HABER MERKEZİ
Ortadoğu’da yaşanan Üçüncü Dünya Savaşı’nın iki temel boyutu var: Birisi, dünya geneliyle ilgili, diğeri ise Ortadoğu ile ilgilidir. Ortadoğu dünya dengelerinin kurulduğu coğrafyadır. Sovyetler Birliği’nin dağılması, sosyalist olarak bilinen ülkelerin tamamen kapitalist sistemin parçaları haline gelmesi tüm dünyadaki siyasi dengeleri değiştirmiştir. Özellikle iki kutuplu dünya dönemindeki Ortadoğu’da Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte önemli bir siyasi boşluk doğmuştur. Bu siyasi boşluk içinde Irak’ta iktidarda olan Saddam Hüseyin, boşluğu doldurmak ve kendi lehine gelişmeler yaratmak için girişimlerde bulunmuştur. Bu amaçla Kuveyt’i işgal etmeye ve egemenlik alanlarını genişletmeye yönelmiştir. Kuveyt işgali öncesi Saddam’a yeşil ışık yakan, göz yuman ABD ve müttefikleri, Kuveyt’in işgalinin ardından bu sefer de ‘Ortadoğu’da bizim isteğimiz ve çıkarlarımız dışında bir değişiklik yapılamaz, yeni dengeler oluşturulamaz’ diyerek, müdahalede bulunmuş ve Ortadoğu’ya askeri müdahalenin ilk adımını atmışlardı. Bu açıdan Üçüncü Dünya Savaşı’nın ilk adımı olarak ABD’nin, Irak şahsında Ortadoğu’ya yönelik geliştirdiği Birinci Körfez savaşını gösterebiliriz.
Önder Apo’ya yönelik Uluslararası Komployla Ortadoğu’yu teslim almak istediler
ABD’nin yapmış olduğu bu ilk müdahaleyle Ortadoğu’nun kapitalist sisteme entegrasyonu, uluslararası kapitalist-modernist güçlerin istediği sonucu vermeyince yeni müdahaleleri planladılar. Ancak bunun için önlerinde engel olarak gördükleri Önder Apo ve Özgürlük Hareketimizi etkisiz kılmak istediler. Bu amaçla Önder Apo şahsında uluslararası Kürt soykırım komplosunu geliştirdiler. Önder Apo’yu etkisiz kılarak, soykırımcı-sömürgeci faşist Türk devletini Ortadoğu’daki planları için Truva Atı olarak kullanmayı hesapladılar.
Bu açıdan kapitalist modernite güçlerinin 2000’ler sonrası Ortadoğu’ya yönelik geliştirdiği müdahalenin başlangıcı olarak, Uluslararası Komplo’yu görmek gerekiyor. Çünkü Önder Apo ve Kürdistan Özgürlük Hareketi, geliştirdiği mücadele ve barındırdığı devrimci potansiyel ile sadece Kürt halkı için değil, başta Kürdistan’da yaşayan tüm halklar olmak üzere tüm Ortadoğu ve dünya halkları için umut olmaktaydı. Sovyetlerin yıkılışından sonra dünyada sol, sosyalist ve ulusal kurtuluş hareketleri bir gerilemeyi yaşarken, Kürdistan’da Önder Apo öncülüğünde yürütülen özgürlük savaşı bunun tam aksi bir gelişme yaşadı. Halkların kader ortaklığını ve mücadele birliğini esas alan Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin Ortadoğu’da yaşanacak olası bir sistem krizi ve savaş koşullarında halkları etkileme, mücadeleye sevk etme ve kapitalist modernite güçlerinin öngöremeyeceği gelişmeleri ortaya çıkarma potansiyeli olduğunu gördüler. Bu nedenle Önder Apo ve PKK’yi etkisiz kılmak için Uluslararası Komplo’yu geliştirdiler. Bununla Ortadoğu halklarını teslim almak istediler. Dolayısıyla Önder Apo, Kürdistan Özgürlük Hareketi ve Kürt halkının Uluslararası Komplo’ya karşı yürüttüğü ve yürütmekte olduğu mücadelenin, Üçüncü Dünya Savaşı’na karşı bir mücadele olduğunu söylemek mümkündür.
Demokratik Uygarlık güçlerinin etkili olacağı yeni bir dönem başlayacak
Küreselleşen kapitalizmin Ortadoğu’yu siyasal, toplumsal ve kültürel olarak, kapitalist sisteme uygun hale getirme hedefi vardır. Ortadoğu’daki siyasi dengeler esas olarak Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşmuştu. Araplar 20’den fazla devlete ve Kürtler de 4 parçaya bölünmüştür. Kürtler ve Araplar 100 yıl boyunca bu duruma itiraz etmişlerdir. Bu nedenle eski dengelerin yıkıldığı, yeni dengelerin kurulduğu süreçte başta Kürtler ve Araplar olmak üzere halklar, Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dengelerin yıkıldığı dönemde özgür ve demokratik yaşam mücadelesine girmişlerdir. Öte yandan halklar, 5 bin yıllık despotik devletçi sistemden ve kapitalist modernitenin yarattığı ağır sonuçlardan kurtulmak istiyorlar. Klasik iktidarcı, devletçi, despotik güçler ise halklar üzerinde zulüm, baskı ve sömürü kuran konumlarını sürdürmek istiyorlar. İşte kapitalist modernist güçler, devletçi despotik iktidarlar ile halkların çelişen çıkarları ve amaçları Ortadoğu’da yaşanan savaşın karakterini belirlemektedir. Artık ne 20. yüzyılda kurulan dengeler ne de halklar üzerinde süren binlerce yıllık baskı düzeni sürdürülebilir. Bu açıdan çıkarları çelişen ve amaçları farklı olan bu güçler arasındaki mücadele sadece Ortadoğu’da yeni siyasal dengeler ve statüyü ortaya çıkarmayacak, dünya siyasi dengelerini ve dünyanın siyasi, toplumsal ve kültürel olarak nasıl bir yöne evrileceği de bu savaşın sonucunda belirlenecektir.
Üçüncü Dünya Savaşı sadece egemenler arasındaki ilişkileri, dengeleri belirleyen bir sonuç ortaya çıkarmayacaktır. 5 bin yıllık devletçi, birkaç yüzyıllık kapitalist modernite sistemini gerileten halkların iradesi ve bu temelde Demokratik Uygarlık güçlerinin de siyasi dengeler ve gelişmelerde etkisi olacağı yeni bir dönem başlayacaktır. Artık ağırlıklı olarak, egemen güçlerin kendi aralarında süren dünya savaşı ve bunun sonucunda belirlenen siyasal dengelerin kurulması dönemi geçmiştir. Halkların siyasi mücadeleyi etkilemede Birinci ve İkinci dünya savaşları döneminden hem nitelik hem de kapsam olarak farklı bir düzeyde halkların iradesinin etkili olacağı yeni bir döneme girilecektir.
Hegemon güçler, işbirlikçileri olmadan bölgede etkili olamaz
Küreselleşen kapitalizm ve tüketim toplumunun geliştirilmesi dünyanın her alanının derinliğine kapitalizme açılmasını gerektirir. ABD ve Avrupa petrol gelirlerinin de yoğun olduğu Ortadoğu’nun kapitalizme açılmasını istemektedir. Yeni Dünya Düzeni ve Büyük Ortadoğu Projesi bunu amaçlıyordu. Ortadoğu’nun sadece kendi iktidar hakimiyetini düşünen siyasi aktörlerin yerine, sisteme entegre olan iktidarlar istemektedir. Bu yüzyılın hegemon kapitalist güçleriyle bölge iktidarlarının plan ve hedefleri arasında öncelikleri konusunda farklılıklar var. Örneğin Kürt sorununda farklılıkları var. Türk devletinin politikalarında olduğu gibi Kürtleri tümden yok etme hedefi varken, hegemon güçler diğer işbirlikçiler gibi Kürt işbirlikçiliği üzerinden bölgede egemenliklerini sürdürmek istiyor. Bu zaman zaman kapitalist modernite-hegemon güçler ile Türkiye arasında bazı sorunlar yaratsa da özgürlük ve demokrasi güçlerine karşı ortak tavır takınıyorlar.
ABD ilkönce Ortadoğu’da ağırlığını koyarak, kapitalist modernite sisteminin tek hegemonik ve düzenleyici gücü olmak istedi. Ancak kapitalist modernite sisteminin kendi iç mücadelesi Ortadoğu’ya yansıdı. Rusya ve Çin de Ortadoğu’daki siyasi ve ekonomik alanda var olmak istediler. İran ve Suriye üzerinden varlıklarını güçlendirdiler. Bu açıdan iki kutuplu soğuk savaş döneminden sonra ABD’nin hakimiyetindeki kapitalist modernite sistemi durumu aşılmıştır. Üçüncü Dünya Savaşı, bir yönüyle de kapitalist modernite güçlerinin kendi aralarında mücadele ve uzlaşma biçiminde sürmektedir. Karşıt iki kutup olmayacak ama çıkarlarını uzlaştıracaklardır. Aralarında mücadele ve uzlaşma iç içe sürekli olacaktır. Kuşkusuz tüm kapitalist modernite güçler ve işbirlikçileri halkların mücadelesi karşısında ortak tutum göstereceklerdir. Halkların uyanışını hem hegemonik güçler hem de bölge egemen güçleri görüyor. Bu nedenle birlikte bu yükselişi durdurmaya çalışıyorlar. Hegemon güçler işbirlikçileri olmadan, bölgede etkili olamaz. İşbirlikçiler de onların destekleri olmadan, halklar üzerinde egemenlik kuramazlar. Bu açıdan aralarındaki çelişkiler geçici ve konjonktüreldir, bütünlüklü hareket etmeleri ise süreklidir.
Artık halkların mücadelesi ve iradesi de devrededir
Bir kere şunu vurgulayalım: Üçüncü Dünya Savaşı bugün Ortadoğu merkezli sürdüğü için savaşın kısa sürmesi beklenmemelidir. Ortadoğu’da yeni dengeler ve statünün kurulması zaman alacaktır. Bu açıdan ‘Kısa sürede dengeler oturacak ve bazı çözümler olacak’ beklentisi yanılgıdır. Erken çözüm bekleyenler mücadeleden kaçınırlar. Erken çözüm olamayacağına göre Ortadoğu’da Üçüncü Dünya Savaşı’nın sonucunun ne olacağını bundan sonraki mücadeleler belirleyecektir.
Ortadoğu’daki bölgesel egemen güçlerin konumu Afrika, Güney Amerika ya da Asya’nın başka köşesindeki gibi değildir. Devlet, iktidar ve tarihsel temelleri güçlüdür. Deneyimleri vardır. Bu nedenle tümden hegemonik güçlerin istediği şekillenmeye uğratılamazlar. Kapitalist modernite sisteminin parçası olurlar, ama kendi iktidar ve somut konumlarının da güçlü olmasını isterler. Kendi egemenlik alanlarının da fazla olmasını arzularlar. Bu açıdan bölgesel iktidar güçleri eskisi gibi kalamazlar. Çünkü dış güçlere ihtiyaç duyarlar. Bu nedenle kapitalist modernite sistemine entegre olacaklardır. Ancak diğer kıtalar ve coğrafyalardaki işbirlikçilerden daha fazla kendilerine hareket sahası ve imkanı da bulacaklardır.
Dünya dengelerinin kurulmasında Ortadoğu’nun hala önemli bir konuma sahip olması burada egemenler arası ilişkinin daha kapsamlı ve derin olmasını beraberinde getirmektedir. Öte yandan halkların uyanışı ve ayağa kalkması da bu ilişkilerin karakterine etkide bulunmaktadır. Ortadoğu’da ‘halkların zamanı’ güçlü biçimde devreye girmektedir. Ortadoğu halkları binlerce yıllık iktidar ve devlet baskısından bunalmış, buna karşı özgürlük ve demokrasi arayışına girmiştir. Öte yandan Ortadoğu’da toplumsallık değerleri çok güçlü olduğu için kapitalist modernitenin maddiyatçı değerleri ve bireyciliği hakim kılmasına, toplumcu manevi değerlerle karşı çıkmaktadır. Ortadoğu halklarının direnişi hem devletçi-iktidarcı sisteme hem de bunun son temsilcisi kapitalist moderniteye karşıdır. Kürt halkının ayağa kalkışında bu açıkça görülmektedir. Ortadoğu’nun toplumcu değerleri ve bu yönlü kültürü bugün Ortadoğu halklarının mücadelesine güç vermektedir. Her ne kadar kadın üzerinde egemenlik kat be kat artırılmış olsa da, neolitiğin yaratıldığı coğrafya olan Kürdistan’da gelişen kadın özgürlük mücadelesi Ortadoğu’da gelişen toplumun özgürlük mücadelesini güçlendirmektedir. Ortadoğu’da kadın, toplumcu değerler üzerinden özgürlük mücadelesini yürüterek, dünyadaki kadın özgürlük mücadelesinin de öncüsü haline gelmektedir.
20. yüzyıldaki siyasi dengeler ve kurulan statüko dağıldı. Kapitalist modernite güçleri işbirlikçileriyle yeni bir Ortadoğu düzeni kurmak istiyorlar. Ancak Ortadoğu’daki yeni siyasi dengeler sadece egemen güçlerin kendi aralarındaki mücadele ve bölgedeki işbirlikçileriyle kurulamaz. Artık halkların mücadelesi ve iradesi de devrededir. Halklar kendi iradelerinin dikkate alınmadığı yeni dengeleri ve statüleri kabul etmeyeceklerdir. Bunu Kürtler ve Araplar başta olmak üzere Ortadoğu’daki tüm halklar ve inançlar göstermişlerdir. Belki Kürtler dışında yeterli bir öncülüğe sahip değiller. İdeolojik ve politik doğrultuda özlemlerine cevap olacak bir durum söz konusu değildir. Ancak Önder Apo’nun kadın özgürlükçü ve devleti esas almayan demokrasi anlayışı tüm Ortadoğu halklarını etkilemektedir. Rojava Devrimi ve kurulan Demokratik Konfederal toplumsal ve siyasal sistem de halkların özlemlerini ve mücadelelerini etkilemektedir.
Erken iktidar hastalığı ve erken çözüm anlayışı içine girilmemelidir
Halkların bu uyanışı ve özlemleri dikkate alınmadan Ortadoğu’da yeni bir toplumsal ve siyasal sistem kurulamaz. Bu açıdan ya Ortadoğu’da halkların tüm özlemlerine cevap olacak bir demokratikleşme gerçekleşecek ya da halkların mücadelesi kesintisiz sürecektir. Devlet ile demokrasinin, demokratik kurallar içerisinde var olduğu, mücadelenin de demokratik kurallar içerisinde yürütüldüğü bir toplumsal ve siyasal sistem kurulacaktır. Bu gerçekleşmezse halklar mücadele edecek, öngördükleri demokratik sistemi kuracaklardır. Ancak büyük olasılıkla ortaya çıkacak olan devletlerle demokrasinin yan yana olduğu bir demokratik sistem ve demokratikleşme döneminin süreceği bir siyasi denge ve statünün kurulmasıdır. Yani halklar dikkate alınmadan yeni bir Ortadoğu düzeni kuramayacaklardır.
Üçüncü Dünya Savaşı’nın sürdüğü Ortadoğu’da halklar arzuladıkları özgür ve demokratik yaşama, sisteme kavuşmak için her şeyden önce bu mücadelenin süreceğini bilerek, erken iktidar hastalığı ve erken çözüm anlayışı içerisine girmemelidir. Halkların mücadelesi için en büyük zaaf ve tehlike budur. Halklar iktidar olma anlayışını bırakmalıdır. Halkın güç olması iktidar ve devletle değil, demokrasiyle olur. Mücadelenin başarısı için zihniyet çok önemlidir. Bu açıdan demokrasi anlayışı da tüm farklı etnik ve dinsel toplulukların özgür yaşamasını esas almalı, örgütlü, demokratik topluma dayalı yerel demokrasiyi ve kadın özgürlüğünü programının olmazsa olmazları olarak görmelidir. Bu ilkeler çerçevesinde görüş farklılıkları da olsa tüm demokratik güçler ilişki ve ittifak içerisine girmelidir. İktidarcı, otokratik, devletçi güçlere karşı, toplumcu demokrasiden yana olan bu güçler, ittifak ve ortak mücadele içerisinde olmalıdırlar.
İktidarcı-devletçi güçlere karşı mücadele ancak toplum örgütlendirilerek yapılabilir. Bunun için de köy, mahalle ve sokak örgütlenmeleri önemlidir. Tabandan örgütlenme olmalı, toplum; söz ve karar gücü olmalıdır. Kararları bir merkezden veren toplumsal ve siyasal örgütlenmeler, iktidarcı-devletçi güçlere karşı mücadelede zayıf kalırlar. Çünkü böyle örgütlenmelere toplum rağbet etmez.
Ortadoğu’da siyasal mücadele verilirken hegemonik güçler ve işbirlikçi bölge güçleri arasındaki çelişkilerden yararlanılabilir. Ancak siyasi gücün, toplumu örgütleme ve mücadele ile sağlanacağı unutulmamalıdır. Özellikle Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında kazanımlar, mevcudu koruma ile savunulamaz. Örgütlenme ve mücadelenin sürekli kılınacağı bir anlayış ve duruşa ihtiyaç vardır.
Hem Kürdistan’daki hem de Ortadoğu’daki mücadeleye bütünlüklü bakmak gerekir. Böyle bir bakış olursa o zaman Kürdistan’ın bir parçasındaki mücadeleyle Ortadoğu’daki herhangi bir ülkedeki mücadele de doğru yürütülür. Gelişme böyle yaratılır. Kazanımlar böyle bir anlayışla korunur. Tek tek ülkelerdeki demokratikleşme temelinde tüm Ortadoğu’daki demokratikleşmeyi sağlama perspektifi de olmalıdır. Çünkü bölgedeki demokrasi düşmanı güçler, birbirinden beslenmekte ve güç almaktadır. Özellikle Türkiye sadece Kürt düşmanlığında değil, demokrasi düşmanlığında da öncülük yapmaktadır. Bu açıdan Kürtler dışındaki demokrasi güçleri de Türkiye’deki demokrasi düşmanı iktidarlara karşı tutum almalıdır.
Irak’ta eylem yapan halkın talepleri karşılanmalı, Kürtler demokratikleşmede rol oynamalıdır
Ortadoğu’da siyasi istikrarsızlık ve savaş sürdüğü gibi Irak’ta da siyasal mücadele sürmektedir. Siyasi dengeler ve sistem Irak’ta da oturmamıştır. Bir anayasa oluşturulmuştur. Bu yeni toplumsal ve siyasi aktörleri ortaya çıkarmıştır. Demokratik örgütlenme ve mücadele zamanı ve ortamını yaratmıştır. Ancak Irak’ta demokratik bir sistem oturmamıştır. Sorunların varlığı, siyasal mücadele ve çekişme bu nedenle sürmektedir. Demek ki demokratik bir anayasa yazmak ve biçimsel olarak kurumlarını var etmek yetmiyor. Öz-biçim uyumunun örtüşmesinin sağlanması gerekiyor.
Irak çok inanç ve etnik yapılı bir ülkedir. Bu açıdan farklılıkların özgürlüğünü güvence altına alan bir demokratik sistem olmalıdır. Öte yandan iktidarcı-devletçi sistemin ortaya çıktığı bir coğrafyadır. Bu açıdan tarihi derinlikleri olan bu iktidarcı, devletçi, despotik zihniyetin geriletilmesi açısından toplumun içinde ve güç sahibi olacağı bir demokratikleşme olması gerekir. Bunun için de örgütlü demokratik toplumun güçlenmesi gerekir. Yoksa biçimsel olarak demokratik kurumlar var denilse de iktidarcı, devletçi, otoriter eğilimler depreşir. Özcesi Irak’ta tüm sorunların çözümünün ilacı örgütlü, demokratik topluma dayalı demokrasidir. Irak’ta siyasal istikrarın sağlanamaması ve halkın ayaklanması da bu yönlü demokrasinin yaratılamamasından kaynaklanmaktadır. Kuşkusuz dış güçler de Irak’ı karıştırmak istiyor. Halk hareketlerini kendi amaçları için yönlendirmek istiyorlar. Halkın isteğini, ayağa kalkışını ayrı; bazı güçlerin bu hareketleri kullanmak istemesini ayrı değerlendirmek gerekir. Yoksa doğru sonuçlara varamayız. Dış güçlerin halkın özlemlerini kendi amaçları doğrultusunda kullanmasının önüne geçmek için de demokratikleşmeyi geliştirmek gerekir. Yoksa dış güçlerin müdahalesi de bitmez, istikrarsızlık da son bulmaz.
Ayağa kalkan halkın çoğunluğu Şii’dir. Şii halkın bu kadar rahatsızlığı varsa Sünni kesimin daha fazla vardır. Sünni toplumunun özlemlerini DAİŞ çarpıttığı ve saptırdığı için, halen DAİŞ’in yarattığı durumun ortaya çıkardığı sonuçlar ve travma aşılamamıştır. Dolayısıyla hem rahatsızlıklarını ortaya koyan Şii toplumun hem de rahatsızlıklarını ortaya koyamayan Sünni toplumun, mevcut siyasi sistemi sahiplenmesi ve Irak’ın bütünlüğünün güçlenmesi için demokratikleşme adımlarının atılması şarttır. Demokratikleşmede adımlar geciktikçe Irak’ın ödeyeceği bedeller daha da ağırlaşabilir. Irak’ta sağduyu çağrıları yapılmaktadır. Bu yaklaşım gerekli ama sadece bu tür çağrılarla mevcut siyasi durumu aşmak mümkün değildir. Halkın taleplerinin karşılanması önemlidir. Belki ekonomik sorunlar hemen istenilen düzeyde çözülemez ama demokratikleşme adımları hemen atılabilir. Zaten o zaman halkın talebi olan yolsuzlukların önüne yapısal olarak geçme durumu ortaya çıkar. Yoksa demokratik sistem gelişmezse, yolsuzluk yapanlar görevlerinden alınsa, cezalar da verilse sorun çözülmez, yarın başkaları yolsuzluklar yapar.
Kürtlerin sorunları da Irak’ın demokratikleşmesiyle çözülür. Irak bazı kaygılarını Kürdistan’ın statüsünde daraltma yaparak gideremez. Kürtlerin Irak bütünlüğü içerisinde kalmasının ve kopmaz parçası haline getirmenin yolu da Irak’ın demokratikleşmesi ve demokratik adımları atmaktan geçer. Irak’ın farklı inanç ve etnik toplulukların, Irak birliğinin güçlü parçası olmasının başka türlü sağlanacağını söylemek yanılgıdır. Irak devleti böyle bir yanılgı içerisine girmemelidir. Bu yaklaşım sorunları ağırlaştırmaktan başka bir sonuç vermez.
Başûr Kurdistan’ın siyasi güçleri de kazanımlarını korumak, özgür ve demokratik yaşamlarını güvenceye almak için Irak’ın demokratikleşmesini esas almaları gerekir. İktidarcı ve devletçi zihniyet Kürtlerin kazanımlarını korumaz. Özellikle Ortadoğu gerçeğinde kazanımların, özgür ve demokratik yaşamın, demokratikleşme dışında korunacağını sanmak, yanılgı olur. Bu açıdan Kürt siyasi güçleri Irak’ta ortaya çıkan siyasi kriz karşısında demokratikleşmenin geliştirilmesi dışında bir yaklaşımı göstermemeleri gerekir. Irak’ta bazı çevrelerin Kürtlerin siyasi kazanımlarını daraltma yaklaşımına tepkisel bir tutumla değil, demokratikleşmenin geliştirilmesi talebiyle karşılık vermelidir. Böylece hem Kürtlerin kazanımlarını güvenceye alma adımı atmış olurlar hem de Irak halklarıyla ilişki ve kardeşliği güçlendirirler. Tabii ki kazanımları savunmak Kürtlerin hakkıdır. Ancak bazı çevreler Kürt-Arap gerilimini ve kavgasını yaratmak ister. Aslında Kürt kazanımlarını daraltmak isteyenlerin böyle bir amacı vardır. Bu amacı boşa çıkarmak, Irak’ın demokratikleşmesinde rol oynamakla olur. Tabii ki bunun için Kürtlerin en başta Başûrê Kurdistan’da demokratik siyasete dayalı demokratikleşmeyi geliştirmeleri gerekir. Kürtlerin birliği ve güçlenmesi, Başûr’da demokratikleşmeyi geliştirerek sağlanır. Kürtler Başûrê Kurdistan’da demokratikleşmeyi geliştirirse hem Irak’ta demokratikleşmeyi geliştirmede rol oynarlar hem de Irak’taki siyasi sistem içerisinde ağırlıkları daha fazla artar.
Türk devletinin Ortadoğu’daki rolü her zaman işbirlikçiliktir
Suriye’nin durumu tüm Ortadoğu açısından önemlidir. Suriye’de siyasi olarak ağırlığını koyacak bir gücün, Ortadoğu siyasetinde etkili olmak için önemli bir köprübaşı tutacağı açıktır. Bu açıdan ABD, Suriye’de siyasi kriz çıkınca çeşitli güçlerle ilişki içinde Suriye’ye müdahale etmek istedi. İlk önceleri Türkiye ile ÖSO denen güçler üzerinde etkili olmak istedi. Ancak İhvani Müslimin’in etkili olduğu bu güçlerin, ABD çıkarlarıyla çelişkili olduğunu düşünüp, desteğini çekti. Eğit-Donat projesinden vazgeçildi. Ancak ABD, Türkiye üzerinden, Suriye’de etkili olma politikalarından vazgeçmedi. Diğer yandan Kürtlerle ilişki çerçevesinde Suriye’deki etkisini artırmak istedi. ABD hem Türkiye hem de Kürtlerle ilişkisini sürdürüp, Suriye’yi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek istedi. Kürtler, DAİŞ’e karşı etkili mücadele verdiği için Firat’ın doğusunda Kürtlerle kurduğu ilişkileri, Suriye’de etkili olmak için kullanmak istedi. Ancak ABD, Suriye’de TC ve Kürtlerle ilişkilerinde sorunlar yaşadı. Çünkü Türkiye ile Kürtlerin amaçlarını uzlaştırması mümkün değildi.
Türkiye, Kürtlerin Suriye’de bir siyasi kazanım ve statü kazanmasını kabul etmiyordu. Bu nedenle Rojava ve Kuzey-Doğu Suriye’de oluşan demokratik sisteme düşmanlığı bırakmadı. Kürtlerin tüm kazanımlarını ortadan kaldırmayı dayattı. TC’nin Kürt inkarcılığı, ABD’nin Türkiye ve Kürtleri birlikte Suriye politikalarında kullanma politikalarının yürüyemeyeceğini ortaya koydu. Çünkü Türkiye’nin kendi içinde Kürt sorununu çözmeden diğer parçalar da Kürtlerin kazanımlarını kabul etmesi mümkün değildi. Bu açıdan Türkiye içerisinde Kürt sorununun çözümü için Türkiye’ye baskı yapılmadan, ABD’nin Türkiye ile Kürtleri birlikte Suriye’de kullanma politikasını, yan yana getirmesi söz konusu olamazdı. Bakur’da Kürt sorunu çözülmeden, Türkiye’nin Rojava ve Kuzey-Doğu Suriye’de Kürtlere düşmanlığından vazgeçebileceği düşüncesi de bir yanılgıydı. Sonuçta Türkiye, Rojava’daki demokratik sisteme düşmanlıkta ısrar edince ABD, NATO müttefiki Türkiye’nin işgaline yol verdi. Türkiye’nin Firat’ın batısındaki varlığı da ABD desteğiyle ayakta kalıyor. ABD yönetimi ve karar alıcıları Suriye’de Türkiye üzerinden etkili olamadıkları için bu işgale onay verdiler. Kürtler, DAİŞ’e karşı mücadelede en etkili aktör olduğundan, Kürtleri tümden bırakma durumuna da düşmemek için Kürtleri tümden bırakmadıkları mesajı veriyorlar. Kürtlere yönelik söylemleri kamuoyuna yöneliktir. Ancak temel politikaları ise Türkiye ile yürüttükleridir. Kürtleri, Türk devleti üzerinden terbiye etme, kendilerinin her dediğini kabul eder hale getirme politikasını yürütürken, Türkiye’nin Kürtler konusundaki politikalarını bildiklerinden, Türkiye’ye destek vererek, kendi politikalarını kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bu politikayı hem Rusya hem de ABD yürütüyor. Suriye üzerindeki mücadelesinde Kürtleri kurban ediyorlar.
Suriye üzerinde mücadele var. ABD ve Rusya kapitalist-modernist güçlerdir. Bunların ahlak, vicdan, özgürlük, demokrasi gibi değerleri yoktur. Bu açıdan bu güçlerin, Kürt halkı açısından olumlu bir yaklaşım içerisinde olmaları düşünülemez. Kürtler, direnişleriyle bunların oyunlarını bozabilirler. Kürtler, mücadele ettiğinde bunların hem Kürtleri kullanma hem de Türkiye’yi kullanma politikaları boşa çıkarılabilir. ABD ve Rusya, Türkiye’yi kullanmaya devam edeceklerdir. Türk devletinin Ortadoğu’daki rolü her zaman işbirlikçiliktir. Rusya açısından Türkiye’yi kullanma sınırı vardır ama ABD, Türkiye’yi sürekli kullanacak ilişki ve imkanlara sahiptir. Ancak Kürtler direnir ve dünya halkları da bu direnişi güçlü bir biçimde desteklemeye devam ederse ABD ve Rusya’nın, Türkiye’yi çıkarları doğrultusunda kullanma politikaları sonuçsuz bırakılabilir.
Türk işgali hiç kimsenin beklemediği ters sonuçlar doğurabilir
Sömürgeci-soykırımcı faşist Türk devletinin Suriye’de geliştirdiği bu işgaller, Suriye’de istikrar ve barışın uzak olduğunu gösterir. Bu işgaller boşuna yapılmıyor. Bir amacı Kürtlerin kazanımlarını ortadan kaldırmaksa diğer amacı da Suriye üzerinde etkin olmaktır. Türkiye’nin etkin olması, ABD’nin çıkarına düşünülmektedir. Hesap budur. Bu hesabın doğruluğu-yanlışlığı sonra ortaya çıkacaktır. DAİŞ’in başka bir yüzü olan TC’nin etkisi daha sonra her siyasi güç için başa bela olabilir. ABD ve Avrupa, TC işgalini kendi çıkarları için kullanmak istiyorlar ama kaygıları da vardır. TC’nin bu işgalini Rusya esas olarak kabul edemez. Taktik olarak izin vererek Türkiye’yi ABD ve NATO karşısında kullanmayı hesaplıyor. Bu hesabın Rusya, Suriye ve İran’ı çok zorlama ihtimali yüksektir. Bu açıdan Türkiye’nin Rusya, İran ve Suriye ile karşı karşıya gelme durumu yaşanabilir. Çünkü Türkiye’nin şu anda Suriye’de kurduğu ilişkiler ve kullandığı çeteler mutlaka Suriye, Rusya ve İran’la çatışma içine gireceklerdir. Bu işgal giderek tüm güçler için ciddi sorunlar yaratabilir. Türkiye sahada ‘konumum şöyle güçlendi, isteklerimi kabul ettirmek için bu konumlanmamı kullanırım’ isteği ve hesabı içinde olsa da birçok gücün çıkarının iç içe girdiği ve halkların işgale karşı direneceği düşünüldüğünde bu işgal, Türkiye’nin hesaplarının tersine, Türkiye için ağır siyasi sonuçlar yaratabilir. AKP-MHP faşizmi, Kürt düşmanlığını ve iktidarını ayakta tutmak için yürüttüğü politikalar, Ortadoğu’nun karmaşık politik ortamında içinden çıkamadığı bir tuzak haline gelebilir. Bunun öyle olma ihtimali yüksektir. Türkiye’nin Suriye ve Ortadoğu’da bir kukla gibi oynatılma konumuna düşmesi de mümkündür. Özcesi; Türkiye’nin işgalinin hiç bir gücün hesaplamadığı biçimde ters sonuçlar doğurması mümkündür.
DAİŞ, Türkiye adına savaşıyordu
Türkiye’nin, DAİŞ ile ilişkisi çok eskidir. Irak El Kaidesi’yle ilişkileri vardı. AKP iktidarı mezhepçilik yaparak, Sünniler üzerinden Irak’ta etkili olmak istiyordu. El Bağdadi önce Irak El Kaidesi’nin lideriydi. Sonra DAİŞ’i kurdu. Türkiye MİT üzerinden başından itibaren DAİŞ ile ilişkiliydi. DAİŞ, Suriye’de etkili hale geldikten sonra, Türkiye adına savaş yürüttü. Bu nedenle esas savaşını Kürtlere karşı yürüttü. Kürt düşmanlığında öncü Türkiye’dir. Kim Kürtlere karşı savaş yürütüyorsa o Türkiye’nin ittifakıdır. Türkiye tarafından desteklenmektedir. Türkiye adına savaşmaktadır. DAİŞ’in, Irak ve Suriye’de Kürtlere karşı savaşı bu gerçekliği açıkça ortaya koymuştur. Yine DAİŞ’in 2015 yılında Türkiye’de AKP muhalifi güçlere saldırması bile DAİŞ-AKP, dolayısıyla Türkiye ilişkilerini göstermektedir. AKP iktidardan düşseydi DAİŞ en büyük destekçisini ve müttefikini kaybedecekti. Bu nedenle AKP’nin iktidarının sallantıya girdiği 2015 yılında Kürt halkına, demokrasi güçlerine ve sosyalist hareketlere saldırmıştır. Öte yandan binlerce DAİŞ’li, Türkiye üzerinden Suriye ve Irak’a geçmiştir. DAİŞ, Suriye’de çıkardığı petrolü Türkiye’ye satmıştır. Altın ticaretini de Türkiye üzerinden yapmıştır. Büyük ihtimalle altın paraları da Türkiye’de bastırmıştır. Tüm bunlar Türkiye-DAİŞ ilişkilerini çok açık bir biçim de gözler önüne sermektedir. En son ve açık kanıtı ise Bağdadi’nin, ailesinin ve yardımcılarının Türkiye’nin kontrolündeki alanlarda ortaya çıkmasıdır. DAİŞ’in arkasında başka güçler olsa da DAİŞ’in pratikleşmesinde esas rolü Türkiye oynamıştır.
Bağdadi Türkiye’deydi ve korunuyordu
Rakka’nın, QSD güçleri tarafından özgürleştirilmesinden sonra bize tam doğrulayamadığımız bir bilgi geldi. Bağdadi’nin Türkiye’de korunduğu söyleniyordu. Irak ve Suriye’de DAİŞ daralınca Bağdadi’nin alan değiştirmek istemesi akla yatkındı. Ama bu bilgiyi netleştirecek imkanımız yoktu. Şimdi anlaşılıyor ki bu bilgi doğruymuş. Türkiye sınırları içinde olmasa da Türkiye’nin hakim olduğu alanda kalıyormuş. DAİŞ liderinin İdlip’te kalmasını Türkiye’nin bilmemesi mümkün değildir. Aksine Tayyip Erdoğan ve ‘sır küpü’ Hakan Fidan’ın bilgisi dahilinde İdlip’te koruma altına alınmıştır. Zaten eşi 1 yıl önce Türkiye’de koruma altına alınmıştı. Öyle gözaltına alınması yoktur. Eğer DAİŞ’e karşı bir tutumları olsaydı, Bağdadi’nin eşinin yakalanmasını önceden açıklarlardı. Anlaşılıyor ki Bağdadi’yi bir de eşini, akrabalarını ve yardımcılarını denetimlerinde tutarak kullanıyorlarmış. Hiç bir güç, DAİŞ gibi dünyada teşhir olmuş ve insanlık düşmanı görülen bir güçle siyasi nedenlerle ilişkilenmez. Bu ilişkilenmede ideolojik yakınlık da bulunmaktadır. Zihniyet kardeşliği söz konusudur. Biz daha önce DAİŞ’in esas halifesinin Tayyip Erdoğan olduğunu söylemiştik. DAİŞ, Türkiye tarafından kullanılan bir enstrümandır. Aslında bunu tüm dünya biliyor. Ancak ilişkilerinde çıkarları olduğundan ve Türkiye’nin bu zayıf karnını kullanmak istediklerinden gerçekleri açık söylemiyorlar. Tayyip Erdoğan’ın içeride ve dışarıda her türlü kirli ilişkiye girerek, kendini ayakta tutmak istemesinin nedeni, DAİŞ’ten dolayı sanık sandalyesine oturma korkusudur. Tabii ki Kürt soykırımı konusunda da sanık sandalyesine oturma korkusu da bilinmektedir. Tayyip Erdoğan, DAİŞ’i kullanarak amacına ulaşacağını sanıyordu ama hesapları tutmadı. Şimdi DAİŞ ilişkisi, boynundaki değirmen taşı haline gelmiştir. Sürekli “DAİŞ’e karşı en fazla biz mücadele ediyoruz” diyerek bu durumdan kurtulmaya çalışsa da bu durumdan kurtulması zordur.
Bağdadi’nin Türkiye sınırına yakın, Türkiye’nin kontrol ettiği bir yerde barınmasının nedeni Türkiye ilişkisidir. Türkiye’nin bu gerçeği ters yüz etmesi ve farklı biçimde izah etmesi mümkün değildir. “Rojava’da tutuklu tüm DAİŞ’liler ve ailelerini Türkiye’ye gönderin” demişlerdir. Zaten bir kısmı da Baxoz ve Hecin kentleri ele geçmeden önce çeşitli yollardan Türkiye’ye kaçmışlardı. DAİŞ üyeleri Suriye içindeki bazı ilişkiler vasıtasıyla yine insan kaçırma işiyle uğraşan şebeke üzerinden Türkiye’ye geçmişlerdir. Neden başka ülkeleri değil de Türkiye’yi tercih ediyorlar? Çünkü DAİŞ, kendisi için tek güvenli barınma yeri olarak, Türkiye’yi görüyor. Türkiye zaman zaman bazı DAİŞ’lileri tutuklasa da bunu yapmalarının nedeni DAİŞ ile olan kapsamlı ilişkilerini örtmek amaçlıdır. Ancak hiç kimse Türkiye’nin bu oyunlarını ciddiye almamıştır.
Erdoğan, DAİŞ’i Osmanlılardaki Akıncılar gibi kullanıyor
Rojava Devrimi’nin dünyada yarattığı etkiler çok büyüktür. Tüm dünya halkları için ‘Farklı bir dünya, farklı bir yaşam mümkündür’ hedefini pratikleştirmiştir. Zaten Kobanê direnişiyle Rojava Devrimi enternasyonal bir karakter kazanmıştı. Birçok sosyalist, demokrat kadın ve erkek Rojava’ya gelmiş, DAİŞ ve Türk devletinin saldırılarına karşı, Rojava devrimcileriyle birlikte omuz omuza savaşmış ve şehit düşenler olmuştur.
Türk devletinin işgaline karşı gösterilen direniş daha ilk haftasında önemli sonuçlar ortaya çıkarmıştır. ABD, Türkiye anlaşmasıyla bu direnişin etkisi kırılmak istenmişse de istenilen sonucu alamamışlardır. Kürt halkı ve tüm Avrupa yapılan anlaşmanın bir ateşkes olmadığını, Türkiye’nin işgalini ve saldırılarını meşrulaştıran bir adım olduğunu görmüş, demokrasi ve Kürt düşmanlığına dönüşen Türk devletinin saldırılarına karşı tüm insanlığın desteği sürmeye devam etmiştir. ABD yetkililerinin, “ateşkes sağlandı” açıklamalarının gerçeği yansıtmadığı kısa sürede görülmüştür. Türkiye bu anlaşmaya dayanarak saldırılarını sürdürmektedir. DAİŞ zihniyeti ve DAİŞ’in yenilgisinden sonra Türkiye’nin denetiminde olduğu alanlara, hatta Türkiye’ye geçen DAİŞ’liler de bu saldırılarda yer almışlardır. Koalisyon güçlerinin desteğiyle DAİŞ’i yenilgiye uğratan Kürtlerden ve Kuzey Suriye halklarından intikam almaya çalışılmaktadır.
Bilindiği gibi Erdoğan ve AKP iktidarı Yeni Osmanlıcılık iddiası ve hayallerini gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır. Osmanlılar da Akıncılar diye bilinen tecavüzcü, talancı, katiller sürüsü vardı. Osmanlı bir yere saldırmadan önce bu Akıncıları gönderiyor, orada her türlü insanlık dışı saldırıları geliştiriyor, talan ediyor, kadın-erkek, çocuk, genç, yaşlı demeden tüm topluma tecavüz ediyor, insanları öldürüyor bu şekilde işgal edilecek toplum ve alanlara korku salarak, direnme iradelerini kırılmak istiyordu. Ondan sonra da Osmanlı ordusu harekete geçerek, işgali geliştiriyordu. Şimdi soykırımcı-sömürgeci faşist Türk devleti ve onun faşist şefi Erdoğan’ın da bu taktiği izlediği ortadadır. DAİŞ, El Nusra artığı çeteleri Rojava’ya ve Kuzey-Doğu Suriye’ye saldırtmaktadır. Bu çetelere Milli Ordu adını vermektedir. Kuşkusuz ki bunlar Erdoğan’ın ve Türkiye’nin milli ordusudur. Osmanlı’daki Akıncılar gibi bu insanlık dışı DAİŞ ve El Nusra çeteleri Türk ordusu içine dahil edilmiş, milli ordularının bir parçası yapılmış ve tecavüz, katliam, talan gücü olarak kullanılmaktadır. Erdoğan’ın bu talancı, tecavüzcü, katliamcı yeni Akıncılarını sadece Rojava’da ve Kuzey-Doğu Suriye’de değil, Kürdistan’ın diğer parçaları başta olmak üzere tüm Ortadoğu ve dünyada da kullandığı, kullanmak istediği herkes tarafından görülmelidir. TC’nin ve Erdoğan’ın Libya’da, Suriye’de, Irak’ta, Mısır’da yaptıkları biliniyor. Yine başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, dünyanın çeşitli yerlerinde DAİŞ adı altında masum sivil insanlara karşı yapılan saldırılar biliniyor. Erdoğan’ın Avrupa ülkelerini, “Kürtleri soykırıma uğratma konusunda bana destek vermezseniz, istediğimi yapmazsanız kapıları açarım” diye tehdit etmesi aslında bu gerçekliğin itiraf edilmesidir. Aslında ‘kapıları açarım’ derken sadece mültecileri gönderirim vs demiyor, şehirlerinizde, sivil insanlarınız içinde bombalar patlatırım, DAİŞ adı altında sizi hedef alırım diyor. Avrupa Birliği ülkelerinin bu gerçeği biliyor olmalarına rağmen, Erdoğan’ın ve onun çete örgütlenmesi olan DAİŞ’in bu tehditlerine boyun eğmesi, teslim olması Avrupa Birliği devletleri ve toplumu için utanç verici bir durumdur.
Türkiye’nin yaptığı işgalin önünü ABD açmış, Rusya da teşvik etmiştir
Soykırımcı-sömürgeci faşist Türk devleti ve çetelerinin Rojava ve Kuzey-Doğu Suriye’ye yönelik geliştirdiği işgalin önünü ABD açmış, Rusya da teşvik etmiştir. Rusya ve rejim bu işgalin kendileri için tehlikeli olacağını görüp, tutum almış olsalar da, ABD kadar onlar da bu işgalin yaşanmasından sorumludurlar. Rusya, Türkiye’nin direniş karşısında zor duruma düşmesinden yararlanarak, Türkiye ile bir anlaşma yapmıştır. Rusya da ABD gibi bu anlaşmayı Kürtlerin sırtından yapmıştır. Rojava Kürdistanı’nın sınır hatlarında Türkiye’yi söz sahibi kılarak yine QSD’nin geriye çekilmesini sağlayarak hem Türkiye’nin talebini yerine getirme hem de Rojava ve Kuzey Suriye’yi kendi hedefleri için kullanmayı amaçlamıştır. Rusya, Kürtlere karşı Türk saldırganlığını kullanmak istemektedir. “Zaten dediklerimizi kabul etmezseniz Türkiye’ye yol veririz” demesi bunun açık kanıtıdır. Aslında hem Ankara hem Soçi anlaşmasında Kürtlere bu denildi. ABD’nin ve Rusya’nın mantığı da aynıdır.
Ancak Kürt halkı ve Kuzey-Doğu Suriye halkları, alanlarına ateşkes adı altında işgal harekatı yapılmasını kabul etmemiştir. Zaten Türkiye QSD’lilerin bazı yerlerden çekilmesine rağmen saldırılarını durdurmamıştır. Ortada ne ateşkes ne de bir çözümü hedefleyen anlaşma vardır. Kürtler ve Kuzey Suriye halklarına teslimiyet dayatılmaktadır. Bu nedenle halklar bu işgali kabul etmiyor ve direnmektedir. Rojava topraklarına giren Türk zırhlı araçlarının halk tarafından taşlanması, halkın göğsünü siper ederek direnmesi yine Asurilerin yoğun olarak yaşadıkları Til Temir alanı ve M4 anayolu hattında YPG-YPJ ve QSD’nin direnmesi Kuzey-Doğu Suriye halkının direndiğini ve direneceğini göstermektedir.
İşgalciler değil direnişçiler güçlü konumdadır
Direniş, Suriye ve Kuzey-Doğu Suriye’de esas gerçekliğin ne olduğunu tüm halklara ve siyasi güçlere de göstermektedir. Direniş, Rojava ve Kuzey-Doğu Suriye’de gerçekleşen işgalin çarpıtılarak farklı gösterilmesine izin vermemektedir. Halklar, işgalin demokrasi ve Kürt düşmanlığı olduğunu görüyor. Ortadoğu’daki demokrasi vahasının ortadan kaldırılmak istendiği görülüyor. Bu nedenle buradaki direnişe ve demokratik değerlere sahip çıkıyor. Bu savaşta işgalciler değil, direnişçiler güçlü konumdadır. Dünya halklarının dayanışmasından güç alan bu direniş karşısında işgalciler kaybetmeye mahkumdur. Rojava ve Kuzey Suriye’deki direniş tüm dünyayı aydınlatıyor. Halklara gerçeği ve doğruları gösteriyor. İlk toplumsallığın yaratıldığı neolitik devrimin yaşandığı coğrafyayı şimdi de Demokratik Uygarlığın beşiği haline getiriyor. Egemen güçler ile halkların ilk çarpıştığı coğrafyada yine toplum ve insanlık düşmanlarıyla toplum ve insanlık değerlerini korumak isteyenler arasında, toplumsal ve tarihsel bir mücadele sürüyor.
Dünya halkları da Ortadoğu halkları da bu gerçeği görüyor. Ortadoğu halkları bu direniş ortamında bilinçleniyor, kendi olumlu tarihlerini ve değerlerini görüyorlar. Ortadoğu; Rojava Devrimi şahsında Rönesans’ını ve reformunu yaşıyor. Egemen güçler ve sömürgeciler tarafından, etrafına örülen kabuğu kırıyorlar. Rojava direnişi sadece Kürtlerin değil, tarihten bu yana demokratik uygarlık değerlerini yaşamış tüm Ortadoğu halklarının direnişidir. Dervişlerin, bilgelerin, peygamberlerin ruhları, özlemleri ve yarattığı değerler Rojava Devrimi şahsında yeniden ayağa kalkıyor. Kuşkusuz bunda Önder Apo’nun ideolojik, teorik çizgisi ve ortaya koyduğu Demokratik, Ekolojik ve Kadın Özgürlükçü Toplum Paradigması’nın büyük rolü var. Tüm bu demokratik toplumcu, özgürlükçü değerler böyle bir paradigma temelinde canlanıyor ve yeni bir yaşam haline geliyor.
Halkların dayanışması Kürdistan halkı açısından muazzam güç yaratıyor. Avukatsız halk olarak tanınan Kürtler şimdi en güçlü avukatına kavuşuyor. Kürt Halkı, insanlık ve demokrasi değerlerinin temsilcisi olarak tanınıyor. Kürt düşmanlığında öncülük yapan Türkiye ise, insanlık ve demokrasi düşmanı bir güç olarak teşhir oluyor. Böylece Kürtler görülmedik bir koruma kalkanına sahip oluyorlar. Kürtlerin özgür ve demokratik yaşamının en büyük güvencesi bu oluyor. Kürtlerin özgürlük ve demokrasi güçlerinin en büyük güç kaynağı, halkların bu dayanışması oluyor. Bu dayanışma Kürtlerin stratejik dostları ve müttefiklerinin halklar ve demokrasi güçleri olduğunu gözler önüne seriyor. Özcesi Kürtler yüzyıldır ödedikleri bedellerin karşılığını alıyorlar. Kürtlerin mücadelesi ve ödediği bedeller karşılıksız kalmamış, en büyük kazanımla sonuçlanmıştır.
Örgütlü toplum ve direnişi esas almamak tehlikelerle karşı karşıya getirir
Ortadoğu’da Üçüncü Dünya Savaşı sürüyor. Dünya savaşı demek her siyasi gücün tüm imkanlarını seferber ederek, dünyanın hegemon güçleri ve bölgesel egemen güçleri yeni dengelerle kendilerini güçlü kılmak isterler. Özellikle halkların böyle süreçlerde imkan ve fırsatlardan yararlanarak güçlenmesini istemezler. Çünkü onlar egemenliklerini ve yapacakları sömürüyü düşünürler. Bunları kaybetmek istemezler. Bu açıdan bu tür süreçler kazanma imkanlarını artırdığı gibi tehlikeleri de artırmaktadır. Öte yandan Ortadoğu dünyanın herhangi bir köşesi değildir. Dünya dengelerinin kurulduğu coğrafyadır. Bu açıdan böyle bir süreçte örgütlü olunmazsa, toplumlar birliğini sağlayamazsa, doğru ittifaklar yapmazsa her koşulda mücadele edecek bir irade ortaya konulmazsa; bırakalım yeni kazanımlar elde etmeyi, eldekilerini de kaybedebilirler. Bu süreçler çıkarların öne çıktığı süreçlerdir. Sürekli yeni ittifaklar kurulur, var olanlar dağılır. Bu açıdan süreci çok duyarlı bir şekilde yakından takip eden ve esnek politik öngörüye sahip olan bir yönetim tarzı gereklidir. Ancak bu türlü politika ve diplomatik ilişkinin de örgütlü topluma dayanarak ve mücadele ederek, anlamlı olacağı bilincinde olmak önemlidir. Kulağını şu diplomatik ilişki, bu siyasi ilişkiye kabartmak, esas güç kaynaklarımız üzerinde yoğunlaşmamak, örgütlü toplum ve direniş gerçeğini esas almamak, tehlikelerle karşı karşıya getirir.
Ortadoğu’da Türkiye hem Kürt düşmanlığında, hem de demokrasi düşmanlığında öncüdür. Kürtler ve tüm halklar bu gerçeği göremezlerse kazanımlarını koruyamazlar, özgür ve demokratik yaşam mücadelesini başarıya götüremezler. Kim bu saldırıların sadece PKK ya da Kürtlere karşı olduğunu sanıyorsa büyük yanılıyordur. Hem tüm Kürtler hem de tüm halklara yönelik bir saldırı vardır. Bu açıdan demokrasi ittifaklarını geliştirmek, bunu kazanmanın şifresi olarak görmek gerekir. Tabi Kürtler açısından da demokrasi ittifakı ile Kürtler arası birliği, birlikte yürütmek ve her ikisini de sağlamak önemlidir.
Tehlikenin büyüklüğü kadar imkanların fazlalığı da görülmelidir
Şu gerçeği bir daha vurgulamak gerekir. Bakurê Kurdistan’da Kürt sorunu çözülmeden Kürdistan’ın hiç bir parçasında özgür ve demokratik yaşam kazanıldı denilemez. Bu açıdan Bakur’da yürütülen mücadele çok önemlidir. Bakur’daki mücadele tüm Kürdistan parçaları adına yürütülen bir mücadeledir. Türkiye’nin inkarcı ve soykırımcı gerçeği, Bakur’daki mücadeleyi bu konuma getirmiştir. Türkiye Üçüncü Dünya Savaşı koşullarından yararlanıp, Kürtleri soykırıma uğratmak istiyor. Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeniler, Süryaniler, Rumlar-Pontuslular, İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudiler, Üçüncü Dünya Savaşı’nda da Kürtler bu akıbete uğratılmak isteniyor. Savaşın, yıkımın sürdüğü ortamda Kürt soykırımı da kotarılmak isteniyor. Türkiye tüm siyasi, ekonomik, diplomatik ve askeri imkanlarını buna yöneltmiştir. 21. yüzyıl koşullarında bunu çok açık yaptığı için şimdi tüm dünya bu gerçeği görüyor. Dünyanın gördüğü tehlike bizim yaşam sorunumuzdur. Tehlike var olma-yok olma sınırındadır. Bölgenin sadece Kürt düşmanları değil, demokrasi düşmanları da Türk devletinin bu soykırımına destek veriyorlar. Hatta Avrupa’daki tüm demokrasi düşmanları da bu soykırıma destek veriyor. Bu açıdan tehlike büyüktür. Ancak Kürtlerin özgürlük ve demokrasi mücadelesi dünyanın tüm özgürlük ve demokrasi güçleriyle Kürt soykırımını yapmak isteyenler ve destekçileri arasındaki mücadele haline geldiğinden bu da mücadelenin büyük kazanma imkanlarına sahip olduğunu göstermektedir. Önemli olan tehlikenin büyüklüğü yanında imkanların da fazlalığını görüp mücadeleyi geliştirmektir.
Örneğin şu anda soykırımcı-sömürgeci faşist Türk devleti ve AKP-MHP faşist iktidarı Bakurê Kurdistan’daki halkın belediyelerine kayyum atıyor, halkın iradesini gasp ediyor, Kürtleri özyönetimsiz bırakarak, soykırım politikalarını başarıya götürmeye çalışıyor. Buna karşı halkımızın ve seçilmişlerinin de mücadeleyi geliştirmeleri, tüm bu soykırım saldırılarını boşa çıkarmaları gerekir. Böyle bir mücadelenin zemini ve olanakları fazlasıyla vardır. Halkımız ve seçilmiş belediye başkanları, meclis üyeleri ve belediye çalışanları mücadele ederek, alternatif belediyeleri geliştirmelidir. Eğer belediyeleri yerel demokrasinin bir ayağı, organı olarak görüyor, o yerelde yaşayan halkın özyönetim iradesi olarak tanıyorsak; o zaman bu iradeyi ve iradenin vücut bulduğu yönetim organlarını oluşturmak için devletten veya herhangi bir güçten icazet almaya gerek yoktur. İcazeti halk verir ve halk alır. Bu açıdan halk kendi içinden kendi yönetimlerini seçerek kendi oluşturacağı alternatif belediyelerle ihtiyaç duyduğu tüm çalışma ve örgütlenmeleri geliştirmelidir. Bunun için binalara, mevki ve yetkilere gerek yoktur. Alternatif belediyeleri toplumsal yapının içinde yaratabilmelidir. Belediye başkanları ve meclis üyeleri halkın kendilerine verdiği bu görevi, emanet ettiği iradeyi topluma dönerek ve toplum içinde alternatif belediyeyi örgütleyerek yerine getirebilmeliler.
Aynı zamanda halkımızın ve seçilmişlerinin yaşamın tüm alanlarında ihtiyaç duyulan tüm kurumlaşmalarını devlet sisteminin dışında, toplumsal güçlerine dayanarak kurmaları bir tercihten de öteye zorunluluktur. Halkımız alternatif kurumlarını oluşturarak devletle ve devletin tüm kurumlarıyla ilişkisini tümden kesmelidir. Ancak böyle yaparsa soykırımcı-sömürgeci faşist Türk devletinin kayyum politikaları boşa çıkarılır ve saldırıları yenilgiye uğratılır. Eğitimden sağlığa, sanattan spora, belediye hizmetlerinden, toplumsal sorunları çözecek uzlaşma komisyonlarına kadar, toplum kendisini örgütlü hale getirmelidir. Bununla birlikte gençlik ve kadın öncülüğünde özsavunmasını geliştirmeli, gelişebilecek her türlü saldırıya karşı örgütlü toplum ve özsavunma temelinde direnmelidir.
Başûrê Kurdistan halkımızın tutumu olumludur
Kuşkusuz Başûrê Kurdistan, 20-30 yıl önceki Başûrê Kurdistan değildir. Onlarca yıldır Kürdistan’ın dört parçasında yürütülen mücadele ve ortaya çıkan federasyon, Başûr toplumu ve siyasetinde önemli değişiklikler, yeni toplumsal ve siyasal dinamikler ortaya çıkarmıştır. Eskiden sadece KDP ve YNK siyasi bir güçtüler, öte yandan bir Kürt kamuoyu yoktu. KDP ve YNK’nin tutumları birçok şeyi belirliyordu. Şimdi bu durum değişti. Farklı siyasi eğilimlerin de bir irade ortaya koyması söz konusu oldu. Ayrıca bir Kürt kamuoyu oluştu, KDP ve YNK de bu kamuoyunu dikkate almak zorunda kalıyor. Böyle bir Kürt kamuoyunun var olması önemli bir gelişmedir. Bu durum aynı zamanda aydınların, yazarların, sanatçıların etkisinin de arttığını göstermektedir.
Kuşkusuz Başûr’da siyasi partilerin tutumu önemlidir. Zaman zaman olumlu söylem ve tutumları da ortaya koyuyorlar. Ancak halen uluslararası ve bölgesel kimi güçlerin etkisiyle hareket etme vardır. Söylem ve tutumlarını ortaya koyarken onları gözetme vardır. Bu nedenle Kürtlerin çıkarını gerektiren birçok konuda tutumları yetersiz kalmaktadır. Halen siyasi güçlerin tutumlarında böyle bir zafiyet görülmektedir.
Ancak Kürt aydınları, yazarları, sanatçıları ve demokratik kurumlarının tutumlarında önemli gelişmeler vardır. Bu, halkı ve Kürt kamuoyunu olumlu etkilemektedir. Aslında genel olarak Başûr halkının tutumu olumludur. Ulusal birlik ve ulusal tutum konularında daha da olumlu gelişmeler yaşanabilir, ancak siyasi partilerin frenleyen, hatta bazen halkın tutumlarının dışavurumunu engelleyen bir yaklaşım içine girdikleri görülüyor.
Başûr’da Rojava işgali konusunda önemli bir tutum ortaya çıktı. Rojava’daki direnişe güç verdi. Birçok genç işgale karşı savaşmaya gitti. Türk mallarını boykot ediyor. Bunları önemli görüyoruz. Ancak halkın tutumunu daha örgütlü ve daha etkili ortaya koyması gerekiyor. Başûr’da bir serhildan, raperin geleneği var. Ancak bu örgütlü ve sürekli olmaktan çok, patlamalar biçiminde oluyor ve zaman zaman gerçekleşiyor. Önemli konular gündeme geldiğinde bu tutumun daha toplumsal ve sürekli olması gerekir. Aslında halk böyle bir sürekli tutuma yatkındır, ama yeterince örgütlenmiyor. Örgütlü toplum yaratılmıyor. Partilerin ve sempatizanlarının geleneği aşılmadı. Halbuki artık toplumun gençlik, kadın ve tüm toplumsal kesimler olarak örgütlenmesi, sokak sokak örülmesi gerekir. Böyle olursa toplum güçlenir, ulus güçlenir. Ulusal sorunlar gündeme girdiğinde toplum daha etkili biçimde ayağa kalkar. Örgütlü toplum haline gelirse herhangi bir partinin engellemeleri ve frenlemeleri de sonuç vermez.
Tehlike Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında sadece Rojava için değil, tüm Kürdistan parçaları için söz konusudur. Bu açıdan örgütlü toplum haline gelerek bu tehlikeleri daha güçlü karşılamaya hazır olmalıyız. Öte yandan tek parçada çözüm anlayışı yanılgılıdır. Bu açıdan Kürdistan’ın tüm parçalarındaki mücadeleye duyarlı olunmalıdır. Bir duyarlılık ve tutum gelişmiştir. Ancak tehlikenin büyüklüğü dikkate alınınca yapılanlarla yetinmemek, tepkimizi daha etkili ortaya koymak gerekmektedir.
Ulusal Birlik ve Kongre siyasi partilere bırakılamayacak kadar önemlidir
Gerçekten de bu dönemde ulusal birlik ve Ulusal Kongre olmayacaksa ne zaman olacak? Bunu başarmadığımız takdirde hepimiz tarih karşısında yargılanacağız. Gelecek kuşaklar bizi suçlayacak ve sorumlu tutacaklardır. Hiç bir parti kaygısı bizleri ulusal birlik ve kongreyi gerçekleştirmekten alıkoymamalıdır.
Ulusal birlik ihtiyacı bugün bir tercih değil, mutlaka gerçekleşmesi gereken bir durumdur. Bir zorunluluktur. Zorunluluktan da öteye var olup-olmama konusudur. Bunu anlamamak siyasi körlükten ötedir. Bir intihardır. Aslında tüm Kürt halkı, aydınları, sanatçıları istiyor, Kürt kamuoyu istiyor. O zaman gerçekleşmiyorsa demek ki dar siyasi çıkarlar söz konusudur. Ulusal çıkarların önüne geçen parti çıkarları vardır ya da dış güçler istemiyorlar. Özellikle Kürt düşmanlığında öncü olan Türkiye, Kürtlerin parçalı olmasını istiyor. Hatta bazı Kürt siyasi partilerinin PKK’ye karşı durmasını, savaşmasını dayatıyor. Örneğin Rojava’da bazı siyasi çevreler “Biz buradaki devrimi tanır, PYD gibi siyasi partilerle uzlaşma içine girersek, Türkiye’yi karşımıza alırız” yaklaşımı içindeler. Rojava’daki bazı siyasi eğilimlerin bu yaklaşım içinde olduğunun belgeleri ortaya çıktı. Zaten Türkiye ile sürekli ilişki ve toplantı içinde olanların Rojava’da ulusal birlik içine girmesi gerçekten zor olur.
Aslında 2013 yılında ulusal birlik ve kongre için önemli adımlar atıldı. Ancak sonra bazı partiler ayak sürttüler, yapılması gereken toplantılar yapılamadı. Halbuki psikolojik ortam oluşmuştu. Partiler bir araya gelmişti. Bu çok önemliydi. Kürt halkı halen o zaman verilen fotoğrafı önemli görmektedir. Umarız gelişen tehlike görülür ve ulusal birlik yönünde adımlar atılır. Ulusal birliğin gerekli olduğu Bakur, Başûr ve Rojava’da yaşanan birçok olayda görüldü. Ulusal birlik olamamanın, ulusal bir siyasi kuruma sahip olamamanın olumsuzlukları yaşandı. Bunu Bakurlu, Başûrlu, Rojavalı siyasiler ve halk yaşayarak görmüştür. Ulusal birlik ve kongrenin gerçekleşmemesini aştıracak kadar tehlike yakındır. İlk önce bunun bilincini vermek, bu bilinci tüm toplumun ve siyasi güçlerin bilinci haline getirmek önemlidir. Öte yandan ortaya çıktı ki, ulusal birlik ve kongre sadece siyasal partilere bırakılmayacak kadar toplumsal ve ulusal bir konudur. Bu açıdan tüm toplumun ve Kürt kamuoyunun devreye girerek, PKK dahil tüm siyasi partilere baskı yaparak tüm Kürt siyasi partilerini ve demokratik kurumları böyle bir adıma zorlamalıdırlar. Biz onlarca yıldır, hatta yüz yıldır büyük mücadele veren ve ağır bedeller ödeyen Kürt halkı, Kürdistan toplumu devreye girerse bu engellerin aşılacağına inanıyoruz.
Cemil Bayık/Serxwebûn