HABER MERKEZİ
Mahirler, Denizler, İbrahimler…
Sosyalistlerin, İslamcıların ve Kürtlerin sistemden dışlanmalarıyla ulus devletçiliğin tekçi yapılanmasını tesis ettiğini düşünen Beyaz Türk faşizmi 1970’lere gelindiğinde durumun hiçte öyle olmadığını kısa sürede gördü. Gençlik rüzgârının ortaya çıkardığı çalkalanma temelinde başta sosyalistler olmak üzere İslamcı güçler ve ardından Kürtlerde baş gösteren ideolojik kıpırdanışlar kısa sürede kendini pratikleştirmeye koyuldu. Dolayısıyla kısa sürede Türkiye’nin durumu uluslararası hegemonik güçler nezdinde öncelikle ele alınması ve hal yoluna konulması gereken bir düzeye çıktı.
Toplumsal muhalefetin sistemi zorlar biçimde geliştiği Türkiye’de gençlik hareketleri hızla dernekleşme aşamasından silahlı direniş hareketlerine dönüşüyordu. Dünyanın birçok yerinde patlak veren ulusal kurtuluş mücadeleleri bu hareketleri esinliyor, antiemperyalist, anti sömürgeci dalga yükseliyordu. Ne var ki sosyalistler siyasete müdahil olmaya çalışır ve İslamcılar legal siyasal yapılar temelinde sistemde yerlerini almaya koyulurken Kürtler açısından aynı tempoda bir gelişme söz konusu değildi.
İsyanlar sonrası iradesi kırılan ve teslim alınan Kürt egemenleri açısından Türk devletinin asimilasyon ve soykırım sistemine dâhil olmak ve devletle bu temelde hareket etmek temel var oluş biçimi haline gelmişti. Orta sınıflar için ise yok edilmeye çalışılan Kürt gerçekliğini ve kimliğini esas alma yerine bir takım ekonomik sosyal haklar talep etmenin ötesi hayal bile edilmiyordu. Kürt toplumsallığı ve onun haklarından bahsetmek her türlü devlet gazabıyla karşı karşıya gelmekti. Dolayısıyla bu “ölümcül gerçeği” layıkıyla dillendirmek bile söz konusu değildi. Lafızda bunu dillendirenler ise bunun gerektirdiği ciddiyetin çok uzağındaydı. Bu söylemin gerektirdiği örgütsel ve ideolojik çabanın esamisi bile okunmamaktaydı. DDKO ve türevi kimi örgütlenmeler Kürt ve Kürdistan kavramlarını kullanma cesaretinden uzaktı. 1970’li yılların başlarında Kürdistan ve Kürt kavramlarını en yüreklice dile getirenler ise Türkiye Devrimci Hareketinin önderleriydi.
Kürt halkı için dostları ve düşmanlarının en iyimser yaklaşımla öngördüğü geri dönülmez bir yola girdiği ve artık bir halk olarak varlığından bahsedilemeyeceğiydi. Halk olarak varlığından bahsetmek her türlü devlet şiddetiyle karşı karşıya kalmakla özdeşti. Hiçbir ortamda hiçbir biçimde Kürt varlığından bahsedilemezdi. Kürtlerin kendisi için Kürtlük bir yük, kaçılması, uzak durulması gereken lanetli bir olgu haline getirilmişti. İnsan olarak kabul edilmek, bir iş sahibi olabilmek, diploma alabilmek, Türk toplumsallığı içinde kabul görebilmek Kürtlüğünden kaçışla, Kürt olduğunu gizlemekle dahası Kürtlüğü yok etme politikalarına hizmetle mümkündü. Dünyada ve bölgede birçok halk varlığını siyasal, sosyal, kültürel kurumlaşmalar temelinde belli bir gelişme yoluna koymuşken Kürtler için kendi yok oluşu için çalışmak tek yaşam seçeneği haline getirilmişti.
Bunun bir halkın karşılaşabileceği en ağır, en kritik, en ölümcül durum olduğu açıktır. Ontolojik sorunun bundan daha büyüğü olamaz. Kürt halkı varlık ve yokluk gibi iki seçeneğe mahkûm olmuş durumdadır ve arkasına kapitalist barbarlığı almış olan Beyaz Türk faşizminin Kürtler için görüşü ölü hükmündedir. Bir daha dirilebileceğine bırakalım Türk sömürgeci güçlerini Kürtlerin kendileri bile inanmamaktadır. PKK Kürt halkının bu koşullarda ortaya çıkan son direniş hareketidir. PKK’nin doğduğu koşulları, dünya, bölge ve Kürdistan açısından doğruya yakın okuması, Kürdistan’ın toplumsal doğasını çözümlemeye girişmesi, öz kimliğe dayalı olması yine söz ve eylem birlikteliğini esas alması Kürtlerin toplumsal olarak kendi farkına vardıkları, toplumsal güçlenmeyi yaşadıkları, öz bilinç ve öz iradeye kavuştukları yeni bir isyan sürecine girmesini beraberinde getirmiştir. Adeta diğer isyanların tersine bu son isyan can veren, ayağa kaldıran, imar eden, oluşturan ve yaratan özellikleriyle Kürdün dumura uğratılan, parçalanan uluslaşma sürecini yeniden yaratmıştır. Yenilmeyen en büyük ve en uzun süreli isyan olması bu gerçeklerle bağlantılıdır. Kürt halkının yatırıldığı ölüm çukurundan doğrulup yaşama tutunması, varlığının bilincine ulaşması bu direnişin içinde gerçekleşmiştir.
Ölümcül gerçeği dile getirmek
Başlangıç başarıya giden yolun yarısıdır denir. Bu anlamda PKK’nin başlangıcını doğru okumak bugün hiçbir engelin durduramadığı demokratik Kürt uluslaşmasını anlamak için elzemdir. Bakıldığında diğer tüm Kürdistan’i örgütlerden yine Türkiye sosyalist hareketlerinden büyük farklılıklar içerdiği görülecektir. Daha ilk adımlarında bile adeta tüm yenilmiş Kürt isyanlarının ve önderleri imha edilerek büyük bir karmaşaya sevk edilen Türkiye sosyalist hareketinin pratiğinden çıkarılmış derslerle hareket ediyor gibidir.
Kürt halkının ve vatanının durumunu ifade eden “Kürdistan sömürgedir” tespiti büyük sancılanmalar ve yoğunlaşmalar temelinde yapılmıştır. Bu Kürt zihniyetinde büyük bir gelişmedir. Önder Apo bu durumu “Kavramsal Diriliş” olarak tanımlamaktadır. Bununla Kürt gerçekliği ortaya konulmakla kalmamış, içine sürüklendiği ve dile getirenin kellesine mal olacak statüsü de açık edilmiştir.
Bu iki sözcük üzerinden PKK’nin temelleri atılmıştır. Sorun bu tespiti yapmakta değil bunun getireceği riskleri göze alma, yüklediği sorumluluklara hazır olma ve gereğini yerine getirmededir. Kürdistan sömürge ise Kürtler ayrı bir halk, Kürdistan ayrı bir ülkedir. O zaman işgal altında olan, işgal altında olduğu bile inkâr edilen bu anlamda benzeri bulunmayan bir yok etme tarzıyla karşı karşıya bulunan bir toplum, bir kültür, bir tarih, bir coğrafya söz konusudur. Dolayısıyla öncelikle bunu ifadelendirmek, bu toplumsal gerçekliğin içinde bulunduğu durumu tanımlamak ve ardından buna karşı mücadeleye girişmek gerekir. Kürdistan ve Kürt toplumuna ait ne varsa imha etmeyi esas alan, Kürt insanına tek seçenek olarak kendini inkâr etmeyi, beyaz Türklüğü her yönüyle yaşamayı dayatanlar, bunun için sadece hakareti, aşağılamayı, katliamı, işkenceyi, tutuklamayı, sürgünü, asimilasyonu layık görenler karşısında duruşun kesinlikle büyük olması gerekmektedir. Bu hem ahlaki hem insani hem politik bir görev olarak belirmektedir. Eğer böyle bir yönelim varsa o zaman buna denk düşen bir ideolojik, politik, örgütsel ve ahlaki yaklaşımla karşılık geliştirmek gerekir. İşte yapılan bu olmuştur.
Abdullah ÖCALAN Sosyal Bilimler Akademisi