HABER MERKEZİ
Geliştirilen son komplonun salt benimle ilgili olması o kadar önemli değil, iş biraz daha kapsamlı. O açıdan oldukça anlatmak, deşifre etmek gerekiyor. Bu olmadan tutarlı, namuslu hiçbir Kürdün, hatta hiçbir Türk veya genel devrimcinin de olayları doğru yorumlayacağını sanmıyoruz.
Faşizmin gerçekten çok hileli, komplolu bir mücadele geçmişi vardır ve hala Türkiye’de belki de buz dağının yüzü kadar açığa çıkmıştır, gerisi gizlidir. Biz başımızdan geçenleri açıklığa kavuşturarak sanıyorum çok sayıda insana yardımcı oluyoruz.
Bizim için komplo dönemi mücadeleye başladığımız günden beri vardı. Bunu defalarca anlatmama rağmen bazıları hikâye sandı, ama aslında bu bir gerçekti. Tarih boyunca tüm Kürt hareketlerine bu tarzda yaklaşıldı. Bizi de böyle klasik bir Kürt hareketi sanarak aynı tarzı kullanmaya çalıştılar. Ama bizim politika yapma tarzımız da buna göre şekillendi. İhtiyatı elden bırakmamak kaydıyla, bunlar var diye de atılması gereken tarihi adımları atmama gibi bir yola girmedik. Yani her an düşmanın dolaylı veya direkt sızma gücünün olabileceği, mühim olanın bunlara karşı nasıl bir tutum içine girileceğiydi.
Biz bu konuda bir yöntem hatası yapmamak için olabildiğince kendimizi zorladık ve yöntemi böyle belirledikten sonra her türlü ilişkiye kendimizi açık hale getirdik. Bu hem bizim bir zaafımızı, hem de güçlü bir yönümüzü ortaya çıkarır. Tabii ki zayıf olan yön, kuşkulu öğelerle, kuşkulu özelliklerle çalışmak. Eğer olabildiğince duyarlılıkla, tedbirlilikle iç içe olmazsa, atılımı başından itibaren mahveder. Şimdi bu durumu telafi edecek tedbiri hiçbir zaman elimizden bırakmadık. Hatta gerektiğinde kendimizden bile kuşku duyarak bilimsel bir yaklaşımı esas aldık. İçimizdeki düşman diye bir kavramı bile ortaya çıkardık. Bunlar biraz da her Kürt için geçerli olan kavramlardır. İçimizde örgütlenmiş düşmanı göremeyenin dışarıdakini görüp de mücadele edeceğini sanmıyoruz. Böyle farklı bir yaklaşım yöntemimiz baştan beri vardı.
Bu açıklamayla birlikte kimler sızdı, nasıl sızdılar? Adı önemli değil, bunun hikayesini burada anlatmak istemiyorum. 1975’lerden itibaren vardı. Hala hatırlıyorum, DDKD’li bir iki kişi vardı, Yüksek Öğrenim Derneği’ni kurmuştuk. Bazı tutuklamalar olmuştu o dönemde. Emniyet Genel Müdürlüğü’nde bizim için şöyle deniliyor: “Bir Kürt Ulusal Kurtuluş Ordusu kuruluyor.” Bu tarihte böyle bir tespit önemli. Dolayısıyla sızma da olacak ve oldu da nitekim. Şimdi bu sızmanın daha çok MİT ile Emniyet Genel Müdürlüğü istihbaratı çerçevesinde geliştiğini belirtmem gerekiyor. Tüm sol gruplara ve yine “kanun dışı” dedikleri örgütlenmelere karşı esasta adli ise ve hatta fazla korkulacak bir durumda değilse de Emniyet Genel Müdürlüğü istihbaratı devreye girer; yok eğer daha tehlikeliyse MİT devreye girer. Ve biraz da görevleri karışıktır. Nitekim Emniyet istihbaratı ile MİT istihbaratının karşı karşıya gelmesi de bu karışıklıktan ötürüdür ve gündemin hala önemli bir meselesi olarak kendini gösteriyor. Ama birçok konuda hemen hemen benzer görevleri icra ederler.
O dönem de böyle olmuştu. Bizi daha çok Emniyet, ama ağırlıklı olarak MİT’in yakın denetimiyle kontrol altına almaya ve etkisizleştirmeye çalıştılar. Bu aşağı yukarı 1985’lere, 15 Ağustos Atılımı süreçlerine ve onun bir yıl sonrasına kadar gelir. Kesin tarihler ayrıştırılamaz, ama özellikle PKK’nin ideolojik grup ve biraz da örgütlenmeye çalıştığı yıllar daha çok MİT’in bilgilendiği yıllardır.
Bu konuda biz ne yaptık?
