HABER MERKEZİ
Bana birkaç yıl kadar gelen birkaç dakika içinde yukarıya çıktığımda kimsenin olmadığını gördüm. Bunlar nereye gitti diye etrafa bakınıyorum. Bir de benden habersiz gittiler, diyorum kendi kendime. Takım komutanım aşağıya indiğini gördüm. Üstten askerlerin bir başka kolları geldiği için meğer orayı bırakıyormuşuz. Bir de takım komutanımızın tuttuğu uç düşmüş ama benim bunların hiç birinden haberim yok. Uç taraftaki mevziilerin düşmesi durumumuzu kritikleştirmiş. Birkaç dakika içinde kendimizi sırttan bırakarak arka taraftaki arkadaşların yanına ulaştırmasak çembere alınacağız. Bunların hiç birinden haberim yok çünkü duymuyorum, onun söylediklerini de duymuyorum, ne olup bittiğini de ne duyabiliyorum, ne de görebiliyorum. Mermilerin içinden sekerek gelmiştim. Ama hiç biri de bana isabet etmemişti. Neden etmediğini de bilmiyorum. Hiç durmadan o arkadaşı takip ettim. Bir kayanın arkasına geçip durdu. Yanına geldim. Yukarı doğru dönüp baktığımda her yerin askerler tarafından tutulduğunu gördüm. O an korkmaya başladım. Ama diğer yandan da buraya gelene kadar, bu askerler nasıl beni görmedi ve vuramadı diye düşünmeye başladım. Kulaklarım duymuyor ama gözlerimle ilk defa her tarafımızı saran askerleri görünce şok geçirmeye başladım. Şok geçirmeye başladım ama aslında öyle değil. Daha önce geçirdiğim şoka yeni bir halkası ekleniyordu. Çünkü o ana kadar ve oraya kadar beni getiren geçirdiğim şoktu.
Arkadaşın yanına varır varmaz kendini yeniden küçük bir derecikten aşağıya doğru bırakmaya başladı. Bende peşi sıra o derecikten kendimi bırakmaya başladım. Ne kadar yürüdüğümüzü bilmiyorum. Hava yavaş yavaş kararmaya başladı. Ama yükün hepsi hala sırtımda ve ellerimde de ekmek poşetleri var. Takım komutanımız önde, ben arkasında durmadan yürüyoruz. Hava tam kararınca arkadaşların toplandığı yere ulaştık. Hepsi çantaları sırtında bekliyordu. Biz de arkadaşlara ulaşınca takım komutanımız da dâhil yönetimimiz ayaküstü toplanmaya başladı. O zaman bizim bölük komutanımız Metin Kiçê adındaki arkadaştı. Daha sonra şehit düştü. Yönetimde Aslan arkadaş, Newal arkadaş Rahmetli Dılager arkadaş da vardı. Bu arkadaşların hepsi o operasyonda şehit düştü. Dılager arkadaş Patnos’luydu. Onu çok seviyordum bir de ailemi de tanıdığı için ona daha fazla yakınlık duyuyordum. O şehit düştükten sonra adını soy isim olarak aldım. Arkadaşların hepsi ayakta, hareket edeceğimiz anı bekliyorlar ama yönetimimiz de toplanmış bir şeyler konuşuyordu. Ama kulaklarım duymadığı için hangi arkadaşın ne konuştuğu ve yönetimin ne konuştuğunu duymuyor ve anlamıyordum.
Yönetimdeki arkadaşların yanından geçerken kafamı gururla kaldırdım. Erzak getirmenin gururunu yaşıyordum. Fakat yönetimdeki arkadaşlar da ayakta tekmil alıyorlardı. Ama neyin tekmilidir bilmiyorum. Belki de yol için bir planlama yapıyorlardır diyorum kendi kendime. Meğer tekmilin konusu benmişim. Sonradan duyduğum tekmilin içeriğinde bu arkadaş izinsiz, kendi başına iş yapmaya çalışmış, kuralsızlık yapmış biçiminde değerlendirmeler olmuş ve bunun için silahsızlandırılmam için karar alınmış. Bazı arkadaşlar silahımın hemen alınması bazıları da bu akşamki yürüyüşten sonra alınması düşüncesini belirtmiş. Sonunda o akşam değil de bir sonraki gün silahımın alınmasına karar alınmış. Böyle bir karar alınıyor. Çünkü askeri disiplinde böyle bir karar gerekiyor. Böyle bir kuralsızlığa böyle bir ceza verilir. Ama bazı arkadaşlar şimdilik dursun sonra veririz diyorlar. O mantıkla bana yaklaşıyorlar, tabi bunları bilmiyorum. Zaten hiçbir şey de duymuyorum.
Tekmilin bana ilişkin olduğunu sezinliyorum; ama ben bunu gösterdiğim başarıdan olduğunu düşünüyorum. Kendi kendime öyle hesaplıyorum. Bütün arkadaşlara yetecek kadar erzak ve sigara getirdim diyorum kendi kendime. Dılager arkadaşa bir sigara verdim yaktı. Dumanlarını gökyüzüne doğru savurdu. Bütün arkadaşlar birer ekmek ve konserve aldılar. Yemekler yendikten sonra yola çıktık. O dönemlerde bizim takım her akşam öncüydü. Bizim takımda da en önde yer alanlardan biri bendim. Ama o akşam artçıyla bir grup arkadaşın arasında yürüdüm. Sabaha kadar yürüdük ama attığım her adımda kafamda o lav silahı patladı. Bir süreden sonra o sesin bende yarattığı etkiden midem bulanmaya başladı. Karın üzerine kart diye düşen her adımın çıkardığı ses beynimde güm diye patladı. Kırt diye çıkan ses benim kulağımda güm diye patlıyor. Bir yerden sonra artık neredeyse bayılacaktım.
Hava aydınlanmaya başlayınca üslenebileceğimizi düşündüğümüz bir yere ulaştık. Meğer geldiğimiz yer Xarêk diye bilinen korucu köyünün üstü tarafındaki mezranın üstüdür. Ama oraya geldiğimizi bilmiyoruz. Arkadaşların hepsi geldi küçücük bir çukurun içine girip yerleştik. Geldiğimiz gibi herkes olduğu yerde yere yığıldı. Günlerin yorgunluğu ve uykusuzluğu vardı. Kulaklarım hala tam duymuyor. Duyduğu sesleri de çok fazla seçemiyor. Saat dokuz gibi Metin arkadaşın Piro Piro diye bir yandan seslenerek, bir yandan da beni dürtmesiyle uyandım. Ne var diye sorduğumda, kalk yine asker geldi dedi.
Bu durum bizde artık bir alışkanlık halini almıştı. Her gün çatışmaya giriyor, akşam geri çekiliyorduk ertesi gün peşimizden düşman geliyor ve biz yeniden bir çatışmaya giriyorduk. Bu durum bizim için çok anormal bir şey değildi artık. Bir şey demeden manga komutanımız Bedran ve Çekdar arkadaşlarla tepeye gitmek için yola çıktık.
Tepeyi diyorum ama aslında tepeye benzer bir yanı da yoktu. Küçücük bir tepecikti. Ama ona rağmen oraya çıkana kadar çok zorlandık. Çünkü yorgunluk, uykusuzluk yakamızı bırakmıyordu. Bir de yeni doğan güneşin ışınları bizi uyuşturuyordu. Ayrıca yaklaşan bahar havası zaten tümden bizi halsiz düşürüyordu.
Bu arada tepede araziye bakmamız ve çevreyi tanımamız gerekiyordu. Nerede olduğumuzu, olası bir çatışmada araziyi nasıl değerlendirebileceğimiz konusunda bilgiler gerekliydi. O yüzden araziyi keşfetmeye başladık. Araziye bakınca bir de ne görelim. Ovanın ortasında bir yerdeydik. Ovanın ortasındaki azılı korucuları olan Xarêk köyünün üstündeki mezranın üzerinde olduğumuzu, geceyi köyün hemen üst tarafındaki çukurda geçirdiğimizi, köyün beş yüz metre kadar altından Çaldıran Doğubayazıt asfaltının geçtiğini görünce biraz tedirginleştim. Tabii bu durum büyük bir risk demekti. Orada imha olmak da vardı işin içinde. O yüzden çok dikkatli olmamız gerekiyordu. Ve bizle köy arasında kalan arkadaşları iyi savunmamız gerektiğini birbirimize söyledikten sonra, hemen alt tarafımızda silahlı birilerinin olduğunu gördük. Gelenler korucuydu. Meğer onlar da bizden önce tepeyi tutmak için çıkıyorlar; ama onlardan önce ulaştığımız için inisiyatifin bize geçtiğini anladık. Zaten onlar biraz daha gelir gelmez onları vurmaya başladık.
Çatışma başladı. Ama çatışmaya giren biz sadece üç kişiydik. O ovanın ortasında sadece üçümüz çatışıyorduk. Arkadaşların hepsi her türlü çatışmaya hazırdı. Zaten çatışarak buraya kadar gelmiştik. Ama çatışacak arazi yoktu. Mevzilenebileceğimiz bir sırt bile yoktu. O yüzden sadece üçümüz çatışacaktık. Öğle saatlerine kadar korucularla çatıştık. Asker çevreyi olduğu gibi sarmıştı. Çatışma alanına henüz gelmemişti. Öğle saatlerine kadar yedi korucu vuruldu. İlk silah sesiyle birlikte köylüler köyü terk etmeye başladı. Kadın, çoluk, çocuk yaşlı demeden hepsi asfalta doğru kaçmaya başladı. Yükselen ağlama sesleriyle asfalta doğru gidiyorlardı. Onların köyü terk etmeleri güzel olurdu. Ama köy boşalırsa bu kez tank bizi daha etkili ve rahat vurmak için köye gelirdi. O yüzden de içinde büyük bir tehlikeyi de barındırıyordu. Köylülerin bir kısmı köyü terk ettikten kısa bir süre sonra tank geldi. Ama köye kadar çıkmadı. Asfaltta durdu ve oradan bizi vurmaya çalıştı. Ama vuramıyordu. Çünkü bizi vurması için köyü de vurması gerekiyordu. Kaldığımız tepe köyle aynı hizadaydı. Öğle saatlerine kadar tank bütün uğraşlara rağmen bir türlü bizi vurmadı. Tank vurmayı başaramayınca Zurava köyünde bulunan askerler tek sıra halinde ve asfaltın üzerinden bize doğru gelmeye başladılar.
