HABER MERKEZİ
Günlerce yağan yağmur altında yürüyüp, bir sonbahar günü Cudi dağının yamacındaki bir gerilla noktasına ulaşmıştık. Her şey hayal ettiğim gibi ilerliyordu. Yorulma, açlık ve gülen yüzler, daha önce kurduğum hayalleri daha gerçekçi kılıyordu. Doğa sarı, kızıl ve turuncu renklerle süslenmişti ve bu renkler Cudi dağına daha efsunlu bir hava katmıştı. İlk gerilla günlerimi yaşıyordum, her şeyi sanki ilk defa yaşayacakmışım gibi bir toyluk yakamı bırakmıyordu. Çok düşüyor, kendimi yeni doğmuş gibi hissediyordum. Öncesiz ve sonrası belirsiz bir his taşıyordum içimde. Yepyeni bir dünya ile tanışmıştım.
Benimle beraber katılan arkadaşlarım bana göre daha sağlıklı ve güçlüydüler, ben ise dizimin altında oluşmuş kistleri yeni aldırmış, ameliyat yerinin tam iyileşmesini beklemeden dağa atmıştım kendimi. Sanki o zamanın doğurduğu fırsatı da kaçırırsam bir daha asla gerilla olamayacağımın korkusu ve can havliyle nefes nefese ulaşmıştım dağa. Şimdi tam da isteğim yerdeydim, buna hala inanamıyordum. Arkadaşlarım bazen kendilerini unutup sivil isimle birbirlerini çağırıyorlardı. Ama ben çok dikkat ediyor, aynı hatayı yaşamamak için herkese Heval diyordum. Bir de çok seviyordum heval demeyi. Heval sözü bana farklı bir heyecan yaşatıyordu. Artık bu sözü günde onlarca kez telaffuz edeceğimi bilmek bana farklı bir huzur veriyordu. Heval beni yaşama bağlayan sihirli sözcüktü.
Cudi’nin o büyüleyici atmosferine kendimizi kaptırdığımız ve oturduğumuz yerde sivil elbiselerimizdeki kurumuş çamuru tırnaklarımızla tırtıkladığımız ve kim en çok düştü tartışması yürüttüğümüz bir zamanda orta boylu, kumral, tez canlı, güler yüzlü bir arkadaş yanımızda durup gülümseyerek “merhaba heval hoş gelmişsiniz” dedi. Hepimiz ona dönüp ayağa kalkarak “merhaba” dedik. “Oturun oturun, uzak yoldan geldiniz. Gerçi hiç yorulmuşa benzemiyorsunuz.” Başımızı sallayıp onayladık ve anladık ki bu arkadaş bir komutan. Çok arkadaşça bir havası vardı, sanki hepimizi yıllarca tanıyormuş, duygularımızın derinliğinde ne yaşadığımızdan haberdarmış gibiydi. Birkaç dakikaya varmaz hepimizi çok güzel, samimi bir havaya koydu. İsimlerimizi sordu. Bir arkadaş da “heval senin ismin nedir?” diye sordu, soran arkadaşın omzunu tutup sarsarak “Erdal” dedi.
Hepimize sorular sordu. Bazı cevaplarımıza kahkahayla güldü. Hepimizin sivil arkadaş olduğunu öğrenince “gerçekten siz birbirinizi seven arkadaşlarmışsınız, yolunuzu birleştirmişsiniz, beraber gelmeniz çok anlamlı” dedi. Biz birbirimize bakıp tebessüm ederken “size bir soru sorayım” dedi, hepimiz başımızı evet anlamında salladık. “Ama doğru söyleyeceksiniz tamam mı?” deyince merak içinde bir ağızdan “tamam” dedik. “Çetelendiniz mi?” Anlamaz bir edayla yüzüne baktığımızı görünce “valla siz daha gerilla olmamışsınız” deyip bize çetelenmenin ne olduğunu anlattı. Bazı arkadaşlar “valla biz kaşınıyoruz, biz gerilla olmuşuz” diye ısrar edince o başını Cudi dağı gibi havaya kaldırmış gülüyordu. Yanımda oturan ve çocukluğumdan tanıdığım Mazlum arkadaş kulağıma eğilip “çok şirin bir arkadaş ben onun yanına gideceğim” deyince ben de “söyle beraber gidelim” dedim. Mazlum “sen daha küçüksün” dediğinde kıyamet koptu. Yüksek bir sesle “ben küçük değilim” diye haykırdım. Heval Erdal bana dönüp gülümsedi, “kim sana küçük diyor bakayım?” Parmakla Mazlum arkadaşı gösterdim ve aramızda geçen sohbeti de bir çırpıda anlattım. Mazlum’a dönüp “Mazlum, arkadaşlar sana bir kleş verecekler, sen kurye arkadaşlara yardım edeceksin. Sınırda birbirinizden kopmayın, sonra da seninle görüşür beraber de kalırız” dedi ve Mazlum havalara uçtu. Hepimizden önce onun silahı olacaktı. Bana dönerek “sen de yanımızda kalacaksın” dedi. Gözlerim doldu, ağladım ağlayacağım gibi oldum, arkadaşlarımdan kopmak istemiyordum. Erdal arkadaş beni arkadaşlarıma işaret ederek gülümsüyor, arkadaşlarıma ne kadar sevildiklerini benim sulu gözlülüğümle göstermeye çalışıyordu. Baktı ki durum ciddi “arkadaşlar senin ayağının ameliyatlı olduğunu söylediler, kendini zorlama, ayakların iyileşince beraber gideceğiz, ben seni arkadaşlarının yanına götüreceğim” dedi. Kabul ettiğimi başımı sallayarak gösterdim. Bu arada bir arkadaş yine beni eski ismimle çağırdı. Döndüğümde Heval Erdal “bu senin sivil ismin mi?” diye sordu. Biraz şaşkındı. “Evet” dedim. Ailemi kast ederek “sizinkiler devrimci mi?”, “evet”, “ismin güzel bence değiştirme” dedi. “Ama ben gerilladaki ismimin yeni bir isim olmasını istiyorum” dediğimde gülümseyerek “hele sen ayağını aç bakayım ne olmuş” dedi. Ben buna hazırlıksız yakalanmıştım. Bir güzel yutkundum, kim söylemişti ona? Korkuyla “yok acımıyor” dedim. “Tamam acımayan ayağına bakalım o zaman” dedi. Kurtuluş olmadığını anladığımda ayakkabı bağcıklarımı açmaya kalkıştım ama daha önce gizlice bakmıştım ve ayağımın çok kötü olduğunu biliyordum. Ameliyattan sonra üstünde günlerce yürüdüğüm ve davul gibi şişmiş ayaklarımdan çoraplarımı çıkarmaya çalıştım ama çıkaramayacağım bir hale gelmişti. Heval Erdal bana yardım etmeye çalışırken ayağımın halini görünce ve şaşkınlıkla yüzüme bakıp “sen bu ayaklarla nasıl yürüdün, neden arkadaşlara bu durumu söylemedin” deyip kızgınlığını da yansıtınca “beni eve göndereceklerinden korktum” deyip rahatlamıştım. “Yapma yahu, bizim sizin gibi canlı ve yeni arkadaşlara ihtiyacımız var, siz taze kansınız” diyerek gösterdiğim iradeye övgüler diziyordu. Bu arada ayağımı da çoraptan kurtarmıştı. Baktım ki daha kötü olmuş, asit dökülmüş, derisi soyulmuş, tırnakları olduğu gibi dökülmüş, kıpkırmızı bir et parçasına dönmüştü. Heval Erdal yüzünü muzipçe buruşturuyor, ağlayacak mıyım diye merak eden bir eda ile yüzüme bakıyordu. Ağlamadığımı görünce de mutlu oluyordu.