Bu öğeleri fazla karşımıza almadık, hatta yakınımıza aldık. Nasıl ki onlar bizi yakına alıp denetimi altına sokmak istiyorsa, biz de onları biraz yakınımıza alıp denetim altına almaya çalıştık. Çok bilinçli mi, değil. Biraz ihtiyatlı, olabilirse işte nasıl davranmalıyız biçiminde bir yaklaşımla bu yılları kurtarmaya, Ankara’dan kurtulmaya çalıştık. Bizim devrimci ideolojiyi, devrimci bir grup olarak bu süreçten çıkartabilmemiz tarihi öneme sahip bir olaydır. Bu durum hem parti militanlarımız, hem de kamuoyumuz tarafından yeteri kadar anlaşılmış değildir.
O dönem Uğur Mumcu’nun bir incelemesi vardı: “Böyle bir grup Ankara’da nasıl örgütlendi” sorusuna yanıt arıyordu. Sanıyorum cevabını da bulamadı, tam bu süreçte vuruldu. Belki vurulmasının bu incelemeyle de ilişkisi olabilir. Çünkü ciddi bir incelemeydi ve o zaman muhtemelen MİT’in veya en azından bir kesiminin yaptığı önemli hataları ortaya koyabilirdi. Hala bu çatışma devam ediyor. Dikkat edilirse MİT’teki kanat çatışması birbirlerini yiyecek kadar şiddetli devam ediyor. O dönem de böyle bir şey olmuş olabilir.
Cüneyt Arcayürek bir süre Demirel’in danışmanlığını yaptı. Bu adam, “1978’de bir karıştı, bir asker potinini kaldırsaydı öldürebilirdi bunu” diyor. Artık hataları neyse, sanırım şimdi tamir etmeye çalışıyorlar. Ama her şeye rağmen o süreci aşıp Diyarbakır’a ulaşabildik. Diyarbakır’da PKK’nin ilk Kuruluş Kongresi diyebileceğimiz çalışmasını da benzer koşullarda yürüttük. Mevcut denetim mekanizması altında yürütülüyordu ve bu biraz da meşrulaşmış bir yaklaşımdı. Bunu iyi değerlendirdik. Burada PKK’yi isim olarak belirlemek ve Kürdistan’da halk toplantısına kavuşturmak, parti davası açısından iddialı olanlar için önemli bir adımdır.
Biz bu adımla ve Kuruluş Bildirisi’yle birlikte -ki bu ’79’un Ocak ayı oluyor- daha bahara girer girmez artık tufanın kopacağını, “ya bu adım tutar, ya da tarihe hafif bir iz bırakarak gidebilir” anlayışıyla Mardin’e, oradan da Urfa’ya yöneldik. O zaman bu Hilvan-Siverek eylemleri vardı. Bu eylemler de PKK’nin resmi ilanı gibi olacaktı. Hala bu süreci kontrol etmeye çalışan kısmen Emniyet’tir. Ama daha çok da bizim bünyemize oturtulmaya çalışılan bir istihbarat sistemi söz konusuydu.
Bu dönemde en ilginç olan olay ise, Özel Harp Dairesi’nin bir elemanının bizi yoklamaya çalışmasıdır. Bu bir askerdi, Kürt bir pilottu. Çok sağlam eğitilmiş birisiydi. Gerçekten operasyoneldi. Ankara’da iki defa operasyon düzenleniyor. Kesinlikle bu kişi ile bağlantılıdır. Karasu arkadaş hala yaşıyor; bu operasyonlardan birisi onun tutuklanmasıyla sonuçlandı. Biz o zaman ucuz sıyırmıştık. Ve daha sonra da epey peşimize düştü, fakat biraz deşifre olduğu için fazla etkili olamadı. Aynı zamanda 1977’deki Namık Kemal Ersun darbesi onunla bağlantılıydı. Daha o zaman hareketimizin bir komployla tasfiyesi gündemdeydi. Kıl payı kurtulduk diyebiliriz. Ama üç-beş kişilik bir hareketin bir darbeye yol açması da anormaldi. Henüz partinin ismi yok, kitlesi yok, eylemi yok. Birkaç kişilik bir grubu henüz aşmamışız. Dolayısıyla darbenin de fazla zemini yok. Nitekim darbe 1980’lerde oldu ve esas itibariyle bu bize yönelik bir darbeydi. Genel solla karıştırılarak bizim tasfiye olacağımız düşünülmüştü.
Bilinen Ortadoğu çıkışı, Ortadoğu’da değişik çalışmalar ve 15 Ağustos Atılımı’na geliş…
Devletin o zamanki temel yorumu şu: “Bir 15 Ağustos Atılımı çıkamaz, çıksa da fazla gelişme şansı olamaz.” 1985-’86’ya kadar böyledir, dolayısıyla çok özel bir komplo için düşünmeye gerek yok. Eski denetim mekanizmaları kendilerine göre yeterli oluyor. Örgütü içeriden örgütsüz bırakma, bozgunculuk, dedikoduculuk ve her türlü laçka ilişkilerle, “ülkeye bir daha dönemezler ve biraz da Avrupa’yı teşvik edersek gidip orada tükenirler” şeklinde yaklaşıyorlar. Nitekim Dev-Yol ve daha birçok sol grup böyle yozlaşarak kayboldu gitti. Bizi de aynı duruma getirmek için o zamanki öğeler bu yönlü epey çaba harcadılar.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan