının yönetim sanatı kopyalanırken iktidarın en yoz yanları içselleştirilerek oluşmuştur. Kumpaslar ve saray darbeleri, ihanetler sıradan ilkeler olurken yağmaya dayalı egemenlik rüyaları bu yönetim geleneğinin temel motivasyonu olmuştur. İmparatorluk büyütülürken sömürgecilik ve yağma dışında bir hedef güdülmemiş, İslam bu hedefe hizmet edecek biçimde istismar edilmiştir. Cihan İmparatorluğu adıyla yüceleştirilen ve bugünkü AKP-MHP faşist ideologlarının özlemi olan Osmanlı İmparatorluğu’nun sistemi işte bu yağma düzenidir. Birileri onlar adına ölecek, onlar da kendi iktidarlarını sürdüreceklerdir. Türk devlet geleneğinin amentüsü budur.
AKP-MHP faşizmini ele alırken Türk devlet geleneğinden bağımsız ele almak tabloyu net olarak görmemizi engeller. Bu durum Kürt soykırımına yaklaşımında geçerli olduğu gibi uluslararası arenada kullandığı argümanlarda ya da devletin iç işleyişine dair düzenlemelerinde geçerlidir. Çünkü AKP-MHP faşizmin özgün yanları olmakla beraber Türk devlet geleneğinin en geri temsilcilerinin doğrudan kalıtçısıdır. Bu açıdan süreklilik hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir.
Rojava’yı tehdit ederken kullandıkları “Barış koridoru” ya da “güvenli bölge” kavramlarının ne anlama geldiğine bakmadan önce çokta gerilere gitmeden bu devlet zihniyetinin kısa dönemde kendi sınırları dışındaki bölgelere nasıl yaklaştığını ele almak asıl niyetlerini gösterme açısından gereklidir.
Bu açıdan TC’nin Kıbrıs pratiği akılda tutulması gereken bir örnektir. 1974’te Kıbrıs’a yapılan işgal hareketinin adı “Kıbrıs Barış Harekatı” idi. Türk devleti adaya barış ve güvenlik götürme iddiasındaydı. İngiltere ve Yunanistan ile daha önce yapılmış antlaşmalardan müdahale hakkı olduğunu söylüyordu. Sonuç ise Kıbrıs’ın hatırı sayılır bir bölümü işgal edildi. O tarihten bu yana Rum ve Türklerden oluşan Kıbrıs halkı ne barış yüzü ne de huzur gördü. Kıbrıs’taki Türk halkında oluşan barış ve çözüm iradesi sürekli bir şekilde T.C. tarafından bastırıldı. 45 yıldır çözümsüzlük kronik hale gelirken, ada bölünmüş bir ülke haline geldi. Kıbrıs’taki konumu tüm dünya tarafından işgalci olarak tanımlanan T.C. adayı kendi menfaatleri için kullanma dışında bir şey yapmadı. Bugün hala adı konulmamış bir ilhak söz konusudur. Kıbrıs Doğu Akdeniz’de sürekli bir gerginlik kaynağıdır. Ve bu durumdan memnun olan yegâne kesim de adanın işgal edilen kısmını kara para aklama merkezi haline getiren TC’nin yönetici klikleridir. T.C.’nin yöneticilerinin barıştan, güvenlikten anladıkları budur.
Bu zihniyetin güvenlikten ne anladığını 2016’dan itibaren Cerablus ve Bab’ta yaptıklarından da anlayabiliriz. Bu bölgeye kaymakam düzeyinde yönetici atamaktan bile çekinmeyen faşizm, bölge halkının sürekli protestolarını da umursamamaktadır. Eğitimden sağlığa yapılan tüm işlemlerde Türkleştirmeyi esas alan AKP-MHP faşizmi bölgeyi asıl sahiplerine bırakmak şöyle dursun, kuklalarını bile yönetimde söz sahibi haline getirmeye yanaşmamaktadır. Rojava’ya saldırılarında piyon olarak kullanmak için beslediği her türlü ahlaki değerden yoksun çetelerin üsleri haline gelen bu bölgenin yerli halk için ne kadar güvenli ve huzurlu olduğu propagandasını bile yapamamaktadır. Her türlü hırsızlık, gaspın hukuki olarak yapıldığı bu bölge tüm Suriye halkları için çok büyük bir güvenlik problemi oluşturmaktadır. Bu durumda T.C. sürekli diplomatik bir koz olarak kullandığı mültecilerin bu bölgeye neden dönmedikleri rahatlıkla anlaşılır. Bu bölgede ülkelerini terk etmelerine neden olan her şey varlığını zaten sürdürmektedir.
