17 Haziran 2019 sonrasında Önder Apo avukatları ile ilk görüşmesini 7 Ağustos tarihinde gerçekleştirdi. Ardından da bayramda İmralı’da ailelerle görüşmeler yapıldı.
Önder Apo’nun avukatları ile yapmış olduğu görüşme kısmen basın-yayın organlarına avukatları aracılığıyla yansıtıldı. Öyle de olsa, dile getirilen görüşler, içerisinden geçmekte olduğumuz sürecin öne çıkan yönlerinin anlaşılmasını sağladı. Önder Apo, 7 Ağustos öncesinde gerçekleşen son dört görüşmede de, içerisinde olunan sürecin karakterine dikkat çekmiş ve yedi madde şeklinde görüşlerini deklare etmişti. Ancak bunu yaparken, gerçekleşen görüşmelerin önceki yıllarda olduğu gibi, yanılgılı olarak ele alınmaması ve dikkatli olunması gerektiği yönünde uyarılarda bulunmuştu. 23 Haziran 2019 İstanbul Belediye Başkanlığı seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra görüşmelerin kesilmesi de yapılan bu uyarının ne kadar doğru ve isabetli olduğunu göstermişti.
Aradan geçen 40 gün sonra avukatlarla, ardından da aile ile yeniden görüşme yapıldı. Ancak bu görüşmelerin “ardı gelecek mi?” Bu konuda henüz bir şeyler söylemenin olanağı bulunmamaktadır. Her ne kadar gerçekleşen bu görüşmeler hukuki bir gerekliliğin sonucu olsa da, AKP-MHP faşist diktatörlüğünün bunu Önder Apo üzerinde uygulanmakta olan ‘mutlak tecridin’ bir parçası olarak görüyor olması, böylesi bir yaklaşım içerisinde olmayı gerektirmektedir.
Böyle bir yaklaşım içerisinde, 1 Eylül Dünya Barış gününe doğru yaklaştığımız şu günlerde Önder Apo’nun 7 Ağustos tarihli görüşmesinde yaptığı çağrının daha çok önem kazanacağını burada belirtmek gerekmektedir. Önder Apo bu görüşmede, “Bir haftada çatışma durumunu, ihtimalini ortadan kaldırırım diyorum. Ben çözerim, kendime güveniyorum, çözüm için hazırım. Ancak devlet de, devlet aklı da gereğini yapmalıdır.” demektedir. Daha öncede yapmış olduğu benzeri açıklamaların gereklerini yerine getirmişti. Fakat Önder Apo’nun yine 7 Ağustos avukat görüşmesinde dile getirdiği gibi; bu doğrultuda attığı adımlar, “Özal döneminden bugüne kontrgerilla tarafından sabote…” edilmiş ve büyük bir engelleme ile karşılaşmıştır. Ardından da daha şiddetli çatışma dönemleri içerisine girilmiştir.
Şimdide benzer bir durum söz konusudur. 23 Haziran İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerinden sonra TC devleti Kürdistan’da son yılların tekniğe dayalı en yoğun saldırılarını gerçekleştirmiştir ve hala da devam etmektedir. Bu saldırıların, Önder Apo’nun yapmış olduğu çağrılara özel savaş rejimi tarafından verilen bir yanıt olduğu açıktır.
Eğer 1 Eylül Dünya Barış Gününe doğru, Önder Apo’nun yapmış olduğu açıklama ve orada dile getirmiş olduğu görüşlerin önemi dile getirilip, gündemleştirilecekse böyle bir gerçeklik içerisinde ele alınıp, değerlendirilebilmelidir.
Hiçbir kimse Önder Apo tarafından yapılan bu açıklamanın önemi ve anlamı konusunda her hangi bir spekülasyonda bulunamaz. Aynı zamanda içerisine girilen bu çabanın tek yanlı olarak kalmasını da bekleyemez. Eğer öyle olursa, bunun kendini kurbanlık koyun gibi, “bıçağın altına yatırmak” olacağı açıktır ve bunun da bir “barış” ve “uzlaşı” olacağını hiçbir kimse iddia edemez.
Zaten 1 Eylül Dünya Barış Gününün anlamı da bu değil. Hitler Faşizminin Polonya’ya 1 Eylül 1939’da başlattığı işgal saldırısı ile başlayan İkinci Dünya Savaşı karşısında dünya halklarının barıştan yana olan tercihini ve kararını anlatmaktadır.
Türkiye’de ve Kürdistan’da Barıştan yana olmanın anlamı da bu gerçeklikten ayrı değildir. Kürdistan toplumu son iki yüz yıldır özel- kirli savaşın soykırım saldırısı altındadır. TC devleti, Osmanlıdan devraldığı kirli miras üzerinden bu sömürgeci, soykırımcı saldırıların, tarihe ve insanlığa karşı işlenmiş olan savaş suçlarının sorumlusudur.
O nedenledir ki, Türkiye ve Kürdistan’da barıştan yana olmak TC devletinin sorumlusu ve yürütücüsü olduğu bu özel-kirli savaşa karşı olmayı/durmayı anlatmaktadır. Günümüzde yapılması gereken de bu gerçeklikten başka bir şey değildir. Önder Apo yapmış olduğu açıklama ve orada dile getirdiği görüşlerle üzerine düşen tarihi görev ve sorumluluğu yerine getirmiştir. Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Hareketi de Önder Apo’nun görüşleri esas aldığını belirtmiştir. Ancak bunlarda tek başına yeterli değildir.
Önceki dönemlerde ağırlıklı olarak bu doğrultuda atılan adımlar, Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Hareketi ile sınırlı kalmıştı. Yine büyük fedakârlıklarda bulunan Kürdistan halkı olmuştu. Türkiye toplumu içerisinde duyarlı çevreler dışında atılan bu adımı sahiplenen fazla olmamıştı. Kontrgerillada bunu kendisi için bir fırsat olarak görmüş ve provokasyonlarda bulunarak sabote etmişti. Tabii bundan kaybeden Kürdistan ve Türkiye toplumları olmuştu.
1 Eylül Dünya Barış Gününe yaklaşırken tüm bu yaşanmışlıklardan güçlü sonuçların çıkarılması gerektiği açıktır. Gerçek anlamda barışa sahip çıkmakta bunu gerektirmektedir. Geçmişte de yaşandığı gibi, sadece Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Hareketinin, Kürdistan halkının ve Türkiye’de çok sınırlı kalan duyarlı çevrelerin barışı tek başlarına istemeleri yetmemektedir. Kürdistan’da yürütülen özel-kirli savaştan zarar gören başta emekçiler, kadın ve gençlik olmak üzere (bir avuç kan emici savaş ağası dışında kalan) tüm toplumun barıştan yana olan tutumunu, çok güçlü ve sağlam bir biçimde ortaya koymaları gerekmektedir.
1 Eylül Dünya Barış Gününe doğru yaklaşırken, böyle bir yaklaşım içerisinde olunmalıdır. Eğer böyle bir yaklaşım içerisinde olunursa, işte o zaman; gerçek anlamda Türkiye ve Kürdistan’da barışa ulaşılabileceği gibi, yine gerçek anlamıyla 1 Eylül Dünya Barış Gününü karşılamak olanaklı bir hale gelmiş olacaktır.
Cemal ŞERİK
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi