HABER MERKEZİ
Eylül ayının ortalarında V. Putin, H. Ruhani ve R.T. Erdoğan Ankara’da İdlib sorununun merkezinde olduğu bir toplantı gerçekleştirmişlerdi. Toplantının sonuçları da yapılan bir basın toplantısı ile kamuoyuna açıklanmıştı. Yapılan bu toplantının etkisi fazla olmadı. Bir-iki gün gazetelere yorum konusu oldu ve ardından benzerleri gibi unutulup gitti. Şimdi de gündeme Suriye için hazırlanmakta olan yeni anayasa tartışmaları girdi.
Gerek Ankara’da 16 Eylül 2019 tarihinde gerçekleşen bahsi geçen bu üçlü toplantı gerekse de Suriye için hazırlanan yeni anayasa tartışmaları arasında, belki yürütücülerinin isimleri değişik olsa da özünde her hangi bir fark bulunmamaktadır. Yapılan bu toplantılar kimler tarafından yapılıyor olsa da aynı noktada buluşmuş olmaktadır. Çünkü bu toplantılar; Suriye devlet sınırları içerisinde yaşayan halkların, kültürlerin, kimliklerin, inanç topluluklarının gerçek temsilcilerine rağmen, onların onayı alınmadan, temsili gerçekleşmeden hiçe sayıldıkları, sadece bu toplantıları yapanların kendi çıkarları doğrultusunda gerçekleşmekten öte bir anlam ifade etmektedir. Bir nevi Saykes-Picot, Sevr, Lozan vb. anlaşmalara benzemektedirler.
Saykes-Picot, Sevr, Lozan vb. anlaşmalarda Ortadoğu’nun en kadim hakları olan Kürt ve Arap halklarına rağmen yapılmışlardı. Birinci Dünya Savaşında bir taraf olan İngiltere ve Fransa’nın kendi aralarında vardıkları mutabakatı, üstünlük sağladıkları, teslimiyeti kabul ettirdikleri devletlere dayattıkları anlaşmalar olarak tarihe geçmişlerdi. Ancak bu anlaşmalar yapılırken, asıl olarak kaderleri, gelecekleri pazarlık masasına yatırılmış olan Arap, Kürt vb. halklarının bunlardan haberleri bile yoktu. Sonuçta ise İngiltere ve Fransa’nın egemenliği altında irili, ufaklı bir çok Arap manda rejimleri oluşurken, dörde bölünmüş bir Kürdistan gerçekliği ile karşılaşılmıştı.
Bugünde Üçüncü Dünya savaşının vardığı noktada yapılmaya çalışılan bundan başkası değildir. Bir yanda Rusya, İran ve TC devleti kendi çıkarları doğrultusunda Suriye resmi devlet sınırları içerisinde yaşayan halkları, kimlikleri, kültürleri, inanç topluluklarını hiçe sayarak Suriye’yi kendi aralarında paylaşarak şekil vermeye çalışırken diğer yandan da ABD ve müttefikleri kendi cephelerinden benzeri bir tablonun oluşması için gerekli koşulları oluşturmaya çalışmaktadır. Gerek Cenevre’de yapılan Suriye konulu tartışma ve toplantılar gerekse de en son BM’nin gündemine getirilen Suriye için yeni anayasa oluşturma tartışmaları bunu en somut haliyle gerçekleştirme çabalarıdır.
Dikkat edilirse yapılan tüm bu görüşme ve toplantılarda DAİŞ’e karşı Mücadele de Kürtlerin, Arapların, Ermenilerin, Asuri- Süryanilerin, Türkmenlerin vb. ortaklığını ifade ede Kuzeydoğu Suriye yönetiminin, QSD güçlerinin adı bile geçmiyor. Saykes-Picot, Sevr ve Lozan’da nasıl olmuşsa aynı şekilde hareket ediliyor. Tamamen sömürgeci, emperyalist bir politika esas alınıyor. O nedenledir ki, Suriye devlet sınırları içerisinde yaşayan halklar, kimlikler, kültürler, inanç toplulukları vb. için hiç bir bağlayıcı yönü ve değeri bulunmuyor. Üstelik, Saykes-Picot, Sevr, Lozan vb. anlaşmaların yapıldığı Arap ve Kürt coğrafyalarının paylaşıldığı koşulların çoktan aşıldığı ve hakların, kimliklerin, kültürlerin ve inanç topluluklarının iradelerinin açığa çıktığı, varlık ve temsil haklarının artık engellenemez bir hale gelindiği 21.yy koşullarında bunlar yapılmaya çalışılmaktadır.
Elbette 21.yy koşullarından başta Kürt ve Arap halkları olmak üzere bu coğrafya da yaşayan Asuri-Süryani, Ermeni, Türkmen vb. halklara, 20.yy’ın başında olduğu gibi sömürgeci, emperyalist politikaları dayatmanın hiçbir şekilde olanağı bulunmuyor. Çünkü bunlarda kendilerini bir irade haline getirerek, temsil ve mücadele gücüne ulaşmış bulunmaktadır. DAİŞ’e tarihsel yenilgiyi yaşatan da bunlardan başkası değildir.
DAİŞ’in yenilgisi aslında 20.yy’ın başında Arapları ve Kürtleri kendi içlerinde parçalayarak bu coğrafyalara, zenginlik kaynaklarına hakim hale gelerek, dünya da kendilerini egemen/hegemon güç haline getirmek isteyenlerin yenilgisi olmuştur. Böyle bir gerçekliğe rağmen aynı güçler bugün yine masa başına geçerek bildiklerinde ısrar etmektedirler.
Kuzeydoğu Suriye diye adlandırılan coğrafya da yaşayan halklar, kimlikler, kültürler ve inanç toplulukları ve onlar adına konuşan sözcüleri/temsilcileri sömürgecilerin, emperyalistlerin başına buyruk yönelimlerine müsaade etmeyeceklerini ve alacakları hiçbir kararın kendileri için bağlayıcı olmadığını açıklamışlardır. Zaten bundan başka bir tutum içerisine girmeleri mümkün değildir. Hiçbir kimse binlerce şehit vermiş, on binlerce gazisi olan, milyonlarca insanının yerinde yurdundan, evinden, barkında olduğu, ağır eziyetlere, işkencelere, yağma, talan ve tecavüze uğradığı bir soykırım süreci yaşatılan bir toplumdan başka bir tutum içerisine girmesini beklememelidir.
Bugün Kuzeydoğu Suriye olarak tanımlanan coğrafya da yaşayan, özgür ve demokratik şekilde öz savunmaya dayalı yaşamını kendini örgütlendiren, yöneten başta Kürt ve Arap halkları olmak üzere bu coğrafya da yaşayan Asuri-Süryani, Ermeni, Türkmen vb. halklar ve inanç toplulukları da bunu yaparak varlıklarını korumakta ve iradelerini savunmaktadır.
Cemal ŞERİK
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi