HABER MERKEZİ
Reho-Abdürrahim Yılmaz’ın şehadetini, o zamanlar İzmir’in Çankaya semtinde bulunan Emniyet Müdürlüğü’nde polis sorgusundayken öğrenmiştim. Seninle birlikte Aydın’da polis tarafından alınan arkadaşlar İzmir Emniyet Müdürlüğü’ne getirildiklerinde bir yolunu bulup, bilgilendirmişlerdi. Onları getirip hücrelere koymuşlardı. Onlarla konuşmanın imkanı yoktu. Tutulduğum yerin önünden geçtiklerinde, kendileriyle birlikte hücrede kalanlar üzerinden haber göndermişlerdi.
Aradan 38 yıl geçti. Dile kolay. Yaşanmışlık ve yaşanmamışlıklarıyla aradan geçen onca yıl. Nereden başlamalı? Ne anlatmalı? Ne demeli? Bir hesaplaşmanın, yüzü yere sermenin gereği de çok açık.
Reho-Abdürrahim Yılmaz’ın şehadetini, o zamanlar İzmir’in Çankaya semtinde bulunan Emniyet Müdürlüğü’nde polis sorgusundayken öğrenmiştim. Seninle birlikte Aydın’da polis tarafından alınan arkadaşlar İzmir Emniyet Müdürlüğü’ne getirildiklerinde bir yolunu bulup, bilgilendirmişlerdi. Onları getirip hücrelere koymuşlardı. Onlarla konuşmanın imkanı yoktu. Tutulduğum yerin önünden geçtiklerinde, kendileriyle birlikte hücrede kalanlar üzerinden haber göndermişlerdi.
Aydın’dan getirilenler arasında Ahmet Çakal, Ali Tekin, Hatice Kasar ve babanın olduğunu da daha sonra öğrenmiştim. Diğer arkadaşları getirildikleri Aydın cezaevine geri göndermelerine rağmen, babanı bir süre daha İzmir’de gözaltında tutmuşlardı. Babanla da Emniyet Müdürlüğü’nde, Narlıdere askeri gözetim yerinde karşılaşma ve kısa bir süre de birlikte kalma imkanım oldu. Orada çok derin sohbetler ettik, çok konuştuk. Eskiye nazaran çok değişmişti. Eski sinirli, kızgın halini bir yana bırakmış, bizi daha iyi anlar olmuştu. Şehadetini metanetle karşılamaktaydı. Ayrıldığımızda, sana sarılır gibi boynuma sarıldı. Öylece ayrıldık. Daha sonra ailene ulaşmaya çalıştım. Aydın Cezaevi’ne konulan Ahmet Çakal ve diğer arkadaşlar üzerinden bilgiler aldım. Durumlarında değişik bir şey olmadığını belirtmekteydiler. Belki de 12 Eylül faşizmi koşullarında, belirttikleri dışında bir şey belirtme imkânları yoktu.
Sıkıyönetim savcılığı iddianameyi hazırladıktan sonra, mahkemenin başlamasına kısa bir süre kala Aydın Cezaevi’nde olan arkadaşları da İzmir’de bulunduğum Buca Bölge Kapalı Cezaevi’ne getirdiler. Fakat olduğum koğuşa vermediler. Mahkemeler başlayana kadar da arkadaşları görme imkanım olmadı.
Tutuklu olsam da, cezaevi dışında olan arkadaşlarla bir biçimiyle ilişkilerim devam etti. Şehadetine ve nasıl yakalandığımıza dair bilgilendirmede bulundum. Ben ve Aydın’daki arkadaşlar polisin ortak bir operasyonu sonucu yakalanmıştık. Eş zamanlı olarak beni gittiğim randevuda İzmir’de, seninle birlikte diğer arkadaşları da Aydın’da evlerden almışlardı. Yakalanmamıza neden olan da; polis tarafından ajanlaştırılmış olup, o zamanlar İzmir’in Güzelyalı semtinde bulunan Vali Konağı’nın hemen yanındaki 52 No’lu Suzan Apartmanı’nda kapıcılık yapan Bayram Taşkıran’dı.
Bayram Taşkıran aslen Agirîli olmakla birlikte, Konya’da büyümüştü. Abisi de, Aydın’da tekstil’de çalışmaktaydı. Ailece yurtsever ve sempatizan olarak bilinmekteydiler. Ahmet’le birlikte birkaç kere Aydın-Ilıcabaşı’nda oturdukları lojman evlerine de gidip gelmiştik. Daha sonra İzmir’e gitmiş, orada çalışmaya başladığını öğrenmiştik. Bir süre sonra da abisi üzerinden ona ulaşmamızla ilişkiler orada da sürdürülmüştü. Bayram Taşkıran, Aydın’dayken mi, yoksa İzmir’e gittikten sonra mı polis ajanı oldu? Bu konuda kesin bir şey söylemek mümkün olmasa da, bizi yakalatan oydu. Benim hatam ise; ilişkiler bir süreliğine kopmasına rağmen, o süreçte neler yaptığını öğrenmeden yeniden ilişkilenmek ve evini kullanmak, bazı bilgilerin olduğu örgütsel notları çok kısa bir süre de olsa orada tutmak oldu. Bu notlar içerisinde Hareketin merkezine yazılan, Aydın’daki örgütlenmede yer alan arkadaşlara dair bilgiler de yer almaktaydı. Yine, hatam; annesinin sanki bir şeyler anlatmak isteyen davranışlarına anlam verememek, kuşkulanmamak ve gerekli tedbirleri almamak oldu.
Cezaevinden, dışardaki arkadaşlara yazdığım notlarda da, bu konu üzerine gerekli bilgilendirmelerde bulunmuştum. Ayrıca bu notlarla birlikte, Ahmet arkadaşın uygun yollarla ailenden temin ederek bana ulaştırdığı fotoğrafını ve kısa da olsa anına kaleme aldığım bir yazıyı göndermiştim.
Mahkeme kısa sürdü. Sonuçta iddianameyi hazırlayan savcının hakkımızda istediği ”ceza”, mütalaayı hazırlayan savcı tarafından yeterli bulunmayarak arttırıldı. Mahkeme hakimleri de bunlar arasında orta yolu bularak, müebbet hapis ”cezasına” çarptırdı. Hatice Kasar’a 15 yıl, Ahmet ve diğer arkadaşlara da sekiz yıla varan hapis ”cezaları” verildi. Nihayetinde, seninle birlikte yakalananların hepsi, günü geldiğinde zindandan çıktılar. Tabii en son olarak çıkan, ben oldum.
Hatice Kasar (Xelat) zindandan çıktıktan sonra, Hareketle ilişkilerini sürdürdü ve bir süre sonra hemşehrisi ve yakını olan Ayten Tekin’le birlikte İzmir’den ayrılarak; 1988’in ilk aylarında gerillaya katıldı. Gittikten kısa bir süre sonra da Nisêbîn-Bagok dağında düşmanla girilen çatışmada yer aldılar. Kendisi bu çatışmadan sağ çıkarken, Ayten Tekin yoldaş şehit düştü. Bagok’ta yaşanan bu çatışmadan sonra, kaldığı Mêrdîn alanından Mahsum Korkmaz Akademisi’ne geçti. Orada bir süre kaldıktan sonra döndüğü ülke sahasında, 2 Nisan 1991’de Haruna’da beş yoldaş ile birlikte şehadete ulaştı. Ali Tekin, zindandan çıktıktan bir süre sonra hastalık sonucu hayatını kaybetti. Ahmet Çakal ise 1990’lı yılların başında tekrar tutuklandı ve hakkında ağırlaştırılmış ömür boyu hapis ”cezası” verildi.
Zindandan çıkmadan önce yaptığım planlamada, dışarıda yapacaklarım arasında ilk sırada; İzmir’e ve Aydın’a gitmek vardı. Senin, Hatice Kasar’ın, Ali Tekin’in, Ahmet Çakal’ın ailelerini görmeye gidecektim. Sana o kadar anlatacaklarım vardı ki, bunların hepsini ebedi istirahatgahında seninle paylaşmak, konuşmak istiyordum. Bunun için arayışlar içerisine girdim. Ancak yaptığım bu planlamayı gerçekleştiremedim. Kaldığım yerden ve Türkiye’den ayrılmam gerekti. Böyle de olsa, içimde sürekli olarak, yapmış olduğum bu planı gerçekleştirememiş olmanın eksikliğini hep hissettim, yaşadım.
Fakat zaman zaman, senin ve Hatice Kasar’ın ailelerine, Ahmet’e ulaşma arayışlarım oldu. İmkan olduğunda da bunu denedim. O kadar istememe rağmen, bir türlü elime ulaşmayan fotoğrafına da ancak son süreçte, bu arayışlar içerisinde ulaşabildim. Nihayetinde selamımın yerine ulaştığına emin oldum. Ailenin sitemlerini de aldım. Haklıydılar; verecek bir cevabım da olamazdı. “Abdürrahim de şehittir, neden diğer şehitler gibi sahip çıkılmıyor” diye sormaktaydılar. Hatice Kasar’ın annesinin de benzeri sitemlerinin olduğunu öğrenmiştim.
Zindandan çıktıktan sonra, o zamana kadar yaşanan şehadetlerin yer aldığı Şehitler Albümü’nün çıkan ciltlerine bakmıştım. Senin fotoğrafını görmeyince, “Zindandan gönderdiğim fotoğraf ve anı yazısı yoksa Harekete ulaşmadı mı” diye kendi kendime sormadan edememiştim. İki binli yıllardan sonra, şehitlere dair bilgi yetersizliklerinin ne kadar çok olduğunu, acı da olsa öğrendim. Sadece sana değil, yüzlerce şehide ilişkin bilgiler arşivde yer almamaktaydı, eksik ve yanlış bilgiler de vardı. Yoğun savaş dönemi ve Harekete ulaşmada yaşanan sorunlar ve birçok bilginin çatışmalarda ve aramalarda düşmanın eline geçmiş olması buna neden olmuştu. O nedenle, genel Hareket içerisinde tüm arkadaşlardan, bildikleri, tanıdıkları şehitlere dair bilgiler alındı, varsa ellerinde fotoğrafları toplandı. Şehitler Albümü’nde var olan eksiklikler bu şekilde giderilmeye çalışıldı. Senin ismin de o süreçle birlikte şehitlerin arşiv ve sicilleri arasında yer aldı. İzmir’de bir kamulaştırma eyleminde şehit düşen Ali Ekber Başer’in adı da yoktu, o da eklendi. Oysa Ali Ekber Başer şehit düştüğünde, anısına bildiri basılıp, başta Türkiye kentleri olmak üzere birçok yerleşim merkezinde dağıtılmıştı. Buna rağmen, Ali Ekber Başer’in ismi bile şehitler sicil ve arşivine kaydedilmemişti. Tabii bunlar, şehitler karşısında görev ve sorumlulukların yerine getirilmesinde, gerekçenin kabulünün mümkün olmadığı, yaşanan eksikliklerdi.
Ailenin o sitemleri ulaştıktan sonra, şehadet ilanı ile fotoğrafın birlikte basın-yayın organlarında yer aldı. 38 yıl sonra şehadet ilanın gerçekleşmiş oldu. TV ekranlarında yayınlanan şehadet ilanını izleyenler arasında, ”Bu kadar yıldan sonra mı” diye soranlar ve eleştirilerini dile getirenler de oldu. Bunlar karşısında da diyecek hiç bir şey yoktu. Tabii, başta da benim söyleyecek sözüm yoktu. Üzerime düşen, yerine getirmem gereken sorumlulukların en büyüğünü yerine getirmede çok geç kalmıştım. Bunu şu veya bu gerekçe ile de açıklayamazdım.
Gecikmiş de olsa, şehadet ilanını bu şekilde ben de TV ekranlarından izledim. Ailenin ve yakın akraba çevresinin, özellikle de Aydın-Ovaeymir’de ikamet edenlerin izlediklerini ümit ediyorum ve nasıl bir duygu ile karşıladılar, onu da merak ediyorum. Ailende başka fotoğrafın var mı bilmiyorum. Elimizde olan tek fotoğrafın bu. Zindandayken edindiğim ve Harekete gönderdiğim fotoğraf da aynısıydı. Şehitler Albümü’nde fotoğrafın olmayınca, elimizde sana ait başka bir fotoğraf da olmamıştı. Elimizde olan sadece, şehitler sicilinde vermiş olduğum bilgilerdi. Bir de zindandayken fotoğrafının kara kalemle resmedilmiş bir hali vardı. Onu da TKP-ML/ TİKKO davasından, Orhan Bakır’ı kaçırmak iddiasıyla sıkıyönetim mahkemesi tarafından idam ”cezası” verilen Sedat Yılmazsoy yapmıştı. Resmi gerçekten de çok güzel yapmıştı. Kendinden bir şeyler katmıştı. Herhalde senin fotoğrafında İbrahim Kaypakkaya’dan bir şeyler görmüştü. Senin de başında şapka vardı, sen de işkence ile katledilmiştin. O nedenle de böyle olması son derece doğaldı. O resmi, zindanda kaybolmasın diye, gelen ziyaretçilerle birlikte göndermiştim. Gönderirken, “Abimdir, trafik kazasında kaybettik” yalanını da uydurmak zorunda kalmıştım. Gardiyan inandı mı, orasını bilmem ama resmi götürüp ziyaretçilere vermişti.
Aradan 38 yıl geçti. Hâlâ en son görüştüğümüz günkü gibi karşımda duruyorsun. Anıları, yaşanmışlıkları bugüne kadar fazla paylaşmışlığım da yok. Belki bu bende bir tarz halini almış. Üzerinde bugüne kadar fazla durmamış olsam da, bunun doğru bir yaklaşım olduğunu da söyleyemem. Fakat şehitlere dair bildiklerimizi yazmak, onları anlatmak ve yaşatmanın da bir görev ve sorumluluk olduğunun farkındayım. O nedenle, sürekli daha sonraki tarihe/günlere bırakarak; seni, Hatice Kasar ve diğer şehadete ulaşmış olan, birlikte çalıştığımız yoldaşları bugüne kadar anlatmamış olmanın da büyük bir eksiklik olduğunu inkar edemem.
Seninle 1980 yılının ilk aylarında tanışmıştık. Askerden yeni gelmiştin. Ahmet arkadaş önce senden bahsetmişti. Askere gitmeden önceki mücadeleciliğini, militan kişiliğini dile getirmiş, orada örgütlü olan gruba dahil olabileceğini belirtmişti. Bunun üzerine, fazla zamana bırakmadan onunla birlikte yanına gelerek tanışmıştık. Üzerimizde bıraktığın ilk izlenim de Ahmet arkadaşın belirttikleri ile her yönüyle örtüşmüştü. Zaten ilk tanıştığımız günden itibaren de aynı yolda yürüyen yoldaşlar haline gelmiştik. Tabii, ailenin de senden beklentileri vardı. Askerden yeni gelmiştin. Bir yanda ailenin beklentilerine, diğer yandan da mücadelenin senden beklentilerine birlikte yanıt olmak o kadar kolay değildi. Bu noktada bir tercihte bulunmak gerekiyordu. Sen ikirciksiz olarak tercihini mücadeleden yana yapmıştın. Eğitimlere, toplantılara, örgütlenme çalışmalarına, eylemliliklere en aktif bir biçimde katılmakta hiçbir tereddütün olmamıştı.
O vakitler, 12 Eylül 1980 askeri- faşist darbesi henüz gerçekleşmemişti. Ancak eli kulağında, geldim-geliyorum diyordu. Polis, baskı ve denetimlerini daha da sıkılaştırmaya başlamış, sivil faşist güçler de provokasyonlarını giderek daha fazla tırmandırır hale gelmişti. Bu provokasyonların bir parçası olarak da Aydın-Köşk’te demokrat olarak tanınan, aslen Türkiyeli olsa da, Apocu Harekete de saygı duyan, ilişkilenen Çetin Yılmaz adında bir öğretmeni kaçırmışlar, önce işkence yapmışlar ve ardında da katletmişlerdi. Cenazesini de Menderes nehrine atmışlardı. Bu tür faşist saldırılara karşı bir hazırlık içerisinde olunması da gerekiyordu.
Hareketimiz tarafından, bu tür olası yaşanacaklar karşısında önceden hazırlıklı olunması ve örgütlenme çalışmalarının buna göre yürütülmesi gerektiğine dair uyarılarda bulunulmuştu. Bir nevi, o zamana kadar kendi örgütlü kitle çalışmalarımız içerisinde görünür ama dışa karşı illegal olan konumumuzu tekrar gözden geçirme gerçekliği ile karşı karşıya bulunmaktaydık. O süreçle birlikte polislerin daha fazla gezmesi, yabancı kişilerin köyde görülmeye başlaması da bunu daha fazla gerekli bir hale getirmişti. Artık daha az görünür bir hale gelinmiş, çalışmalarda illegalite ve eski ilişkilerde derinleşme hedeflenirken yeni ilişkiler geliştirerek örgütsel yapıyı genişletme çalışmaları da durdurulmuştu.
12 Eylül 1980 askeri faşist darbesini böyle bir gerçeklik içerisinde karşılamıştık.
Ailenin evi ile kullandığımız ev arasında sadece toprak ara yol geçmekteydi. Zaten Ahmet’in evi ile de eviniz yan yana bulunmaktaydı. Kardeşlerinin destekleri çok oluyordu. Hem kaldığımız evi kontrol ediyorlar hem de herhangi bir terslik olduğunda bilgilendirebiliyorlardı. 12 Eylül askeri faşist darbesini de o evde karşılamıştık.
Daha önce anlaştığımız üzere, sabaha karşı Ahmet evin duvarına bir-kaç kez vurarak bizi gafil avlanmaktan kurtarmıştı. Ahmet arkadaş bizi uyandırmıştı ama o da darbe olduğunu bilmiyordu. Arabaların gürültüsü ile uyanmış, bunun üzerine ne olduğuna bakmış, askeri araçların hareketliliğini görünce de, tehlikeli bir durum olduğunu anlayarak bize haber vermişti. Bunun üzerine daha güvenlikli olarak gördüğümüz Ahmet’in evine geçmiştik. Ahmet evliydi. Çok şirin ve güzel iki kızı vardı. Büyüğünün adı Müzeyyen, küçüğünün adı da Bêrîvan’dı. Ahmet’le tanıştığımızda Bêrîvan yeni doğmuştu. Nüfus kağıdındaki ismi neydi hatırlamıyorum, ama ona Bêrîvan adını veren, ben olmuştum.
Darbenin olduğunu da ancak radyoyu açtığımızda, cuntacı generallerin kendi ağızlarıyla okudukları bildiriden öğrenmiştik. Artık evde sıkışıp kalmıştık. Darbe olacağına dair Hareketin bir öngörüsü vardı, gerekli uyarılarda da bulunmuştu. Ama bunu düşünsel olarak bilmekle, yaşamak arasında bir fark vardı. Silahlar, örgütsel materyaller ve herhangi bir baskında görülmesi, bulunması sakınca yaratabilecek şeyler önceden saklanmıştı. Kalınan yerleri, evleri de fazla kişi bilmiyordu. Bu anlamda ciddi bir sorun yoktu. Fakat bir darbe gerçekleşmiş, askerler arabalarla bir o yana, bir bu yana gidip gelmekteydiler. Ne yapacaklardı, bilemiyorduk. Bir yandan bunu derken, diğer yandan da her şeyi yapabileceklerini gözden ırak tutmuyorduk.
Artık sabah olmuştu. Kahvaltı yapılmış, merak iyice artmıştı. Ancak sokağa çıkmak da bir sorundu. Askerler arabalardan yapmış oldukları anonslarla, ”ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağının ilan edildiğini” duyuruyorlardı. Zaten radyolarda da bu duyuru ikide bir yapılmaktaydı. Saatler ilerledikçe evde beklemek daha da sıkıcı bir hale gelmekteydi. Köyden sesler geliyor, bu da sokağa çıkma yasağına rağmen dışarıda birilerinin olduğunu gösteriyordu.