Zurava köyü Çaldıran ile Doğubeyazit asfaltı üzerindeki bir köydür. Bizde Karnas vardı. Askerler asfaltın üzerinden tek sıra halinde bize doğru gelirken Karnasla birini vurduk. Önlerindeki askerlerden birinin vurulduğunu gören asfalttaki askerler arkalarını dönüp geriye doğru kaçmaya başladılar. Daha doğrusu ölmek istemeyenler kaçıyordu. Hiç biri de ölmek istemediği için hepsi birden kaçıyordu. Vurduğumuz korucuların bazıları alt tarafımızda yaralı ve ölüleriyle uğraşıyor, askerler kaçışıyor, tank bize isabet ettiremiyor bu durum moral veriyordu. Çok geçmeden Doğubeyazit’tan bir ambulans ölü ve yaralıları almak için geldi. Ambulansın siren sesleri ortalığı inletiyordu. Biz ambulansa da bir, iki mermi sıktık o da geldiği gibi geri dönüş yapıp kaçmaya başladı. Öğleden sonrasına kadar durum böyle devam etti. Yani inisiyatif bizde, adeta düşman ve korucularla oyun oynarcasına çatışıyorduk. Bu durumdan büyük bir moral aldık. Çatışma başladıktan sonra köyün hayvanlarının büyük bir bölümü köyün önündeki meraya dağılmıştı. Öğleden sonra çatışma artık tam hafifledi. Zaten o saate kadar sürdürdüğümüz çok şiddetli bir çatışma da değildi. Ama yine de öğleden sonra tam hafifledi. Yani neredeyse durma noktasına geldi. Korucu ve askerler kendi kendileriyle meşgul oluyorlardı. O yüzden bize arada sırada bir iki mermi atıyorlardı o kadar. Ama her şeye rağmen biz duyarlı olmalıydık. Çünkü böyle durumlarda genelde sızmalar olur. O yüzden çevremizi iyi bir şekilde denetime almamız gerekiyordu. Bundan dolayı durmadan çevreyi gözetliyorduk.
O sırada köyün önündeki meranın içine dağılmış olan hayvanların içinden birisinin koştuğunu gördük. Eskiden Serhat’ta giydiğimiz gri renkteki parkelerin aynısını korucularda giyiyordu. Hayvanların içinden koşanın üzerinde de o parkeden vardı. Bizde hayvanların içinden koruculardan biri kaçıyor diye birbirimize gösterdik. Çünkü elinde silah da vardı. O da karnasla suikast edilerek vuruldu. Akşama doğru bize göre batıda kalan askerler gelip üst tarafımızdaki sırtların hepsini tuttu. Tuttukları yer bizim geldiğimiz hattı. O hat komple tutulunca artık Tendürek’e geri dönüşümüzün olmayacağını anladık. Geriye, Doğubeyazit ovası kalıyordu bize. Hava kararmak üzereydi. Moralimiz iyiydi. Çünkü hiçbir arkadaşa bir şey olmamıştı. Gücün içinden sadece üç arkadaş çatışmaya girmiştik. Bizim dışımızda noktadaki bazı arkadaşlar alttan köyden gelen asker ve koruculara birkaç el ateş açıp onları püskürtmüşler. Onun dışında noktadaki arkadaşlardan mermi sıkan bile olmamıştı. Güneş battı. Askerler daha farklı yerleri de tutmaya başladılar. Biz de onları izliyorduk. O sırada nereden geldiğini anlayamadığım bir mermi gelip önünde durduğum taşa çarptı. Taştan kopardığı bir parça ve soğuyan çekirdek sağ kaşımın üst tarafına saplandı. Mermi çekirdeği ve taş parçasının saplandığı yerden kan fışkırmaya başladı. Kan o kadar çok aktı ki birkaç dakika içinde gözümü de kapattı. Ben de dönüp arkadaşlara “heval ben yaralandım!” dedim. Manga komutanı arkadaş “ne sen yaralandın mı!?” diye sorarak ayağa kalktı. O ayağa kalkar kalkmaz tank, onun önünde bulunduğu taşa bir gülle salladı. Tank güllesinin isabet ettiği taştan koca bir parça koptu ve manga komutanımızın omzuna çarptı. Arkadaş yere serildi ve biraz da sersemleşti. İkimizin yaralandığını gören diğer arkadaşın, size ne oldu diye sorduğu bir anda başka bir yerden bir mermi gelip koluna isabet etti. Yani üç saniye içinde üçümüz de yaralandık. Ne olduğunu anlayamadık. O mermilerin o anda nasıl gelip bizi bulduklarına şaşırıyorduk. Birkaç saniye içinde üçümüzün de yaralanması çok tuhaf bir şeydi.
Piro Dilger/Devam EDECEK