HABER MERKEZİ
Ortadoğu’nun en krizli konularından olan inanç ve düşünce dünyasının birlikte örülmesi ve giderek birbirine karşı kullanılma biçimi, günümüzde hala aydınlanmayan konuların başında gelmektedir. Toplum bu çarpıtmaya inandırılmıştır. Önemsenmeyen ve çözümlenmeyen mitolojilerde saklı olan zihniyet savaşları önemlidir.
Kadının toplumsal statüsünü kaybetmek istemeyen duruşu ve direngenliği, kutsanan beyninden, rahminden ve özgürlük ruhunu, sevgiyi, aşkı temsil eden kalbinden vurularak paramparça edilmesi bu savaşlarla zihinlere yedirilen olgulardır.
Devlet ve iktidarın ilk bu topraklarda kurumsallaşmış ve vazgeçilmez kılınmış olması, zihniyet krizinin temelidir. Devletin zorunlu bir örgütlenme olduğu, toplumların, çoğalan nüfusun ve karmaşıklaşan ilişkilerin içinden çıkamayacağı düşüncesi/inancı toplumsal genlere yedirilmiştir. Rahipler, tanrı-krallar, bu inandırmanın sembolize kişilik ve kimlikleridir. Ardından din, tanrı ve peygamberler bunun hizmetine sokulmuştur. Toplumlar, devletsiz yapamayacağına; köleler, bu devasa aygıta hizmetle yükümlü kılındıklarına, dünyada ulaşamayacakları huzuru, ancak öbür dünyada, cennette yakalayabileceklerine inandırılmışlardır. Devlete başkaldırının tanrı krala, tanrıya başkaldırı olduğuna ve cehennemlik olacaklarına, iktidarın süreklileşmesinin nesnelerine dönüşmeye inandırılmışlardır. İnancın zorlandığı noktada zor ve şiddetle inanmak zorunda bırakılmışlardır.
Devlet ve iktidar şiddet, savaş, talan ve gasp demektir. Uygarlık, böyle bir ele geçirme harekatı olarak binlerce yıl devletli geleneğini başta Mezopotamya olmak üzere, tüm Ortadoğu’da kurumsallaştırmış, ardından tüm dünyaya yayılmıştır. Köleliğin derinliği, devletli olmanın genlere işleyen zulmü, yıkım, kıyım ve katliamı, insan kafataslarından kaleler yapan geleneğin iz sürücüsü olarak tanınan bu mekanizmayla katmerleşmiştir. İçselleştirilmiş bir şiddet, iktidar ve devlet zihniyeti söz konusudur.
Bu zulmün yarattığı zihniyet dünyasını Öcalan bir değerlendirmesinde şöyle dile getirmektedir: “Ortadoğu’da tarihle kültür, uygarlıkla yaşam hiçbir alanla benzeşmeyecek kadar farklı toplumlar ve kişilikler ya- ratmıştır. Binlerce yıllık tarım kültürü kendi toplumsal genlerini yaratmıştır. Mitolojik ve dini düşünce biçimleri binlerce yıl toplumun hafızasında yaşatılmışlardır. Dogmatizm ve kadercilik yaşamın ayrılmaz bir parçası olmuşlardır. Özgün ve yaratıcı düşünce, uzun süre uykuya yatmıştır. İlahiyatın belirlemeleri, kutsal tabular olarak, sadece şüphe duymadan inanılmak içindir. Kutsal kitapların söyledikleri dışına çıkmak, en büyük günah sayılmaktadır. Mitolojiler döneminde söylenti gibi, dilden dile dolaşan öyküler çok katı inanç kuralları olmuşlar; uygarlığı yaratanların tasarımlarını, hayalle- rini ve anılarını tutsak eden bir din, bir tanrı olup çıkmışlardır.”
Binlerce yıllık ana tanrıça inancının derin kökleri, yarattığı zihniyet dünyası, gelenek, ahlak ve yaşam tarzı karşısında, köksüz ve geleneği olmayan devletli uygarlıktır. Türemedir ve bu türemeliğinin, yeni yetmeliğinin üstünü kapatmak, hızla kök salmak için, bu kökleri kazıması gerekmektedir. Topluma, kadına, yaşama, ekonomiye, ekolojiye karşı süreklileşen bir operasyon ve talan sisteminin geliştirilmesi, birbirini tamamlayan bu yaşamsal bağları koparmaya dönüktür, kök kazıma harekatıdır. Varlığını güvenceye almak için, her türlü yolu mübah gören zora dayalı devlet geleneğinin arkasında böyle bir zaafiyet vardır. Baskı, şiddet, katletme gücün değil, güçsüzlüğün ifadesidir.
Korkuttuklarından korkmaktadır!.. Devletli uygarlığın başlangıcında da böyledir, küresel faşizm biçimine dönüşen günümüz ulus devlet biçimi için de böyledir. Sınırsız itaat, yorumsuz, sorgusuz sualsiz inanma, kalıplara ve katı kurallara dayalı düşünce biçimi genel bir karaktere dönüşmüştür.
Hüsna Emek