Efrin’in işgali de faşizmin egemenlik alanını genişletme histerisi ve Kürt soykırımcısı zihniyeti ile yapılmıştır. Bu doğan gün kadar açıktır. Her ne kadar Efrin’de aynı şekilde hareket etmek istese de burada her gün bu isteğinin bedelini ödemektedir. Efrin Kurtuluş güçleri T.C.’yi de, güvenlikten ne anladığını çok iyi bilmektedir ve mücadeleyi sürekli büyüterek Efrin’i faşizmin kâbusu haline getirmeye devam etmektedir.
Bu anlayış ve pratiğe rağmen AKP-MHP faşizminin Kuzey Doğu Suriye’ye yönelik sürekli güvenli bir hattan bahsetmesi ironiktir. Aslında tüm Ortadoğu için tehlike oluşturan kendi faşist rejimidir. Aslında halkları bu zihniyetten korumak tüm insanlığın görevidir. Uluslararası alanda adalet, eşitlik gibi değerler hâkim olsa tüm devletler T.C.’yi bırakalım dikkate almayı bu konumunu geriletmeye uğraşırlardı. Çünkü faşizmin Rojava’ya yönelik söylemlerinin gerçeklerle en ufak bir ilişkisi yoktur. Rojava devrimi hiçbir güce saldırmamış ya da tehdit etmemiştir. 8 yıllık pratik, vahşi saldırılara karşı muazzam direnişin tarihidir. Sorunların çözümü için Önderliğin paradigması doğrultusunda demokratik müzakereye hazır olduğunu sürekli ilan etmiştir. Daha ilk günden Rojava’ya tehdit eden, önce İŞİD gibi çetelerle sonra doğrudan kendi ordusu ile saldıran ise AKP-MHP faşizmidir. Kürt halkının nefes alıp vermesini kendi soykırımcı varoluşuna bir saldırı olarak görmektedir. Bu açıdan herhangi bir yerde Kürt kazanımları söz konusu olsa buna yönelmeyi esas almaktadır. Bu zihniyet tüm dünyanın gözünün içine baka baka tüm özerk bölgeyi ortadan kaldıracağını, bunu da “barış koridoru” adıyla yapacağını ilan etmektedir. Kavramların çarpıtılmasında Türk devleti oldukça maharetlidir.
Fakat uluslararası sistem de menfaate dayalı dengeler söz konusudur. Pratik politika da bu durum göz ardı edilerek geliştirilemez. Rojava devrimcileri de bu açıdan tüm dünyaya gerçekçi bir öneri yapmıştır. İŞİD karşıtı koalisyon devletlerin sorumluluğunda makul bir bölgede faşizmin tehdit söylemlerini boşa çıkarabilecek bir mekanizma kurulabileceğini pek çok kez ifade ettiler. AKP-MHP faşist demagogların hezeyanlarına karşın son günlerde çokça konuşulan antlaşmanın bu öneriye yakın bir sonuç açığa çıkardığı, Türk devletinin buna mecbur bırakıldığı görülmektedir. Aksi durum zaten savaş demektir. Özerk bölgenin ilan ettiği seferberlik, Rojava halkının bu ihtimalle de hazır olunduğunu göstermektedir.
Faşizmin Kürdistan’ın her yerini işgal etmek istediği açıktır. Sadece bekalarına tehdit olarak gördükleri Kürt varlığını ortadan kaldırmak için değil, aynı zamanda egemenlik alanlarını genişletmek için Başurê Kürdistan’ı da Rojava’yı da işgal etmek istemektedirler. Bu isteği hangi kılıfla sunarlarsa sunsunlar asıl hedefleri budur. Çünkü bu zihniyetin iktidarını kurumsallaştırmak, rantını artırmak dışında nihai bir amacı yoktur. Onların “güvenlik”ten de anladıkları budur. Güvenlik dediklerinde halklara saldırı, barış dediklerinde topyekûn savaşı kastettiklerini sürekli akılda tutmak gerekir. Bu açıdan her yöntem ile direnerek faşizmi dağıtma dışında halkları barışa kavuşturmanın bir yolu yoktur.
Kendal BAGOK
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi