HABER MERKEZİ
Son dönemlerde Türkiye’de “annelik” duygusu, “aile” kurumu, köken, kimlik, birey hak ve özgürlükleri gibi toplumu toplum yapan temel özellikler üzerinden çarpık bir algı oluşturulmaya çalışılıyor. Oluşturulmaya çalışılan bu çarpık algıyla “hukuki” müdahale dayanağı yaratılarak demokratik siyaset alanına yeni bir darbe yapılmak isteniyor. Özellikle Kuzey Kürdistan’ın üç büyük ilinde sömürge valilerinin büyükşehir belediyelerine kayyum olarak atanmasıyla yerel yönetim hakkı gasp edilerek bir darbe gerçekleştirildi. 19 Ağustos’ta yapılan bu darbenin ardından gerillaya katıldığı iddia edilen veya katılan kimi gençlerin aileleri “HDP’nin çocuklarını dağa kaçırdığı” iddiasıyla HDP Amed il binası önünde oturmaya başladı. Özellikle annelerin getirilip oturtulması ise yaratılmak istenen toplumsal algının biçimini ve devletin kirli zihniyetinin nereye kadar uzanabileceğini tüm çıplaklığı gösteriyor.
Yaşanan durum iyi irdelendiğinde, anneler eliyle “Çökertme Planı”nın toplumsal ayağının devreye konulduğu anlaşılıyor. O yüzden yaşanan durum sıradan ele alınabilecek “bir annelik tepkisi, annelik duygusu” ya da “ annelik güdüsü” değildir. Tersine devletin, AKP-MHP faşizminin, Kürt halkına yönelik devreye koyduğu kültürel, siyasal ve fiziki soykırım politikasının bir parçası olarak Özgürlük Hareketi’nin toplumsal dayanak noktalarını çürütme, çökertmedir. Fakat bunu yapabilmek için öncelikle Kürt halkının kazanımlarının ortadan kaldırılması, Kürtlerin soykırımına doğru giden yolun dikenlerden temizlenmesi gerekmektedir. O yüzden ilk elden yerel yönetimlere darbe, ardından Kürt siyasetine de darbe yapmak ve Kürtlerin kazanımlarını gasp etmek hedeflenmiştir. Zaten geçtiğimiz 31 Mart yerel yönetim seçimlerinde AKP-MHP faşist iktidarı bunu hedeflemiştir. Bugün de “annelik duygusu, güdüsü” ya da “aileler çocuklarını istiyor” gibi toplumun vicdanına hitap ederek, hatta “evlatlarının nöbetini tutan anneler” gibi sözler kullanılarak, yani tribünlere oynayarak Kürt halkının kültürel, siyasi, fiziki soykırımı daha da geliştirilmek isteniyor.
Kürt gerçekliğinin trajedisi
İşin özünü öğrendiğimizde yaşanan trajedi karşısında sayısız “vah vah” çekmek işten bile değildir. “Nasıl olur da bir toplum bu kadar kendine yabancı olur” diye yüreğinizin derinlikleri yanar. Ortada bir toplumsal trajedi vardır. Kimlik, köken hatta kendi varlığına karşı bir düşmanlık yaşanmaktadır. Üstelik de “annelik güdüsü” adı altında bu yabancılaşma, kendine düşmanlık geliştiriliyor. Aklın almadığı nokta budur.
Hangi toplum kendi varlığını korumaktan vazgeçer? Hangi anne çocuğuna özgür bir gelecek vermek istemez? Kim kimliğini, doğduğu toprakları inkar eder? Kim kendinden utanıp başka bir halktan olduğunu söyler? Bu sorulardan yola çıkarak Amed’de devlet eliyle bir araya getirilip, siyasi bir partinin kapısına oturtulan “anneler, aileler” gerçeğini iyi sorgulamak gerekir. Ortada yaşanan bir trajedidir. Kimliğinden, özgürlüğünden, geleceğinden vazgeçmiş, kendi köklerine yabancılaşmış, kendini inkar eden bir “anne, aile” gerçekliği vardır. Olayların manipüle edilmesi, gerçekliğin özünden boşaltılması ve hakikatin çarpıtılması üzerinden yaratılan bir algı var.
Özcesi, ortada büyük bir komplo, entrika, her türlü hile, yalan-dolan var. Kürt soykırımına giden yolun dikenleri yine Kürt eliyle, Kürt’ün annesinin eliyle temizlenmeye çalışılmaktadır. Hem vicdana oynayıp hem de vicdan sahibinin ciğerini sökmek başka türlü nasıl yapılabilir? Var mıdır bunun dünyada başka bir örneği? Böyle keskin ve derin olmasa da muhtemelen benzer örnekler vardır. Çünkü Amed HDP il binasında “annelik” adı altında geliştirilen saldırı türü bir özel savaş taktiğidir.
Özel savaş
20. yüzyıl boyunca ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı çeşitli şekillerde sayısız özel savaş taktikleri geliştirildi. Vietnam Özgürlük Mücadelesi buna bir örnektir. ABD’nin, Vietnam’da ve sonrasında özellikle Latin Amerika ve dünyanın diğer bölgelerinde yürütmüş olduğu savaşlar özel savaş taktikleri çerçevesinde gerçekleşti. Dünyanın birçok bölgesinde hem ulusal kurutuluş hareketlerine dönük hem de devletlere yönelik NATO merkezli özel savaş geliştirildi. Peki günümüzde bu kadar yaygın olarak kullanılan özel savaş nedir? Nasıl yürütülür? Kimleri hedef alır? Nasıl boşa çıkartılabilir?
Elbette ki bu soruların yanıtları uzun uzun, ciltler dolusu yazılabilir. O yüzden öyle uzun uzun değerlendirmek yerine sadece konunun anlaşılması için kısa da olsa bir tanım yapmak gerekir.
Savaş için çok sayıda tanım var. Bu tanımların başında “politikanın silahlı olarak yürütülmesi” gelir. Ya da politikanın şiddet aracılığıyla devam ettirilmesi olarak da tanımlanır. Önderlik ise bu tanımı biraz daha farklı ortaya koyar. Savaşın, politikanın bir devamı olarak değerlendirilmesinin Ortadoğu gerçeğine denk gelmediğini ifade eder. Çünkü Ortadoğu’da savaş siyaseti belirler. Siyaset, ekonomi ve etkileşim bu şekilde ilerler. Dolayısıyla savaşın birden fazla ve farklı tanımları vardır. Fakat sonuç aynıdır. İmha edilmemesi halinde, boyun eğdirmek, diz çökertmek, pes ettirmek, teslim almak savaşın esasıdır. Tüm çaba buna dönüktür.
Genel savaş altında geliştirilen özel savaşın da hedefi aynıdır. 20. yüzyılda yapılan savaşların sonucunda şekil alan özel savaşın kapsamı, genişliği, hedef alanı kapitalist-emperyalist güçlerin kendilerini dayatabildikleri tüm boyutları içermektedir. Önderlik özel savaş için “Topluma karşı bir bütün olarak ilan edilmiş bir savaştır” der. Özel savaş kuralsızdır, mutlak sonuç almayı hedefler. Herhangi bir toplumsal, insani, ahlaki değer taşımaz. Özel savaş, bağrında eski klasik savaş tarzı ve yöntemlerini taşıdığı gibi kuralsız, toplum karşıtı karakteri gereği her türlü kirli savaş yöntemini devreye koyup, uygular. En önemli özelliği ise haksız olduğu savaşta “haklıymış” algısını yaratıp, savaşa en masum olanları dahil edip, onların sırtından masum, mağdur rolünü oynayıp, hedefine ulaşmasıdır. Yani özel savaş, klasik savaş tarzının sonuç vermediği yerde düşmanın devreye koyduğu kirli bir ele geçirme ve boyun eğdirme savaşıdır. Peki özel savaş hangi stratejiyle sonucu gider?
Özel savaş üç ayrı ayak üzerinden kendini örgütler: Gayri nizami savaş, istikrar harekatı, psikolojik savaş. KCK Bilim Aydınlanma Komitesi’nin “Özel Savaş” kitabında şu tanımlamalar yapılıyor: “Bu üç ayak kurulurken, her ayak için bir misyon biçilmiştir. Örneğin, ‘Gayri nizami harp’ dendiğinde, anlatılan kontrgerilla hareketidir. Ve kontrgerilla hareketi de özel harp şeklinde ele alınıp yeraltı ve yerüstü unsurlarıyla birlikte yürütülür. Yani yeraltı ve yerüstü unsurlarından oluşur. ‘İstikrar harekatı’ dendiğinde, anlatılan askeri darbelerdir. Bunlar ‘destabilize’ ve ‘stabilize’ diye adlandırılan bölümlerden meydana gelir. ‘Psikolojik savaş’ ise toplumun bilincini çarpıtmayı, bilinci üzerinde tesirde bulunarak onu yönlendirmeyi, bu anlamda iradeyi teslim alıp, kırmayı hedefler. Bu da değişik propaganda biçimleri üzerinde geliştirilir. Bunlar da beyaz propaganda, siyah propaganda, gri propaganda diye adlandırılırlar.”
Özel savaşın bu üç temel ayağı birbirinden ayrı gibi gözükse de, özünde birbirinden kopuk değildir. Birbirine köklü bir şekilde bağlıdır. Biri olmadan öbürü olmaz. Bu gerçeklikten yola çıktığımızda özel savaşın her boyutuyla Kürdistan’da nasıl devreye konulup yürütüldüğünü 41 yıllık mücadele tarihimizde görmek mümkündür. Özel savaş stratejisinin üç ayağı da Kürdistan’da her boyutuyla hem de en acımasız şekilde devreye konulmuş ve uygulanmıştır. Hele özel savaşın psikolojik boyutu devlet tarafından öyle derinlemesine uygulanmaktadır ki, özgürlük saflarına katılıp varlığı, özgürlüğü ve kimliği için öz savunmada olan gençlerin annelerine, çocuklarına geri dönme çağrısı yaptırarak onursuzluğu bile dayatabilmektedir. Şimdi bu öyle kendiliğinden gelişmemektedir. Bu bir özel savaş taktiğidir. Özel savaşın psikolojik ayağının örgütlendirilmesidir. Unutulmamalıdır ki, psikolojik savaşın en önemli özelliği algı yaratmaktır.
Bir özel savaş yöntemi olarak psikolojik savaş
Bir özel savaş yöntemi olarak geliştirilen psikolojik savaş, 41 yıllık Özgürlük Mücadelesi tarihi boyunca hiç bu kadar derinlemesine uygulanmadı. Kürt toplumunun onuruyla hiç bu kadar oynanıp, kendi varlığına karşıt hale getirilmedi. Düşünün ki, Kuzey Kürdistan’ın yurtseverlik özüyle en fazla övünen şehirlerinde korucu, asker, AKP’li kimi kesimler çocuklarının HDP tarafından dağa kaçırıldığını iddia ederek yürüyüş yaptı. Şimdi bu noktada söylenebilecek çok şey var. Kimi aile ve sözde annenin devlet tarafından oraya oturtulduğu, hatta bazılarının çocuklarının bile olmadığı ortaya çıktı. Tüm bunların devlet tarafından organize edildiği de polisin yönlendirmelerinden anlaşıldı. Peki ne olacak? Zaten yerel yönetimler Kürdistan’da 19 Ağustos darbesiyle direk AKP-MHP faşist iktidarı tarafından gasp edildi. Demokratik siyaset alanının ortadan kalkması ve kimsenin kıpırdayamayacağı bir noktaya gelinmesi halinde Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekleyecek? Meydan kime kalacak? AKP-MHP faşist iktidarı böyle bir ortamda nasıl at koşturacak?
Şimdi tüm bu soruları yan yana koyup sorguladığımızda bir psikolojik savaş yöntemi olarak geliştirilen ve annelik duygusu üzerinden sürdürülen bu kirli savaş yönetimin hedefini küçük görmek, sıradan ele almak mümkün değildir. Bu bir komplodur, demokratik siyaset alanına dönük bir darbe girişimidir. O anneler hangi duygu ya da amaçla oturursa otursun, AKP-MHP faşist iktidarının tek hedefi; Özgürlük Hareketi’ni tasfiye ederek Kürt soykırımını tamamlamaktır. Bunun için de şimdiye kadar elde edilen tüm kazanımları yok etmek hedeftir. Fakat devletler bu tür soykırımları yaparken öyle direk yapamazlar. Çıkıp dünyaya “ben Kürtleri tanımıyorum” diyemezler. Çünkü haksızdırlar. “Haksızız, faşistiz, ırkçıyız, kafa tasçıyız” diyemezler. “Bizim de hassasiyetlerimiz var”, “annelerin göz yaşları dökülmemeli”, “anneler, evlatları için nöbette” derler. “Ortada bir savaş var, valla o çocuklar dönse bile biz yine de öldüreceğiz” demezler. Kimse Hanife Yıldız’ın devletin istemiyle çağırıp polise teslim ettiği oğlu Murat Yıldız’ın aynı devlet tarafından nasıl öldürülüp, yok edildiğini hatırlamak istemez. Ama Hanife Yıldız her Cumartesi sokağa çıkarak oğlunu istiyor. Hiçbir siyasi partinin kapısına, hatta emniyetin kapısına oturarak bile istemiyor. Bu ülkede Hanife Yıldız gibi çocuğunu getirip devlete teslim edip, ölüsünü bile alamayan anneler olduğu sürece Özgürlük Mücadelesi’nin duracağını, çocukların özgürlüklerini dağlarda aramayacağını söylemek, düşünmek gaflettir.
Özgürlüğün hakikate giden yolu dağlardan geçer
7 gün boyunca ölü bedeni sokakta tutulan Taybet İnan anne değil miydi? Cizîr’de daha 7 aylık hamile iken bebeği karnında vurularak öldürülen Güler Yanalak anne değil miydi? Devlet zulmüne karşı 200 gün boyunca çocukları açlık grevinde olan ve çocukları için cezaevi kapılarından ayrılmayan anneler anne değil miydi? O anneler sokaklarda sürüklendi, her türlü şiddete maruz bırakıldı. Peki uyuşturucu, fuhuş, her türlü kirli işe bulaştırılan insanlar annesiz midir? Tecavüze, tacize uğrayan çocukların anneleri neden gidip meclisin kapısına oturup “Tecavüzcülere niye af çıkartıyorsunuz?” diye isyan edemiyor? Elbette bu ve bunlara benzer daha sayabileceğimiz birçok toplumsal sorun var. Fakat önemli olan bu noktadaki sorgulama düzeyidir. Toplum bunu kendiliğinden yapmaz. Mutlaka bir örgütlenme, örgütlenerek harekete geçme ihtiyacı vardır. Önemli olan bu noktada doğru sorgulama, hakikati keşfetme ve o doğrultuda harekete geçmektir. Bunun için de dağa çıkmak şarttır. Kafası karışık, kendine yabancılaşmış, sistemin, özel savaşın psikolojik yöntemlerine alet olmuş yapılardan kurtulmak gerekir. Bu aile olur, okul olur, toplum olur hiç fark etmez. Önemli olan hakikati bulmaktır, onuruna sahip çıkmaktır. Bunu da ancak özgür insanlar yapabilir. Özgür düşünmedikçe, özgür hissetmedikçe hakikate ulaşmak mümkün değildir. Ve özgürlüğün hakikate giden yolu dağlardan geçer!