Ben ise ona hayran kalmıştım. İnsanın yüreğinde hemen yerini yapıyordu. Moral verip en samimi arkadaşın gibi paylaşıyordu. Sana büyük bir insan olduğunu hatırlatarak küçüklüğe tenezzül etmemene sebep oluyordu ve bu onun ne kadar büyük bir insan olduğunu ortaya koyuyordu. Çok sevmiştim Heval Erdal’ı. Biraz uzaklaşınca ben de uzaklara bakıyordum. Beni başka bir yerde olan kadın arkadaşların yanına götürmüşlerdi. Heval Erdal da diğer arkadaşlarımı güney sahasına uğurlayıp beni ziyarete gelmişti ama çok kötü bir zamanda gelmişti. Doktor arkadaş ayaklarımı tavana bağladığı bir falakaya yerleştirmiş, pansuman yapmaya çalışıyordu. Arada bir de “heval biraz acıyacak kusura bakma, yanımızda ayağını uyuşturacağımız bir şey yok” diyordu. Heval Erdal araya girerek “ya o acıya alışık, baksana günlerce böyle yürümüş, neymiş onu eve göndereceklermiş” deyip gülüyor, gurur duyduğunu hissettirerek bana bakıyordu. Doktor arkadaş bu arada ayağımdaki bütün çürük etleri kesiyor, elinden ve neşter arasından kanlar sızıp duruyordu. Yüzümü Heval Erdal’ın olduğu taraftan diğer tarafa çevirmiştim, çığlık atmak istiyordum ama ondan utanıyordum. Baktım ki Heval Erdal başımı avuçlarının içine alarak kaldırdı ve dizlerinin üstüne koydu. Gözlerimin içine bakarak “eğer bağırmak istersen bağır, bizim arkadaşlar yaralandığında bize küfür ediyorlar, doktorlara tepki alıyorlar, çocuklar gibi oluyorlar” deyip bazı örnekler vererek beni güldürüp var olan acıdan millerce uzağa götürmüştü. Sohbeti ve cana yakınlığıyla, esprileriyle kendimi unutmuştum. Bir ara canımın bedenimden çekildiğini hissettim, doktordan yana bakınca gördüm ki ayağıma köpükler içinde bir sıvı döküyordu ve ayağım adeta kaynıyordu. Pembe bir sıvı aşağı doğru süzülüyordu. Gözlerimi yumdum ama yaşlar süzülüp kulaklarımdaki çukurlara boşalıyordu. “Sen iyileşince sana bir pezkuvi vuracağım, enerji topla ki arkadaşlarına ulaşabilesin, sonra eğitim göreceksiniz, ben gelip sizi ziyaret edeceğim bakalım ne kadar gerilla olabileceksin” dediğinde, “yok, vurma” diye refleks gösterdimse de işe yaramadı. Heval Erdal başladı Cudi ve pezkuvinin bağlantılarını anlatmaya ve ekledi “Cudi’de pezkuvi eti yemeyen gerilla olamaz, sen gerilla olmak istemiyor musun?” diye sorunca artık ısrar etmedim. Zaten daha fikirlerimi savunacak kadar kendime güvenmiyordum. Baktı ki ona kafa tutacak gücüm yok, bu defa sohbeti benim anlayacağım dilde devam ettirdi “gerillada en çok ne dikkatini çekti söyle bakayım.” “Arkadaşları çağırdığımda efendim demiyorlar, bir şeyi onayladıklarında ‘doğrudur’ diyorlar, evet demiyorlar onun yerine ‘ê ê’ diyorlar.” Gülmekten gözleri yaşarmıştı. “Başka” diye ısrar edince omuz silktim. “Biz efendilere karşı savaş açmışız niye efendim diyelim” deyip ara ara gülmesini sürdürüyordu. İnsanla ilişki geliştirme konusunda tam bir usta olan Erdal arkadaşa hayran kalmıştım. İçimden insan kendini onun yanında değerli hissediyor diye geçiriyordum.
Arkadaşlar ayağımı sardıklarında Heval Erdal bana nasıl iyi bir gerilla olunacağını anlatıyordu. Arada da doktor arkadaşa “çok sarma yapışmasın” diyordu. On güne yakın Erdal arkadaşın komutanı olduğu gücün yanında kaldım. Onlar kendilerine Cudi taburu diyorlardı. Çok güzel insanların bir araya geldiği bir bileşimdi. Heval Erdal her fırsatta beni ziyarete geliyordu. Moral veriyor, anılarını anlatıyor, gerillaya olan sevgimi keşfedip gelecekte nasıl bir gerilla olmam gerektiğini anlatıyordu. Gelmediği günler onu özlüyordum. Bir gün yine gelmemişti. Ben bir arkadaşa “beni Heval Erdal’ın olduğu yere götürebilir misin?” diye sordum. -Yürüyebilecek misin? -Evet –Ê tamam gidelim. Çok sevinmiştim.
Mangaya vardığımızda Heval Erdal kitap okuyordu. Beni görünce -Vay ayaklanmışsın, tamam yarın gidiyoruz, deyip ayağa kalktı ve gülümseyerek bize doğru geldi. Manganın önündeki düzlükte oturduk. Aşağıda bir grup arkadaş toplanmış hararetli bir şekilde tartışıyordu. Parmağını onlara doğru uzatarak “onlar da sizin gibi sivilden arkadaşlar” dedi. “Biz de beraber mi olacağız” diye sordum. “Eğer ahbap çavuşluk yapmazsanız kalabilirsiniz” diye cevapladı ama ben ahbap çavuşluk nedir bilmiyordum henüz, fakat iyi bir şey olmadığını anlamıştım. Kendimden emin “yapmayız” dedim. -Söz mü? -Söz -Ê tamam, deyip yarın yola çıkacağımızı söyledi.
Yola koyulduğumuzda Heval Erdal’ın hemen arkasında yürüyordum. Bazen elimi tutuyor, bazen de dürbünle etrafa bakıyordu. Benim hep dağların zirvesine baktığımı görmüş ve içimi okumuş olacak ki “ben gerillaya ilk geldiğimde hep tepelere bakarak ben burayı nasıl çıkacağım deyip gözümde büyütüyordum. Sonra kendime dedim ki ben artık hiç zirvelere bakmadan yürüyecek, zirveye ulaşınca da nasıl çıkarım sorusu yerine burayı ben çıktım deyip aşağılara bakacağım dedim ve hala da öyle yapıyorum” dedi. Ben de başımı önüme koyarak yürümeye başladım, baktım ki zirveye ulaşmışız. Heval Erdal elimden tutarak “gel aşağıya bakalım” deyip beni küçük bir kayanın üstüne çıkardı ve “burayı sen çıktın, ne kadar yüksek olduğunu gördün mü, daha çok çıkacak ve derin nefesler alacaksın” dedi. Kendime o kadar güvenmiştim ki dünyayı toza dönüştürecek gücü içimde hissediyordum. O güven duygusuyla ilerlemeye devam ederken buralarda her şey ne de çabuk değişiyor diye düşünüyordum. Gerçekten de insanlar, fikirler ve koşullar çok hızlı değişiyordu. Ama tuhaf bir şekilde insanı yaşlanacağı duygusu terk ediyor ve gerilla olmuşsan artık yaşlanmayacakmışsın gibi bir duygu gelip içine yerleşiyordu.
