HABER MERKEZİ
Kuru soğuk… Hem de içi yakan bir soğuk. Aylardan şubat’tı. Şekif tepesi tüm azametiyle kara gömülmüş, taşıdığı ağır yüke rağmen dimdik duruyordu. Girintili çıkıntılı kayalıkları kar yığınları ile dolup taşarak pürüzsüz bir görünüm almıştı. Zagros dağlarının uzantısı olan Lolan’da kış çetin geçiyordu.
Aşağıda kıvrıla kıvrıla akan Lolan suyu bile donmuştu. Gece nöbetçisi Asmen ayaklarıyla küçük dairesel hareketler yapıyordu. Aşağı vadide akan Lolan’ın bu donmuş halini aklına getirmesiyle bir anda üşümesi arttı. Farkında olmaksızın ayakları daha fazla hareketlenmeye başladı. Yeşil ve balık kokan su beyaz renge bürünmüştü. Lolan’ın donmuş olması gerillalar için yeni bir olaydı. Ender rastlanan bir durumdu. Kalın buz tabakalarının üzerinden karşıya rahatça geçilebiliyordu artık. Asmen, buzda kayarak karşıya geçerken heyecanlanmış, çığlık atmıştı. Çocuklar gibi kıpır kıpırdı. İçinden vadi boyunca durmaksızın kaymak gelmişti o anda. Ancak yoldaşlarıyla birlikte el ele tutuşarak kısa bir yürüyüşle yetinmek zorunda kalmıştı. Lolan’ın bu donmuş halini yeni yazmıştı günlüğüne. Hatta suyun üstünde fotoğraf bile çekmişlerdi. Ellerinde silahları, sırtında çanta ve kafasında kefileriyle, sıcak nefesleri buharlaşmışken poz vermişlerdi Lolan’ın ortasında.
Asmen, tek başına nöbetteydi. Nöbet arkadaşı Delal’i ısınması ve ardından da sonraki nöbetçileri kaldırılması için göndermişti mangaya. Nöbet ilerledikçe soğuk daha dayanılmaz bir hal alıyordu. Ve soğuk bir elbise gibi vücudu sarıp sarmalıyordu. Bu gece yıldızlar tüm parlaklığıyla göz kamaştırıyordu. Adeta biz üşüyen insanlara, parlak ışıklarıyla ısıtmak istediklerini gösterir gibilerdi. Ama boşuna… Soğuk tüm gücüyle yine bastırıyordu… Ve gece ilerledikçe kendisini daha çok hissettiriyordu. Bu gece sıcak ve ateşin değeri sanki daha iyi anlaşılıyordu tüm canlılarca. Kuru soğuk gücünü hissettiriyordu herkese. Ve aynı soğuk sanki her yere gönlünce sinmek istiyordu. Bu istemini başardığı inkar edilemezdi. Soğuk kış günlerinde eksik olmayan çakal sesleri bile kesilmişti. Soğuk, her şeyi dondururcasına hükmünü sürdürüyordu bu gece. Belki de sarhoş olup kendinden geçmişti… Ne yani, hep insanlar mı sarhoş olacak? Bu gecede doğanın sarhoşluğu tutmuş…
İşte böyle soğuk üzerine düşünürken nöbetin bitmesine az kalmıştı. Asmen, donmuş kulağını giderek yakınlaşan ayak seslerine doğru kabarttı. Ağır adımlarla ve ayağını karda sürterek gelen yeni nöbetçinin çıkardığı sesleri dinledi. O, seslere karşı çok duyarlıydı. Tüm sesleri birbirinden ayrıştırmada çok yetenekliydi. Geçmişte düşmanın birçok pususunu bu duyarlılığından dolayı fark ederek, birçok kez son anda tehlikelerden kıl payı kurtulmuşlardı. İki yıl önce de çığın sesini herkesten önce fark ettiği için bir takımlık yoldaşıyla birlikte son anda kurtulmuşlardı.
Artık ayakları donmak üzereydi. Sarı mekapları taş gibi ağırlaşmıştı. Sağ ayağı ayakkabıda küçük bir delik açıldığı için daha çok üşüyordu. Ağırlaşan sol omzundan silahını kaldırıp diğer omuzuna atarak yürümeye devam etti. Isınmak için halaylık bazı figürlere başlamıştı bu kez. Soğuk hava ciğerlerini sızlatıyordu. Bu nedenle çok derin nefes almamaya çalışıyordu. Sanki derin alsa ciğerleri çatlayacaktı. Burnundan kesik kesik buhar çıkıyordu. Kalın yeşil kefiyesiyle başını sarmış sadece gözünü dışarıda bırakmıştı. Arada bir buhardan ıslanan kefiyesini ağzından kaldırıyordu. Soğuk ile böyle uğraşırken bir yandan da çok sevdiği yıldızlara bakmaktan kendini alıkoyamıyordu. Bu kışın gördüğü en güzel gökyüzü bu geceki gökyüzüydü sanki. Yıldızlar kocamandı. Adeta yoğun yıldız kümesinden oluşan renga renk bir bir şölen vardı karşısında. Sanki yıldızlar bir kademe yeryüzüne yaklaşmışlardı. Hava çok soğuk da olsa bu zevkten kendini mahrum bırakamazdı. Gökyüzüne çocukluğundan itibaren ilgiyle yaklaşmıştı hep. Zaten ismi de Asmen’di. Türkçe de gökyüzü anlamına geliyordu. Bu nedenle ismini çok seviyordu. Ayrıca çekici de buluyordu. Çoğu kez kendisiyle yeni tanışan yoldaşları isminin ne anlama geldiğini sormadan edemezlerdi. Bunun üzerine sıcak bir sohbet başlar, güzel paylaşımlar yaşardı. Gökyüzü ile ilgili ilginç yorumlar ve anıları dinlemek hoşuna giderdi hep. Çocukluğunda da sıcak yaz aylarında, dam üstünde yıldızları izleyerek yatmaktan büyük zevk alırdı. “Hepimiz aynı yıldızların altındayız” mısralarıyla başlayan bir şiir bile yazmıştı. Yıldızları çok seven biri olarak bu geceki yıldızların mesajını alabilmesi önemliydi. Sanki yıldızlar yardım etmek için çırpınıyor gibiydiler. Belki bu çabalarının şu an fazla yararı dokunmuyordu. İçinden “ bizleri düşünmeleri bile güzel” dedi.
Gökyüzü berraktı ve yıldızlar da parlaklığıyla göz kamaştırıyordu. Sadece yıldızları değil, daha sarı yanan gezegenleri de aradı keskin, ıslak gözleriyle. Gökyüzüne bakmaktan az kalsın kayıp düşecekti. Ancak kıvrak bir hareketle dengesini tekrardan sağladı. Sadece dört tane gezegen tespit edebilmişti bu arada. En büyüğü Mars’tı ona göre. Belki de değildi. Ardından gözleriyle kutup yıldızını aradı. Keşke yıldızlar hakkında daha ayrıntılı bilgisi olsaydı diye düşündü. Her biri hakkında anlatılan hikâyeleri, çeşit çeşit isimleri duymak isterdi. Kutup yıldızına ve çoban yıldızına göz gezdirdikten sonra ismini aklına getiremediği diğer yıldızlara da baktı. Sonra aşağıda donmuş Lolan suyuna baktı bir kez daha.
Artık iki yeni nöbetçinin sesleri yakınlaşmıştı. Bengi ve Deniz nöbetçiydi. Buz tutmuş ince patikadan gelen Bengi, her adım atışında acayip hışırtılar çıkartıyordu. Hışırtılar yaklaştıkça Bengi’nin bir gözü siyah ve diğerinin mavi olduğu aklına geldi. Tıpkı Van kedisi gibi. Acaba görmesinde her hangi bir etkide bulunuyor muydu? Nedense şimdiye kadar böyle bir merak duymamıştı bunun için. Bunu kendisine yarın soracağım diye içinden geçirdi. Kulağını kabarttı. Diğer nöbetçinin de gittikçe yaklaşan hışırtısını duyduktan sonra artık gidebileceğinden emin oldu. “ İyi nöbetler heval, serkeftin” dedi. Nöbet tesliminden sonra son bir kez daha gökyüzüne baktıktan sonra ayrıldı.
Ve hızlı adımlarla bazen kayarak ama yine de zar zor sağladığı dengeyle, düşmeden mangasına ulaştı. Yer altı mangasının labirentli kapısından kafasını eğerek içeriye girer girmez sıcak hava yüzüne çarptı. Ve aynı anda yüzünün de yandığını hissetti. Acı bir yanmaydı. Burun ucu ve kulak memeleri sızladı. Silahını kalın sütuna dayadı. Kanı ısındıkça tatlı bir ağırlık çöktü üzerine. “En iyisi fazla sobaya yaklaşmayayım, kendiliğinden ısınma daha iyidir” diyerek birkaç adım geride durdu. Meşe odunlarının parlak közleri hafif aydınlatmıştı içerisini. Ses çıkarmadan küçük adımlarla, kısık gaz lambasını azıcık yükseltti. Diğer dört yoldaşının da nefes alış verişleri geliyordu. Dışarısı ne kadar soğuk olursa olsun yeraltında sıcacıktı yaşam. Canı sımsıcak şekerli çay istedi. Ama çaydanlık sobanın üzerinde değildi. Yeniden suyun kaynamasını beklemek epey zaman alacaktı. Hem uykusu da çok geliyordu. Geç yatmıştı. Yaşar Kemal’in İnce Mehmed romanını okurken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı. Jenaratör kapandıktan sonra bile gaz lambasını yakarak okumaya devam etmişti. Daha uyuması üzerinden bir saat geçmemişti ki nöbet için kaldırılmıştı.
Uyku çay istemine baskın geldi. Sabah ki planlamada eğitim vardı. Ve eğitim komisyonunda yer alıyordu. Kürdistan tarihi üzerine yaptıkları tartışmalar devam edecekti yine. Dün eğitim de Zagros dağlarındaki Zerdüşt’ün ateşgedelerinden bahsetmişlerdi. Yüksek Zagros dağlarında ateşin kutsallığı binlerce yıllık bir gelenek olması elbette ki boşuna değilmiş. Bu sert kışlarda ateş hayat demekti. Tıpkı şimdi olduğu gibi.
Ayaklarını sobaya yakınlaştırdı. Daha çok üşüyen sağ ayağını iyicene yakınlaştırdı sobaya. Bir süre öylece kaldı. Artık düşünerek daha fazla uykusunu kaçırmamalıydı. Dinlenmesi iyi olacaktı. Biraz ısındığını hissettikten sonra gaz lambasının titreyen ışığını üfleyerek kapattı. Sonra el yordamıyla yatağına ulaştı. Uyuyan yoldaşlarının battaniyelerini kontrol ettikten sonra uzandı yanlarına. Daha tümden soğumayan yatağına büyük bir zevkle girdi. Battaniyeyi iyicene altına sıkıştırdı. Bir çocuk gibi içi içine sığmıyordu. Yatak da bir süre depreşti. Yanındakinin dönmesiyle daha temkinli uzattı ayaklarını. İyi bir üşümeden sonra sıcak yatağın zevkine diyecek yoktu. Tıpkı aşırı yorgunluktan sonraki bir uyku gibiydi… Döşeği kurumuş otlardan yapılmaydı. Bu otları döşek yapmak için birkaç saat hiç durmaksızın ot toplamak zorunda kalmıştı. Elleriyle kesici herhangi bir alet olmadan yolmuştu kuru otları. Sonra da birkaç un çuvalını yıkayıp içini doldurmuştu. İlk günler döşek biraz yüksekti. Şimdi tam istediği gibi olmuştu. Aynı şekilde diğer yoldaşlarına da yapmıştı bu döşekten.
İçinde hoş duygular kabarıyordu. Aklı tekrar yıldızlara takıldı. Bu gece yıldızlar ne kadar büyük ve parlaktı. Ne zamandır hiç böylesini görmemişti. Ama hiç yıldız kayması gözüne çarpmamıştı. Tıpkı romandaki Toros dağlarının köylerindeki gökyüzü gibi… Ardından İnce Mehmed’i dağda, uzun ince boynunu bile aşan karlar içinde yürürken gördü. Çatışmadan kaçıyordu. Kardan dolayı silah sesleri az gelse de mermiler gösteriyordu sağından solundan ciz, cizz kayıyordu. Hızlı nefes alış verişi, kara batıp batıp çıkması zorda olduğunu. Göğsündeki ıslık şeklindeki hırıltı kar hışırtısına karışmıştı. Ayaklarına bağladığı çalıyla ayak izlerini silerken, ne kadar da yalnızdı. Her taraf kar beyazdı… İrili ufaklı tüm tepeler birbirine benzemişti. Uzaklardan sadece çakal sesi geliyordu. Keşke birkaç yoldaşı daha yanında olsaydı… Keşke birkaç yoldaşı daha olsaydı… Birkaç yoldaşı… diye düşünürken uykuya dalmıştı.
Derin birkaç saatlik uykudan sonra gözlerini açtı. Son nöbetçinin ayak seslerinden sabah olduğunu anladı. Nöbetçi dışarının soğuğunu içeriye getirmişti. Sobanın üzerinde kara çaydanlık fokur fokur kaynıyordu. Lambanın ışığı sağa sola doğru titreyip duruyordu. Deliksiz uyumuştu. İyi dinlendiğini hissetti. Sertleşen göz kapaklarını elleriyle iyicene ovduktan sonra bir güzel gerindi. Sıcak yatakta yatıyor olmaktan mutluluk duydu yine. Gece düşündükleri bir rüya mıydı? Yumuşak bir ses “ rojbaş, hevala Asmen” deyince tümden kendine geldi. Roj baş…
ŞEHİT HÊLÎN MURAT