HABER MERKEZİ
Evrensel Hukukta Meşru Savunma Hakkı
BM Cenevre Sözleşmesi sömürge rejimi altındaki halkların self determinasyon ilkesi uyarınca bağımsızlıklarını kazanma mücadelesi, bir devletin iç güvenliği sorunu biçiminde değerlendirilmeyip, uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanmasının yasaklanmasının kapsamında değerlendirilmektedir. Türk sömürgeci rejiminin ısrarla sorunu ”terör” düzleminde ele alması meşruluğuna gölge düşürme amacıyladır. AB, ABD gibi güçlerde bu sorunun kaynağını ve mücadelenin meşruluğunu bilmekte fakat siyasi ve ekonomik çıkarları gereği uluslararası hukukun Kürtler’ e tanınması noktasında iki yüzlü bir tutum sergilemektedirler.
BM Genel Kurulu 24 Ekim 1970 tarihli ve 2625 sayılı kararıyla halkların direnme savaşını hukuken tanımıştır. 12 Ağustos 1949 tarihli Cenevre Sözleşmesine ek uluslararası çatışmalara ilişkin ’77 tarihli birinci protokolün ¼ maddesi geleceğini kaderini belirleme hakkı çerçevesinde sömürgeci üstünlüğe, yabancı işgaline ve ırkçı rejimlere karşı mücadele eden halkların silahlı çatışmasını uluslararası çatışma olarak değerlendirmektedir. Uluslararası planda kabul edilen birçok sözleşme de halkların ve grupların hak gaspı durumunda başvuracağı yollar silahlı savunmayı / savaşı da içermektedir. Fakat hiçbir halk, sınıf veya grup zorunlu olmadıkça savaşı ve silahlı mücadeleyi tercih etmez. Savaş anacak sömürücü ya da sömürgeci/işgalci hâkim sistemlerin halklara, sınıflara veya gruplara farklı bir çözüm yolu bırakılmadığında gündeme gelir. Bunun adı da meşru savunma hakkının kullanılması olmaktadır.
PKK ile gelişen Kürdistan Devrimci Halk Savaşı gerçeği bu perspektifle ele alınmalı ve değerlendirilmelidir. Kürdistan’da meşru savunma temelinde gelişen devrimci halk savaşı koşulları ve nedenlerini Kürt Halk Önderliği şöyle ortaya koymaktadır. “Kavram olarak devrimci halk savaşından kuşku duymuyorduk. Böylesi bir süreç yaşanmadan ne kimlik ne de özgürlük söz konusu olabilirdi. Bu amaçla daha ilk başlarda tarihsel toplumda zorun işlevi üzerinde yoğunlaşmaya çalışıyorduk. Kaldı ki, her gün, her saat iliklerimize kadar kendini hissettiren çıplak zor güçleri meydandaydı. Zorla fetih sadece bir egemenlik hakkı olarak değil, Allah’ın emrinin gereği de sayılıyordu. Genelde olduğu gibi, Kürdistan üzerinde egemenlik kuran güçlerin geleneksel olduğu kadar Moderniteye dayalı ideaları da bu yönlüydü. Kürdistan geçmişten beri fethedilmiş bir ülke veya toprak parçasıydı. Tanrının emrinin gerekleri yerine getirilmişti. Modernite unsurları söz konusu olduğunda ilave gerekçelerle egemenlik hakkı asla tartışılmazdı. Azami kâr kanunu ve sanayileşme ihtiyaçları geniş toprakları ve pazarları zorunlu kılıyordu. Ulus-devletçi egemenlik anlayışı, asla bölünmez ve başkalarıyla paylaşılmaz güç teorisine dayanıyordu. Sınırların bir karışıyla dahi oynanmazdı. Bir çakıl taşı bile verilemezdi. Adeta ol deyince olduran bir tanrısallık, daha doğrusu ulus-devlet tanrısallığı kendisini eski tanrısallıklardan bin kat daha fazla güçlendirilmiş egemenlik, merkezi güç, homojen toplum, mutlak köle vatandaş ve her konudaki tekçi (‘tek vatan’, ‘tek dil’, ‘tek kültür’, ‘tek bayrak’, ‘tek marş’ vb.) anlayışlar ve emrindeki güçlerle tartışılmaz kılıyordu. En ufak bir tartışma ve karşı tez, ‘vatanın birlik ve bütünlüğü ’ne yönelik en tehlikeli suç olarak yargılanıyor ve en ağır cezayla cezalandırılıyordu. Böylesi koşulların bütün söylem ve eylemleriyle kendisini konuşturduğu ve geçerli kıldığı bir ortamda en ufak bir karşı ideada bulunmak, ancak kendini zor yöntemleriyle savunmakla mümkün olabilirdi. Bu tartışılmıyordu. Tartışma bunun stratejik ve taktik gereklerine ilişkindi. Nitekim PKK’nin çıkış döneminde meşru savunma araçları tereddütsüz kullanılmıştı. PKK bir nevi milis güç olarak kendisini örgütlemek zorundaydı. Aksi halde bir gün bile ayakta kalamazdı. Kalsa bile diğer güçlerden farkı kalmaz ve tasfiye olmaktan kurtulamazdı.” (A. Öcalan)