Uçurumlu bir patikada ilerlerken Heval Erdal’ın ani bir hareketle diz çöktüğünü ve silahını karşı tarafa doğrulttuğunu gördüm. Korku içinde yanına çömeldiğimde gözlerini kırpıştırarak gülümsediğini gördüm. Ne olup bittiğini anlamıyordum. Onun nişan aldığı yere bakıyor, bir şey göremiyordum. Birden bir mermi sesiyle irkildim. Çatışmaya girdiğimizi düşünüyorken ve ne yapacağımı bilmiyorken kendimi Heval Erdal’ın yeleğini sıkıca tutmuş bir halde gördüm. Silahından bir daha ses çıktığında iyice koltuk altına sığınmıştım. Ayağa kalkıp başımı göğsüne bastırdı, “korkma sana bir pezkuvi vurdum” dediğinde duyargalarımın ne kadar zayıf ve dağa göre olmadığını gördüm. Çünkü beraber yol aldığımız diğer gerillaların hepsi de pezkuvileri fark etmiş, onlar da olduğu yerde çömelip ateş açmış ve başka bir pezkuvi vurmuştu. Ben bu durumdan hoşnut olmadığımı yansıtıp somurttum. Heval Erdal bu durumu anlamıştı, “biz gerillalar doğadan faydalanmak zorundayız, şimdi arkadaşlar söylemiyor ama yanlarında sadece biraz tuz ve şeker dışında bir şey yok, biz mecburuz tamam?” “Tamam” desem de somurtkanlığım geçmedi. Heval Erdal uzaklara daldığımı görünce “sahi kaç yaşındasın?” diye sordu. “On altıya gireceğim” dedim, “yani on beş, Mazlum haksız değilmiş” diye takıldı. Bu arada Hêzil suyunun kenarına doğru iniyorduk ve aşağının cennet dedikleri yer olduğuna inanmaya başlamıştım. Heval Erdal “sudan korkuyor musun?” diye sordu. -Evet, benim bir arkadaşım yanımda suda boğuldu ve ben hiçbir şey yapamadım. -İsmi neydi? –Canê, dedim. -Yaşasaydı o da seninle gerillaya gelir miydi? -Bilmiyorum, dediğimde gülümsedi.
Aşağı doğru indiğimiz için ayaklarım eziliyor, sökülmüş tırnaklarımın sızısı dayanılmaz bir hal alıyordu. Ayakkabım kan içinde kalmıştı. Biraz geride kaldığımı gören Heval Erdal beni bekleyip ayaklarıma baktı. Bileklerime doğru pıhtılaşmış ve kızıl bir çember oluşturmuş kanı görünce yeni oluşan ve henüz ince olan ayak derimin bu yürüyüşe dayanamadığını anladı. “Biz şimdi arkadaşların yanına gideceğiz, kesin köz yapmış, kuvileri pişirmişlerdir. Yemeğimizi yer sonra dinleniriz, nerede akşam orada sabah” deyip elimi tutarak peşinden indirdi. Başka hiçbir yerde kendimi onun yanında olduğum kadar güvende hissettiğimi hatırlamıyordum. Onun yanındayken annemi bile özlemiyordum. İnsana huzur veren, sabır veren, irade ve güç veren bir duruşu vardı. Onun yüzündeki sürekli tebessümü görünce bütün yorgunluğumu unutuyordum. İnsan ona kızamıyordu, birazcık uzaklaşınca hemen özlüyordu, onunla geçen zaman anlamlı ve unutulmaz oluyordu.