“KAÇIN FAŞİZM GELİYOR”
Bundan emin olduktan sonra, Ahmet’le birlikte biz de evden çıkıp kahvelerin olduğu yere doğru gidince, dışarı çıkma yasağına uyanların o kadar da fazla olmadığı gerçekliği ile karşılaşmıştık. Kahveler açıktı. İnsanlar sandalyelere oturmuş, çaylarını yudumlamakta ve gidip-gelen askeri araçlara bakmaktaydılar. Bu bizde bir şaşkınlık yarattığı gibi, halkın bu yaklaşımı karşısında mutlu da olmuştuk.
Aydın’la bitişik ve adeta oranın bir mahallesi görünümünü veren ve bugün mahalle olan Ovaeymir’de kalanlar, başka ilçelerinden gelenler varsa da, ağırlıklı olarak Sêrt’in (o zaman Batman ve Şirnex, Sêrt’in ilçeleriydi) Misirc (Kurtalan) ilçesinden göç ederek oraya yerleşmiş olan Kürtlerdi. Ancak köyün asıl yerlileri Balkanlardan gelen göçmenlerdi. Bunlar da düşünsel olarak sola yakınlardı. Kürtlerle ilişkileri yakın ve sıcaktı. İçlerinde Apocu Harekete sempati duyanlar da vardı. Bu bileşim içerisinde, Kürtler çoğunluğu oluşturmaktaydı. Siyasal düşünce olarak da Apocular etkindi. Bu etkinlik halkın sempatisi ile buluşmuş ve toplumsal bir desteğe kavuşmuştu.
Köyde kahvelerin açık olması ve halkın sanki ‘sokağa çıkma yasağı’ yokmuşçasına gidip sandalyelere oturması ve giderek de sayının artmış olması askerlerin de dikkatini çekmiş olacak ki, orada bulunanlara evlerine dönmeleri yönünde, tekrar anonslarla çağrılar yapılmaya başlanmıştı. Bu uyarıların dikkate alınmadığını görünce de kahvelere girerek orada oturanları dağıtmaya ve evlerine göndermeye çalışmışlardı. Öyle bir karmaşa içerisinde, anımsadığımda hâlâ kendimi gülümsemekten alıkoyamadığım anlara da tanık olmuştuk. Bir ayağını daha önce mayına basarak kaybetmiş olan Abdurrahman amca vardı. O ayağına bakmadan, elinde baston, “Kaçın, faşizm geliyor” demesi hala kulaklarımda çınlamaya devam ediyor.
Sonuçta evlere yönelik baskın, arama ve taramaların, kitlesel göz altıların olmayacağını anlayınca da tekrar evlere geri dönmüştük. Ama ertesi gün ‘sokağa çıkma yasağı’ kalkınca ilk işi olarak, köyün dışında, kimseye görüntü vermeyecek şekilde, ova kesimine doğru arazide, otluk ve ağaçlık yerlerde birkaç kişilik gruplar halinde kalmıştık. Bir süre sonra da yaşamın kendi normal seyrine dönmesiyle birlikte, çalışmalara çok daha dikkatli bir şekilde hareket ederek devam etmiştik. Bir yandan fabrikalarda, inşaatlarda çalışarak kendimizi kamufle ederken, diğer yandan da kazandığımız paralarla faaliyetleri yürüten ve maddi yaşamsal ihtiyaçlarımızı karşılamaya çalışan bir yaşam içerisine girmiştik.
Çok zor olan böylesi bir süreçte; sen, Ahmet, Ali, Hatice Kasar ve diğer arkadaşlar görev ve sorumluklarına sahip çıkmıştınız. Ama bazı yalpalayan ve kendini geri çekenler de olmuştu. Her zor dönemde olduğu gibi, küçük burjuvazinin o kaypak yaklaşımı ile karşılaşmıştık. İçlerinde çok keskin söylemlerde bulunmaktan geri kalmayanlar, yetki ve sorumluluk almış olanlar da vardı. Korkularını yenemedikleri gibi, sistem içi arayışların öne çıktığı yaşama geri dönmüşlerdi. Onlar için okullarını bitirmek, belirli bir statü ve yaşam sahibi olmak daha önemli bir hal almıştı. Öylece arkalarına bakmadan gittiler. Ancak bu küçük burjuvaların, bu şekilde safları terk edip gitmeleri; çalışmaları ciddi bir şekilde etkilememişti.
HALKIN ÖZGÜR MÜCADELESİNDE YAŞAMAYA DEVAM EDİYORSUN
Bir keresinde senin de içerisinde olduğun bir grup gözaltına alınmış olsa da, orada harekete yönelik herhangi ciddi bir operasyon da olmamıştı. Hareketin 12 Eylül öncesinde çalışma düzeni, hareket tarzı ve örgütlenme üzerine yapmış olduğu uyarılara dikkat edilmesinin de bunda önemli bir rolü olmuştu. Fakat kimi sol yaklaşımların da hala üzerimizdeki etkileri söz konusu olmaya devam ediyordu. Hareket, “Yapacağınız tek çalışma; kendinizi korumak ve yakalanmamaktır” demesine rağmen, düşmanı uyandıracak kimi eylemler; 12 Eylül’e karşı bildirilerin dağıtılması, Newroz’da ateş yakılarak tabanca kullanılması vb. gibi, “Hala varız, buradayız” dercesine hareket tarzı terk edilmemişti. Bu da tehlikeli ve 12 Eylül darbesinin ifade ettiği anlamı, her ne kadar faşizm ve sömürgecilik üzerine; “en kanlı”, “en vahşi”, “en işkenceci” vb. tanımlarda bulunuyor olsak da, sarf ettiğimiz bu sözcüklere rağmen, yeterince bilince çıkaramadığımızı göstermekteydi.
Öyle bir süreçte, 12 Eylül’den on ay sonra siz Aydın’da, ben de İzmir’de yakalanmıştık. Bir sızma mıydı yoksa sonradan mı ajanlaştırılmıştı, orasını bilmediğimiz bir unsur buna neden olmuştu. Seni Aydın Emniyet Müdürlüğü’nde 25 Temmuz 1981 günü işkence ile katlettiler. Hareketle örgütsel ilişki içerisine gireli henüz iki yılı da doldurmamıştın. Tabii bu kısa bir süre de değildi. Hızlı bir gelişme temposuna sahip olmuş, bulunduğun alandaki komite içerisinde yer almış, alanda gerçekleşen eylemlerin çoğunda yerini almıştın. Polis tarafından daha önce de gözaltına alınmana rağmen kendini korumayı ve saklamayı bilmiş ve onları seni serbest bırakmak zorunda bırakmıştın.
Uzun sayılmayacak bir süre sonra, aynı Emniyet Müdürlüğü’ne ait polisler tarafından yine gözaltına ve işkenceye alınmıştın. Onlar bu sefer seni tanımaktaydılar ve sana diz çöktüremeyeceklerini de, daha önceki karşılaşmanızda sergilediğin direnişten bilmekteydiler. O nedenle de, seni kendileri için çok tehlikeli olarak gördüler ve bir daha ellerinden kurtulmana imkan tanımak istemediler. Fiziki varlığını ortadan kaldırmayı kendi çıkarlarına gördüler ve bunu da 25 Temmuz 1981 tarihinde Aydın Emniyet Müdürlüğü’nde işkence ile gerçekleştirdiler.
Bilemediler ki, seni işkence ile katledip, fiziki olarak bizden almaları ile varlığına son vermeleri mümkün değildi. Belki seni katledenler bugün yaşamıyorlar ve onların adlarını hatırlayan bile kalmadı. Ama sen halkın özgürlük ve demokrasi mücadelesi içerisinde, bizlerle birlikte yaşamaya devam ediyorsun. Hala 23 yaşında ve gençsin. Öyle kalmaya da devam edeceksin.