HABER MERKEZİ
Öncelikle kültürün genel bir tanımıyla başlamak yararlı olabilir. Çok çeşitli tanımlar yapılmaktadır. İnsanın kendisinden doğaya kattığı her şey kültür olarak tanımlanmaktadır. Çokça dillendirilen bu tanımın önemli bir eksikliği vardır. İnsanın doğadan almadan, direkt kendisinden doğaya kattığı ne olduğu sorulabilir. ‘Metafizik’ dışında verilecek bir yanıt yoktur.Almadan vermek doğaya özgüdür. İnsan her şeyini doğadan alır, soyutlama gücüyle yoğurur, yeniden ve sentezleyerek doğaya geri verir.
Bu işin teorisi ile uğraşanların yüzün üzerinde kültür tanımı yapmış olmalarına rağmen, halen de ‘tamam, bu tanım kültürü tam olarak ifade ediyor!’ diyebileceğimiz bir tanım geliştirilebilmiş değildir. Kuşkusuz yapılan tanımların hemen hepsi belli yönleriyle kültürü ifade ederler. Buna karşın en geniş ve özü en iyi ifade edentanım Önder APO’nun geliştirmiş olduğu tanımdır:
Kültürü insan toplumunun tarihsel süreç içinde oluşturduğu tüm yapısallıklar ve anlamlılıklar bütünü olarak genel bir tanıma kavuşturabiliriz. Yapısallıkları dönüşüme açık kurumların bütünü, anlamlılıkları ise dönüşen kurumların zenginleşen ve çeşitlenen eşgüdümlü anlamlılık düzeyi veya içeriği olarak tanımlamak mümkündür…
Kültürün dar anlamda tanımı da oldukça sık kullanılmaktadır. Burada kültür daha çok anlam, içerik, yapının yasası ve canlılığı olarak belirlenmeye çalışılmaktadır. Toplum söz konusu olduğunda, dar anlamda kültürü toplumun anlam dünyası, ahlâk yasası, zihniyeti, sanatı ve bilimi olarak tanımlıyoruz. Politik, ekonomik ve sosyal kurumlar bu dar anlamla bütünleştirilerek geniş anlamda genel kültür tanımına geçilir
İnsan salt maddi bir varlık değil, manevi yanı başat olan bir varlıktır. Bilebildiğimiz kadarıyla doğada insan dışında anlamlılık diye bir arayış ya da kavramlaşma yoktur. Buna ihtiyaç duyulduğunu da sanmıyoruz. Yine bilinebildiği kadarıyla, mikro kozmos olarak insanın yaşadığı, duyumsadığı, gördüğü ve duyduğu her şeyi anlamlandırmak, anlamla zenginleştirmek ve güzelleştirmek gücünü gösteren tek varlık olduğu sanılmaktadır. Bu çerçevede anlamlılık insanda gerçekleşmekte, insanla mümkün olabilmektedir.
Kültürü insan yaratımı, toplumsallaşmış insan emeğinin yaratımı olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Yapısallıklar toplum yaşamını mümkün kılan tüm sosyal, siyasal, ekonomik, etnik, dinsel vb. kurumlaşmalar bütünüdür. Bu yapısallıkları içeriksiz, maneviyatsız yani metafiziksiz olarak düşünmek mümkün değildir. Yapısallıklara ruh katan, anlam veren inanç, sanat, estetik vb. metafizik olgular da anlamlılıklar bütünü olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla kültür ne tek başına yapısallıklar, yani kurumlaşmalar; ne de tek başına anlamlılıklar, yani içerik, inanç, sanat, estetik vb. olarak tanımlanabilir. Biri olmadan diğerinin anlam bulması, dahası oluşması bile mümkün görülmemektedir. Anlamlılığını yitirmiş kurumsallıklar başkalarının üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulanacakları nesneler yığını olarak değerlendirilebilir. Yapısallık kazanamamış anlamlılıklar da toplumsal tarihte çokça görülen güzel düşünceler yığını olmaktan kurtulamazlar.
Kültür için yapılan tanımların çokluğu, farklı toplumsal grupların kültürü kendi çıkarlarına uygun olarak tanımladıkları anlamına gelir. İşin özüne bakıldığında halkların-toplumların yaşam tarzını, varlıklarını devam ettirmelerini, yenilemelerini,geliştirmelerini sağlayan kültür ile buna karşıtlık temelinde oluşan egemen sistemi meşrulaştıran, güçlendiren ve yeniden üretilmesini sağlayan kültür olarak iki ana başlık altında toplamak mümkündür.
Bu genel çerçeveden değerlendirildiğinde ise, herhangi bir toplumun, bir ideolojik grubun ya da alternatif bir çıkışın varlığını devam ettirebilmesi, kendini topluma mal etmesi ve başarılı olabilmesi için yeni bir gelenekler bütünü yaratması, kendini toplumsal bir kültüre dönüştürmesi gerekir. Reddedilen hastalıklı kültürel -kültürsüzlük demek daha doğru olabilir- formasyonla arasındaki ayırımı kalın çizgilerle netleştirmesi, farkını toplumsal direnişle yarattığı yeni kültürel formasyonla belirginleştirmesi zorunludur. Bu yolla ancako toplum, o ideolojik grup ya daçıkış kendisine ait bir toplumsal kişilik ve kimlik haline gelebilir. Aksi halde iddiası ne denli büyük ve güçlü olursa olsun, var olana eklemlenmekten, hatta var olan tarafından yutulmaktan kurtulamaz. Kültürü toplumların varlık koşulu olarak değerlendirirsek -ki öyledir-, kendisi olmanın, bu anlamda toplumsal varlık olmanın yolu kendine özgü bir kişilik ve kimlik yaratmaktan, yani kendi kültürleşmesini sağlamaktan geçmektedir.
Kapitalizm Kültür Karşıtlığıdır
Toplumsallaşma ile kültürleşme olmazsa olmaz biçimde birbirine bağlıdır. Biri olmadan diğerinin varlığından söz edilemez. Toplumsallıktan kopuk, toplumsallığa karşıt bir kültürden, kültürleşmeden söz edilemez. İnsan toplumunun tarih boyunca oluşturduğu yapısallıklar ve anlamlılıklar bütünü olarak tanımlanan kültür, aynı zamanda toplum, toplumsallık tanımıyla da eşanlamlıdır. Toplum, bireylerin rastgele bir araya gelişleriyle oluşan matematiksel bir toplam ya da yığın;toplumsallaşma da bir yığınlaşma değildir. Bir anavatan üzerinde yaşanan ortak tarihi süreç içinde oluşan ve kültürel birlikte ifadesini bulan ruhsal şekillenme (ortak sevinç ve üzüntüleri) birliği, yani benzer zihinsel formasyonlarıolan insan kümeleri toplum olarak anlamlandırılmaktadır. Yani toplum ve kültür ortak bir mekân ve zamanın ürünüdür.
Kapitalizm ise hegemonik iktidar sistemini korumak ve yaygınlaştırabilmek için toplumu atomlarına kadar parçalamak, dağıtmak zorundadır. Başka türlü hegemonik egemenliğini sürdürmesi mümkün değildir. Toplumu parçalamak, dağıtmak için her yol ve yöntemi geliştiren kapitalist modernite, tam bir toplum karşıtlığıdır. Temel mayası olan ahlaki ve politik dokusu yok edilmeden hiçbir toplum uzun süre egemenlik altında tutulamaz. Kapitalizm ise tüm toplumsal yaşamın her anı ve alanını işgal ettiği hukukuyla ahlaki dokusunu, özyönetim hak ve mekanizmalarını gasp ederek politik dokusunu, maddi ve manevi üretimden kopararak toplumun ekonomik dokusunu yok etmeye çalışır. Dolayısıyla tam bir toplum karşıtlığı sistemi, toplumkırım sistemidir.
Kapitalizm Bu işlevlerini yerine getirebilmek için toplumun sırtına yüklediği bir kambur olarak orta sınıfı, sivil ve askeri bürokrasisi, mahkemeleri, cezaevleri, okulları, üniversiteleri, özel savaş merkezleri ve ideolojik hegemonya aracı medyası ve popüler kültür endüstrisiyle topluma karşı tam bir savaş mekanizması olarak örgütlenmiştir. Bu sistemin koçbaşı ulus devletin modern Leviathan olarak adlandırılması da bu niteliklerinden ötürüdür.
Kapitalizmin toplum karşıtlığı,esas olarakulus devlet ve endüstriyalizmle birlikte kültür karşıtlığı biçiminde somutlaşmaktadır. Kapitalist özel savaş merkezleri kapitalizmin toplum ve kültür karşıtlığını gizleyebilmek için ‘kapitalist toplum, kapitalist kültür kavramlarını’ bilerek ve isteyerek kullanmaktadırlar. Bu tam bir çarpıtmadır. Kapitalizm toplum değil toplum karşıtlığı olduğu oranda kültür değil kültür karşıtlığıdır da.
Sınıflı, Devletli uygarlığın doğuşundan günümüzekadar toplum ile egemenler arasında ideolojik, politik ve kültürel mücadele kesintisiz bir biçimde süregelmiştir. Bu mücadelenin toplumsal kültür aleyhine en çok derinleştiği süreç kapitalist modernite sürecidir. Kapitalist modernitenin büyümesi, derinleşmesi ve yaygınlaşmasıyla birlikte sermaye ve iktidar tekelleri çeşitli araç ve biçimlerde kültürü de hakimiyetleri altına alarak üretimini, içeriğini, ifade biçimi ve rollerini de değiştirmişlerdir. Kapitalist modernite, toplumun kültürel üretim yeteneği ve yöntemlerini gasp ederek yerine merkezi, tekelleşmiş ve endüstrileştirilmiş üretim yöntemlerini geçirmiş; içeriğine bireycilik, bencillik, tüketicilik,belleksizlik,hazcılık ve eğlence ile zaman öldürmeyi yedirerek kendisini hâkim kılmıştır. Devasa ölçeklerde gelişen kitle iletişim araçları ve medya da bu kültürün üretildiği ve pazarlandığı temel alan haline getirilmiştir. Başta küresel medya tekelleri olmak üzere kültür endüstrisini oluşturan tekeller ‘halk adına halk için’ kültürün -kültürsüzlüğün- üreticisi haline gelmişlerdir.
Toplum ve kültür karşıtı bu yönelimlerin temelinde toplumların, halkların kendi kültürlerini oluşturması ve sürdürmesi yeteneği, hak ve görevinin gasp edilmesi vardır. Beğeni ve tercihleri, kabul ve ret, güzel ve çirkin, iyi ve kötü ölçülerini üretme olanakları toplumların elinden alınmaktadır. Bunun yerini önce ulus-devletler, sonra uluslararası ve giderek uluslar üstü tekellerin geliştirdikleri ölçüler almaktadır. Beğeniler ve tercihler bunların biçimlendirdiği kültüre ve onun ürünlerine odaklandırılmaktadır. Toplumlar artık kültür üreten konumundan çıkarılmakta, kültür satın alan ve tüketen bir konuma itilmektedir. Satın alınan ‘kültür’ ise, kültür endüstrisi tarafından sistemin mantığına ve çıkarına göre tasarlanarak üretilen;yani, sistemin her gün, her saat kendisini yeniden ürettiği kültür -siz bunu kültürsüzlük olarak okuyun- olmaktadır.