Bizimle yürüyen Ferhat adlı, sırtında aynalı acayip bir şey taşıyan Serhatlı bir arkadaş da vardı. Heval Erdal uzaklaşınca o yanımda kalıyordu. Sırtındaki şeyin ne olduğunu merak ediyor, sormaktan çekiniyordum ama merakım çekingenliğimi yenmişti “Heval sırtında taşıdığın nedir?” “Güneş enerjisi, Heval Erdal bunu telsize bağlayıp arkadaşlarla konuşuyor” diye cevapladı ve artık başka sorular sormanın yolu açılmıştı. “Heval Erdal büyük bir komutan, öyle mi?” “Öyle” deyip gülümsedi. Sonra “Heval Erdal’ı sevdin mi?” diye sordu. “Evet, çok sempatik” dedim. “Öyledir, onun olduğu yerde arkadaşların morali asla bozulmaz, tuttuğu sözü kesinlikle yerine getirir” deyip onunla övündüğünü hiç gizlemiyordu. Hêzil kenarına vardığımızda arkadaşlar gerçekten köz yapmış, etleri deriden sıyırmışlardı. Bazı arkadaşlar da etleri geçirip pişirmek için kestikleri dallardan şiş yapmaya çalışıyordu. Gözüm kenara konulmuş, kesik başlara ilişti, gidip pezkuvilerin başının konduğu yerde durdum. Gözleri açıktı, her an uçurumdan düşecekmiş gibi bakıyorlardı. İçim sızlamıştı. Çömelip ilk defa bir pezkuviye dokundum. Tuhaf bir ürperti tüm benliğimi sarmıştı. Birazdan benimle konuşacaklarmış gibi bir his yaşadım. Aynı somurtkanlık gelip yüzüme oturmuştu. Oturduğum kuytu yerde ağlamamak için kendimi bastırıyordum. Bana doğru gelen hışırtıya dönüp baktım ki Heval Erdal silah şişine geçirdiği ve pişirdiği bir et parçasıyla yanıma doğru geliyor. “Pezkuvinin kalbini sana pişirdim, al ye” dedi. “ Heval ben onu yiyemem” dedikçe o ısrar ediyor “niyeymiş” diye üsteliyordu. “Sadece bunu ye yürümek için” diye ısrar ettikçe ben “yürürüm” deyip kurtulmaya çalışıyordum ama Heval Erdal’dan kurtulmak kolay değildi. “Tamam gerilla olmak için ye” deyince ben ağlamaya başladım. Benimkisi bir duygu patlamasıydı, o yaban keçisinin az önce benimle konuştuğunu duyumsuyordum. Ve biliyordum ki Heval Erdal zorla da olsa bana o eti yedirecek. Küçük bir parça kesip bana uzattı, “sadece bunu ye” dediğinde artık ısrarı beni utandırmıştı. Ani bir hareketle elindeki küçük et parçasını aldığım gibi ağzıma attım ve çiğnemeden yuttum. “Tamam, gerilla oldun” diye sevincini belirten Heval Erdal karşısında kızarmış bozarmıştım, sanki bir taş yutmuş gibi olmuştum. Gerçekten mideme bir ağırlık çökmüştü.
O gece biraz yukarı çıkıp dinlenmek için durduk. Gruptaki herkes şaşkındı. Normalde isteseler o gece Haftanin’e varabilirlerdi ama Heval Erdal ayağımın durumunu görünce dayanamamış, durma kararı almıştı. Bir kayanın yanında durarak “ben, sen ve Ferhat arkadaş burada yatalım” dedi. Sonbaharın soğukları kendini iyice hissettiriyordu. Daha akşam saatlerinde olmamıza rağmen terimizin soğumasıyla üşümeye başlamıştık. Heval Erdal bana bakıp “seni inatçı, bir şey yemedin ve şimdi aç yatacaksın, annen bilse kendini ağlamaktan öldürür.” Sonra yanındaki Ferhat arkadaşa “Heval arkadaşın ayağını pansuman yap, sonra açık bırak. Derisi daha incedir, kanamış, belki sabaha kadar biraz iyi olur. Sonra da git arkadaşların yanından biraz şeker getir şerbet yap içsin, arkadaşımızın yas tutacağı tutmuş et yemiyor, pezkuvinin yasındadır” deyip merhametle yüzüme baktı. Bana kavratamadığı gerçeklerin zaman istediğini bilen bir sabırla gülümsüyor, tavrımı da anlamsızlaştırmamaya çalışıyordu. Ayağımı pansuman yapan Ferhat arkadaş dudağını ısırarak ve incitmeden yapmaya çalışıyordu. Heval Erdal, Ferhat arkadaşı göstererek “o da senden aşağı değil, biraz daha uğraşsa ağlayacak” dedi. O gece huzur içinde annemin kucağında yatar gibi başımı Heval Erdal’ın çantasına koyarak yattım. Rüyamda pezkuviler sekip duruyordu. Bir ara uyandığımda Heval Ferhat kolunda silahı ayakta durmuş. Kenara baktım Heval Erdal uyuyor. -Heval Ferhat niye ayaktasın? -Nöbetçiyim, üşüdün mü? -Yok -Ayağın mı ağrıyor? -Yok -Niye kalktın o zaman? -Rüya gördüm pezkuvi buraya gelmişti, dedim. Heval Ferhat şaşırarak “gerçekten az önce karşı yamaçtan sesler geliyordu, kesin suya iniyorlardı. Sabaha doğru suya geliyorlar. Sen rüya gördüysen bizimkiler şimdi kâbus görüyordur” deyip ağzını kapatarak gülüyordu. “Tekrar yukarı çıkarlar mı?” diye sorduğumda “kuvileri mi soruyorsun” dedi. -Evet -Çıkarlar ama nereden çıkarlar bilmiyorum, kuvilerin de yaşamı gerillaların yaşamına benziyor, gizli ve kurallıdırlar, dedi ve ekledi, yirmi dakika sonra arkadaşları kaldıralım, gideceğiz seni kadın arkadaşların yanına götüreceğiz, şimdi git tulumu topla hazırlan, diyen Heval Ferhat’a doğru bakarak “kuviler geçerse beni çağır” dedim. Gülerek “tamam” deyip arkasını döndü.
Sonraki zamanlarda kuvileri yukarı çıkarken çok gördüm. Heval Erdal beni arkadaşlarımın yanına götürdü. Gittiği o toplantıdan dönerken gelip bizi ziyaret etti. Bize bir toplantı yapıp ne kadar gerilla olduğumuzu anlamak için bizi sınayacak sorular sorup gülüyor, bizi de güldürmekten kırıyor, “hepiniz rêş olmuşsunuz, ter kokuyorsunuz, artık gerilla ve heval olmuşsunuz” diyordu. Sonradan da ahbap çavuşluk yapmayacağımızı garantileyerek çoğumuzu aynı bölüğe düzenledi. Bizi ziyarete geldiği zaman Heval Ferhat’ın “tuttuğu sözlerini yerine getirir” sözü aklıma geldi. Gerçekten de söz verdiği her şeyi yapmıştı. Bizimle vedalaşırken omzumdaki silahın namlusunun yukarı baktığını gördü ve silahımı omzumdan indirip namlusunu aşağı doğru sarkıttı. Ne olduğunu anlamayan halimi görünce “sosyalistler silahlarının namlusunu aşağı doğru tutar ve silahlarını sol omuzlarında taşırlar” deyip gülümseyerek arkasını döndü gitti. Bu yaşam ustası, güler yüzlü güzel yoldaşı bir daha nerede ve nasıl göreceğimiz meçhuldü. Buruk bir gülümsemeyle uğurlayıp arkasından alkışlar çaldık. Elini havaya kaldırıp son kez bizimle vedalaştı. Onunla tanışmak büyük bir güç vermişti. Şimdi daha iyi anlıyorum ki onunla tanışmak aslında dağla, gerillayla, yoldaşlıkla, militanlıkla, anlamla ve özgürlük ütopyalarıyla tanışmaktı…
Yıllar sonra onun yazdığı bir söze rastladım, şöyle diyordu, “Militan militanlığının gerekliliğini yerine getirmelidir.” Bu söz yaşamı onsuz düşünemeyen bütün yoldaşların aklında ve yüreğinde hala taptazedir. Belki de bu yüzden ulaştığımız her tepenin başında onu yanımızda hissederiz. Belki de bu yüzden her gerilla tebessümü Heval Erdal’ı hatırlatır bize. Aradan geçen yıllara rağmen onunla yaşanmış her anı sanki saniyeler önce yaşanmış gibi canlı. Onunla yaşanmış anılar da, onun karakteri de bir unutulmazlığa sahipti.
Medya DOZ