Bu doğrultuda değerlendirildiğinde özgürlük, demokrasi ve ulusal kurtuluş savaşları özünde meşru müdafaa savaşlarıdır. Çağımızda egemen sistemlerinde yadsıyamadığı temel bir gerçeklik olan meşru savunma; insanlığın, zorbalık, zulüm, sömürü, işgal, işkence, talan vb. haksız ve insanlık dışı uygulamalar karşısında direnmesi, karşı koyması ve kendini savunması bakımından herkesin kabul ettiği ve uluslararası anlaşma ve sözleşmelerle çerçevelenmiş bir husustur. Bu hak hem bireyler hem de toplumlar açısından geçerlidir. Kürdistan halkı durumundaki sömürgeleştirilmiş ülkelerde meşru savunma hususu net tanım ve ölçülere kavuşturulmuştur.
Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri sonucu bağımsızlıklarını kazanan uluslar kendi devletleriyle BM’ye kabul edildiler. Bunu sağlayan bağımsızlık, eşitlik ve özgürce kendi kaderini tayin hakkı da doğal olarak BM belgelerinde yer almaya başladı. Ve genel bir ölçü haline geldi. Böylece ezilen halklar kendi gücüyle büyük bedeller pahasına gerçekleştirdiği mücadele sonucu meşru savunma savaşını uluslararası hukukun temel bir hakkı haline getirmiş oldu. Sınıf mücadeleleri siyasal, ekonomik ve sosyal haklarını geliştirip demokratik hukuka kavuştururken, ulusal kurtuluş mücadeleleri de halkların toplumsal, kültürel, ulusal ve bağımsızlık haklarını hukuk güvencesine aldı.
Zaten anti-sömürgeci hareketlerin, mücadelelerin uluslararası hukuktaki meşrutiyetini ve temelini bu hak oluşturmuştur. Nitekim bu hukuki hak ilk defa ifadesini Aralık 1960 yılında 18 yeni bağımsızlığını kazanmış ülkelerin üye olduğu 15. BM Genel Kurulunda alınan 1514 sayılı sömürgeciliğin Tasfiyesi Deklarasyonunda bulmuştur. Bu deklarasyonun çerçevesi şöyledir:
1-Halkları hâkimiyetine, yabancı boyunduruğu altına alma ve sömürüye tabi tutma, temel insan haklarını çiğnemek, kabul etmemek anlamına gelir. Bu durum BM şartına aykırılık arz ettiği gibi, dünya barışı davasına zarar vermektedir.
2-Bütün halklar kendi kaderini tayin etme hakkına sahiptir. Bu hak temelinde özgürce politik statülerini belirlerler ve onu özgürce şekillendirebilirler.
Bu deklarasyon halkların bir başarısıydı ve BM şartında var olan kendi kaderini tayin ve bunun için direnme, savaş yürütme hakkını tutarlı bir şekilde somutlaştırdı. Bu kararname özellikle ulusal kurtuluş mücadelesinin meşruluğunu gösterme yolunda önemli bir gelişme olmuştur ve halkların canı, kanı pahasına görkemli direnişlerle elde edilmiştir. Deklarasyonun en önemli yönü yabancı işgali/hâkimiyeti altında bulunma/tutulma olgusunu yani “işgal” ile “insan hakları” arasında doğrudan bağ kurmasıdır.
1966 yılına gelindiğinde ise BM Genel Kurulu Kendi Kaderini tayin hakkını iki insan hakları çerçeve sözleşmesinin başına koydu. Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara dair Uluslararası sözleşme ile Medeni ve siyasi haklara ilişkin Uluslararası Sözleşmesi’nin 1. Maddeleri şu şekilde formüle edildi:
“Bütün Halklar Kendi Kaderini tayin etme hakkına sahiptir. Bu hak sayesinde özgürce siyasal statülerini belirler. Ve özgürce ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerine biçim verebilirler.”
1970 yılında BM’de kabul edilen başka bir deklarasyon yukarıdaki iki çerçeve sözleşmeye bağlı olarak halkların hangi yollarla kendi kaderini belirleyeceklerini metinsel (hukuki) güvenceye kavuşmuştur.
Buna göre:
“Kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi yolları: Egemen ve bağımsız bir devlet kurulması, başka bir bağımsız devletle birleşme, böyle bir devlete üye olmak ya da halkın özgür kararıyla belirli başka siyasal statünün oluşması kendi kaderini tayin etme hakkının gerçekleştirilme yollarını ifade eder.”
Bu sözleşmeler kendi kaderini tayin hakkını sadece uluslararası hukuk ve ilişkilerde bir siyasal prensip ya da bağlayıcılığı olmayan bir ilke değil, uluslararası bağlayıcılığı olan emredici bir hukuk kuralı haline getirmiştir.
27 Haziran 1981 tarihinde İnsan Hakları ve Halkların Haklarına ilişkin Afrika şartı imzalandı. Bu şartın 20. Maddesi:
“Bütün halklar var olma hakkına sahiptirler. Onların tartışmasız ve vazgeçilmez olarak kendi kaderini tayin etme hakları vardır. Halklar özgürce politik statülerini belirler ve ekonomik, sosyal, kültürel gelişmelerini yine kendi iradeleriyle belirledikleri politikaya göre şekillendirirler” demektedir.
İrdelediğimiz sözleşmeler ekseninde halkların kendi kaderini tayin iki şekilde gerçekleşmektedir. Bunlar: Ayrılmayı ifade eden “Dışsal kendi kaderini tayin hakkı” ile özgür ve eşit birlikteliği ifade eden “içsel kendi kaderini tayin hakkı” dır. Bunların tercihi halkların ve toplulukların ortak istemine ve iradesine bağlıdır.
1-Bağımsızlık İlkesi: Ayrılma ile Kendi Kaderini Tayin Hakkı
Tür olarak evrensel hukukta “dışsal kendi kaderini tayin hakkı” tarzında tanımlanmıştır. Burada “Ayrılma” ve “bağımsız” olma temel kriterdir. Sözleşmelerde şöyle ifade edilmiştir.
“Egemen bir ülke içinde yaşayan bir azınlık, özellikle bu devlet içinde belirli bir bölgede yoğun olarak yaşıyorsa, ısrarla ve olağanüstü çabalarla siyasi ve toplumsal eşitlik ve kültürel kimliğini koruma hakkından yoksun bırakıldığı takdirde, uluslararası hukukun, siyasi sözleşmelerce yasaklanan bu tür baskıcı uygulamaları sömürgecilik tanımının kapsamına alınarak söz konusu devletin emperyal olarak görülmesinden itibaren ayrılma hakkı tabi bir hak olarak doğar.”
Bu tür sorunu olan çoğu devletler sorunu çoğulcu, katılımcı demokrasi, güçlendirilmiş yerel yönetim ve hukukun üstünlüğü ilkesiyle halklara özgürlük alanı, kendini yönetme ve gerçekleştirme imkânı tanıyarak bütünlük içinde kendi kaderini tayin hakkını kabul etmektedir. Fakat Türk faşist sömürgeci gibi devletler katı bir inkâr ve imha siyasetiyle her türlü seçeneğe fırsat vermemekte ve birlikte yaşama zeminini tüketmektedir. Bu açıdan “Ayrılma” ve öngördüğümüz KCK sistemini tek taraflı kendi topraklarımızda gerçekleştirme evrensel hukuka göre de meşru bir hak olmaktadır. Özyönetim ilanlarıyla gerçekleşen halk direnişleri kendi kendini yönetme hakkından ileri gelmektedir. Kürdistan meşru savunma direnişinin uluslararası hukukta yeri ola da kapitalist modernitenin pragmatist tutumu ve ahlaksızlığı nedeniyle görülmezden gelinmekte ve faşist Türk rejiminin soykırımlarına sessiz kalınmaktadır.
2-Demokratik Vatan Bütünlüğü İçinde Kendi Kaderini Tayin Hakkı
Tür olarak evrensel hukukta “içsel kendi kaderini tayin hakkı” tarzında tanımlanmıştır. Demokratik Özgür Birlik temelinde gerçekleşmektedir. Ayrılma yerine bulunulan devlet sınırları itibariyle “otonomi,” ”Güçlendirilmiş yerel yönetimler”, “Federe Birimler” veya uzun süre gündemde olan “Demokratik Özerklik” şeklinde gerçekleşmektedir.
Yukarıda incelediğimiz evrensel hukuk normlarına göre; benzer sorunu yaşayan her ulusal ve etnik topluluğun
1-Egemen ve Bağımsız bir devlet kurma hakkı
2-Başka bir devletle birleşme veya üye olma hakkı
3-Halkın özgür kararıyla ayrılma veya birlik temelinde başka bir siyasi statüyle kendi kaderini tayin hakkı.
Bu meşru haklar için zorunlu hallerde meşru savunma temelinde savaş yürütülebilir.
Bu bakımdan Kürdistan’da faşist Türk işgalci sistemine karşı gelişen Demokratik öz yönetimler direnişi her açıdan haklı olup evrensel demokratik hukuk normlarına göre de meşrudur. Bunun da ötesinde Kürt halkı bu şamada Bağımsız demokratik bir ülke kurma hakkına sahiptir ve bu seçenek tüm siyasal kanalların tükendiği bu aşamada gündeme gelmelidir. Faşizmin hüküm sürdüğü bir ülkede mutlak yapılması gereken direnmektir ve öz savunma araçlarını en etkili bir şekilde kullanmaktır.
İçsel kendi kaderini tayin hakkı tercihi ancak demokrasi kanallarının açık olduğu, uzlaşı ve barış araçlarının siyasette etkin kullanıldığı bunların Anayasal güvenceye alındığı koşullarda gerçekleşir. Model olarak ihtiyaç ve özgünlüklere göre değişkenlik arz edebilir. Örneğin; Kürtler Demokratik Cumhuriyet temelinde Demokratik Özerklik çözümü ve talebini öne sürmüşlerdir. Devletçi paradigmaya dayalı bir çözüm yerine demokrasiye ve Demokratik Topluma dayalı bir toplumsal ve ulusal örgütlülüğü esas almışlardır. Bunu Demokratik Ulus olarak projelendirmişlerdir. Tüm Kürdistan parçaları bakımından ise Demokratik Konfederalizm biçiminde somutluk kazanmıştır. Evrensel hukukta bu süreç “içsel kendi kaderini tayin hakkı” olarak ifadesini bulur. Yani bütünlük içinde demokratik çözüm anlamına gelir. PKK önderliğinin ısrarla geliştirmek istediği ancak sömürgeci Türk devletinin yanaşmadığı bu çözüm biçimidir.
Kürt Halk önderi A. Öcalan Kürtlerin tayin hakkını şöyle formüle etmektedir.
“Kürdistan içinse kendi kaderini tayin hakkı milliyetçi temelde devlet kurmak değil, mevcut sınırları sorun yapmadan ve sınırları esas almadan kendi demokrasisini kurma hareketidir. İran’da, Suriye’de, Türkiye’de ve hatta Irak’ta oluşacak bir Kürt yapılanmasında tüm Kürtler bir araya gelerek kendi federasyonlarını, birleşerek de bir üst konfederasyonların oluştururlar.
Demokratik Konfederalizm dört parçaya bölünmüş ve dünyanın her tarafına yayılmış olan Kürt halkının Demokratik birliğinin ifadesidir. Kürt ulusunun kendi içindeki sorunların çözümünde demokratik birlik ilkesini esas alır. Milliyetçilik temelindeki devletleşme eğilimlerini, çağını doldurmuş ulus-devlet anlayışının devamı olarak görür. Bu tür çözümler Kürt sorununu çözmede ve Kürt toplumunu ilerletmede yeterli olmayacağı için böylesi güçlerin demokrasiye, demokratikleşmeye açık olmaya ve demokratik ulus birliği temelinde konfederasyona katılmaya davet ediyorum. Demokratik Konfederalizm, demokratik derin zihniyete ve özgürlük bilincine dayandığı halklar arasında hiçbir ayrım yapmadan, tüm halkların eşit-özgür birliğini esas alır. Katı sınırlara dayalı milliyetçi-devletçi ulus yerine demokratik ulusu geliştirir. Bu temelde tüm Ortadoğu halklarının ve demokrasi güçlerinin birleşmesinden yanadır. Komşu devletler ile ilişkileri, eşit ve özgür birlik ilkesine dayalı olarak siyasal, sosyal ve kültürel hakların yaşamsallaştırılması temelinde düzenlemeyi öngörür.”
PKK Önderliği Stratejik olarak geliştirdiği KCK sistemine bağlı olarak güncel çözüm olarak da Demokratik Özerklik projesini somutlaştırdı. Meşru savunma savaşımını da bu paralelde düzenledi.
Yeni paradigması doğrultusunda iktidar, devlet, savaş, şiddet ve zor olgularını derin bir çözümlemesini yaparak insanlığa ve doğaya kaybettirdiklerinden ders çıkararak yeni meşru savunma çizgisini geliştirmiştir. Yine geçmiş savaş sürecinde iktidarcı-devletçi ve milliyetçi paradigmalara bağlı olarak ortaya çıkan, amacını aşan şiddet ve savaş tarzlarını mahkûm ederek yeni bir anlayışa ulaşmıştır. Bu çerçevede meşru savunma çizgisinde BM, Cenevre Sözleşmesi’ne ve Lahey Adalet Divanı Kararlarına uymayı taahhüt etmiş ve meşru savunma savaşının genel hükümlerini belirlemiştir.
Bu Hükümlere göre; Meşru savunma savaşı, temelde doğal demokratik insani hakların kullanılmasına dönük bir çözüm mücadelesidir. Savaşa ancak kördüğüm olmuş sorunların çözümüne katkı sunmak ve politik tıkanıklıkları açmak için başvurulur. Meşru savunma stratejisinde amaçsız, fetişleştirilmiş bir şiddet anlayışı yoktur. Aksine meşru savunma siyasi çözüm ü geliştirecek, hukuka bağlı bir zorunlu mücadele stratejisidir
Meşru savunma savaşında devletlerin zor örgütleri, savaş kurumları ve silahlı güçleriyle buna destek olan kontra örgütler, fiilen savaşa katılan, rantçılığı yapan, sivil halka yönelen kurumlar hedeftir.
Meşru savunma kapsamında misilleme hakkı vardı. Her halk ulusal, kültürel değerlerine saldırı ve imha tehdidi karşısında kendini savunma hakkına sahiptir. Saldırıya karşı misilleme hakkı amacını ve kapsamın aşmadıkça, uluslararası sözleşmelere aykırı düşmedikçe meşrudur.
Meşru savunma savaşında sivil, savunmasız kesimlerin hedef alınmaması, korunması ve yaşamlarının güvence altına alınması, savaşta savaş dışı kalmış yaralı ve esirlerin tedavisi ve can güvenliklerinin sağlanması, bu konuda uluslararası insani örgütler Kızılhaç ve Kızılay gibi kurumların denetimine ve çalışmasına imkân tanınması sağlanacaktır.
Sonuç olarak: Kürt Özgürlük hareketi sorunun çözümü yönünde demokratik, barışçıl, yasal ve sivil siyasete geçiş için değişim ve dönüşüm kararlılığını en zor koşullarda ortaya koydu. Meşru savunmaya dayalı uluslararası hukuka uygun bir temelde sorunun çözümü ve şiddet araçlarının devreden çıkarılması amacıyla defalarca zemin hazırlayıp ateşkes imkânı sundu. Ancak Kürdistan’ı işgal eden sömürgeci devletler inkâr ve imha siyasetini derinleştirmiş ve orantısız kirli savaş metotlarını/araçlarını en etkin bir şekilde kullanmayı esas yöntem haline getirmiştir. Kürt halkına öz savunma savaşı dışında kendini koruyacak ve özgür kılacak bir imkân bırakılmamıştır.
Sömürgecilik ve işgal altında olan, baskı gören halkların uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınan direnme ve özgürlüğünü kazanma hakkıdır. Saldırı ve imha tehditleri karşısında kendini koruma, meşru savunma anlayışının temeli olduğu gibi, saldırılara karşı misilleme hakkı da en doğal ve yaşamsal bir haktır. Halkların kimliğine, kültürüne, diline ve demokratik özgürlükler temelinde kendini yönetme hakkına karşı yürütülen inkâr ve imha politikaları meşru savunma gerekçesidir. Kürdistan ve Bölge halklarının, bu inkâr ve imhada ısrar eden statükocu güçlere karşı, halkların eşit, özgür birlikteliği ve demokratik yaşama temelinde kendini savunma hakkı, çağdaş uygarlığın bir gereği ve en meşru yaşamsal hakkıdır. Bu hak temelini, BM Cenevre Sözleşmesi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Kopenhag kriterleri gibi uluslararası hukuktan almaktadır.
Dıjwar SASON
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi