HABER MERKEZİ
Önder Apo ile avukatları en son olarak 7 Ağustos 2019 tarihinde görüşmüşlerdi. Avukatların daha sonra yapmış oldukları başvurular ise kabul edilmedi. Yaklaşık bir ayı geçmesine rağmen ne avukatları nede aile yakınlarının Önder Apo ile görüşme yapması engellenmiş bulunmaktadır. Her ne kadar geçtiğimiz günlerde basın-yayın organlarına yansıdığı kadarıyla Önder Apo ve İmralı’da olan tutsaklara üç ay ziyaretçileri ile görüşmesi engeli getirildiği Adalet Bakanlığı yetkilileri tarafından açıklanmış olsa da, bunun daha ne kadar devam edeceği konusunda bir şey söylemenin olanağı bulunmamaktadır.
İmralı’nın ayrı bir statüsü olduğunu, orada Türkiye’de var olan yasaların hiç bir şekilde geçerliliğinin olmadığı daha önce defalarca dile getirilmişti. O nedenle de Önder Apo’ya karşı ziyaretçileri ile görüşmesi önüne getirilen engellere dair her hangi bir hukuki mevzuattan bahsetmenin, ya da dayanak göstererek görüş belirtmenin bir anlamı yoktur. Kuşkusuz aileler, avukatlar “hukuki haktır” diyerek itirazlarda bulunabilirler. Fakat böyle de olsa bunun siyaseten bir anlam ifade ettiğini söylemek gerçekçi değildir. Hatta bu gerçeğe rağmen “hukuki haklar” vb. söylemlerde ısrar ederek bir çözüm arayışı içerisine girmek ne TC Özel savaş rejiminden nede İmralı sisteminden bir şey anlamamak anlamına gelecektir.
Önder Apo ne bir tutsak ne de bir mahpustur. Önder Apo İmralı’da uluslararası komplocu güçler ve onların uzantısı olan özel savaş rejimi tarafında tutulan bir rehinedir. Zaten özel-kirli savaşın kendisi AKP-MHP faşist diktatörlüğünün Türkiye’yi yönetme biçiminden de anlaşılacağı gibi, bir yasasızlıktır; kural, kaide tanımamaktadır, “yaptım, oldu” mantığı ile hareket etmektir, yaptıklarına daha sonra yasal bir kılıf bulmaya çalışmaktır. Onun için bağlayıcı hiç bir kural ve yasa geçerli değildir. Önder Apo üzerinde uyguladıkları da, bu gerçekliğin İmralı’da pratikleştirilmesinden başka bir şey değildir.
Eğer bu gerçek görülür ve algılanırsa İmralı’da Önder Apo üzerinde uygulanan özel-kirli savaş politikaları karşısında doğru bir yaklaşım ve tutumun sahibi haline gelinmiş olacaktır. Önder Apo’da bu gerçekliği defalarca dile getirmiştir. Burada esas alınması gerekende bu gerçekliktir.
Önder Apo şahsında, uygulanan, özünde Kürdistan’da TC özel savaş savaş rejiminin soykırımcı-sömürgeci politikalarıdır. TC devleti bu politikaları önce İmralı’dan başlayarak uygulamaya koymaktadır, ardından da Kürdistan’ın geneline taşırmaktadır. Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Hareketinin/mücadelesinin ilk ortaya çıktığı andan itibaren de bu böyle olmuştur. Daima ilk hedef haline getirilmiştir. Bugün İmralı’da yaşananlarda böyle bir gerçeklik içerisinde yer almaktır.
Dikkat edilirse, 2014 yılında simülasyonları yapılan aynı yılın Ekim ayında yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında kararlaştırılan ve hala yürürlükte olan; “Çöktürme Planı” İmralı’dan başlayarak uygulamaya konulmuştu. Önder Apo üzerinde uygulamaya konan mutlak tecritte bu doğrultuda atılan ilk adım olmuştu. Ardından da halkın iradesi kırılmaya/teslim alınmaya, özgürlük gerillası darbelenmeye çalışılmış ve bunu sağlamak içinde Kürdistan tam bir kan gölüne çevrilmişti. Eş zamanlı olarak 19 Ağustos 2019 günü başta Kandil olmak üzere Medya Savunma Alanlarının saatlerce bombalanması ile Amed, Van, Mardin Büyükşehir Belediyeleri somutunda başlayan, diğer belediyelerin meclis üyeliklerine varıncaya kadar gerçekleştirilen işgal saldırıları da benzeri bir yol izlemiştir. Yine ilk saldırı İmralı’da başlamış, bunu takiben de siyasal soykırım saldırıları ve belediye işgalleri gerçekleştirilmiştir.
Basın-yayın organlarına yansıdığı kadarıyla TC devletinin Adalet Bakanlığı yetkileri 17 Ağustos 2019 tarihinde itibaren üç ay sürecek bir şekilde Önder Apo’nu ziyaretçileri ile görüşmesinin engelleneceğini açıklamıştır. Soykırım saldırıları ve Belediyelere yönelik işgal harekatı da iki gün sonra devreye konulmuştur. Ki, öncesinde AKP-MHP faşist diktatörlüğünün “Çöktürme Planını” ek planlarla/kararlarla “yenilediklerine” dair haberler internet sayfalarına, gazetelerin sütunlarına düşmeye başlamıştır.
Yoğunlaştırılan siyasal soykırım saldırılarını, Başur ve Bakuré Kürdistan dağlarına yönelik yoğunlaştırılan tekniğe dayalı bombardımanları, Rojava yönelik işgal tehditlerini, Amed, Van, Mardin Büyükşehir belediyelerine yönelik işgal saldırılarını bu gerçeklikten ayrı olarak düşünmek mümkün değildir. Önce Önder Apo hedeflenmiş ve mutlak tecrit derinleştirilmiş, gerillaya yönelik imha saldırıları yoğunlaştırılmış, siyasal soykırım saldırılar ve belediyelere yönelik işgaller başlatılmıştır. Bunlar bütünlüklü bir saldırı planı çerçevesinde uygulamaya konulmuş ve hala devam etmektedir. Önemli olan da bu gerçekliğin görülerek, var olan bu soykırımcı, sömürgeci saldırılar karşısında birbirini tamamlayan bir yaklaşım ve direnişin sahibi haline gelebilmektir. Direnişin hedefini ve sloganlarını da buna göre belirlemektir.
Unutulmamalı ki “Tecridi Kıralım, Faşizmi Yıkalım, Kürdistan’ı Özgürleştirelim” sloganı sadece 7 Kasım 2018 – 26 Mayıs 2019 tarihleri arasında yaşanan Süresiz Açlık Grevi Direnişini anlatmamaktadır. O nedenle “SAGD’i bitti, bu slogan da yerini başka sloganlara bıraktı” denilemez. “Tecridi Kıralım, Faşizmi Yıkalım, Kürdistan’ı Özgürleştirelim” sloganı bugünde geçerlidir. Zaten SAG Direnişçileri eylemlerini sonlandırırken, bunu dile getirmişler ve direnişlerinin devam ettiğini açıklamışlardı.
Onun içindir ki, “Tecridi Kıralım, Faşizmi Yıkalım, Kürdistan’ı Özgürleştirelim” sloganı bugün içinde geçerlidir. Bu geçerliliğe rağmen, 19 Ağustos tarihinden itibaren başlayan direniş içerisinde bu slogana rastlanmadığı gibi, direniş gerçekliğini anlatmayan, hatta karşılığı olmayan; eylem bildiren, çağrı yapan, anı, yeri bildirerek harekete geçiren devrimci bir parola olmaktan uzak, sistem içileşmeye varan “Üçüncü Alan” yaklaşımıyla alakası olmayan, “Sivil Toplumculuğu”, ilk çıkış devrimciliğini çağrıştırarak, olduğu yerde sayan, geri çeken, direnişi geliştirmeyen ve sınırlandıran sloganlar öne çıkarılabilmektedir.
Unutulmamalı ki, başka ülkeler için ve mücadele gerçeklikleri için bir anlam ifade edebilir. Ama Kürdistan toplumu “susmayan”, “boyun eğmeyen”, “itaat etmeyen” bir toplum olma boyutunu çoktan aşmış, “Haklıyız Kazanacağız” diyerek gelecek tasarımlarını dile getirmeyi çoktan gerilerde bırakmış, gerçekleştirdiği demokratik devrimini Demokratik Ulus İnşa Mücadelesi ile taçlandırma aşamasına gelmiştir.
Bugün dile getirilen sloganlarda bu gerçekliği ifade edebilmelidir. O kadar ödenen bedel, direnerek elde edilen kazanımlar, hala sürmekte olan ve kapsamı giderek daha fazla derinleşen/gelişen direniş gerçekliği, yerine getirilmesi gereken görev ve sorumluluklarda bunu anlatan sloganların öne çıkarılmasını gerekli kılmaktadır.
Cemal ŞERİK
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi