HABER MERKEZİ – Ortadoğu’nun ilk yerleşikleri olarak Aryenik ve Semitik topluluklar kabul edilmektedir. Kendi içerisinde bir çok halk ve topluluğu barındıran bu kimlikler içerisinde Ortadoğu’da, Aryenik olarak; Kürtler, Farslar, Ermeniler Semitik olarak ta Arap, Süryani-Asuri ve Yahudiler en belli başlı olanları arasında yerlerini almaktadırlar ve bu halkların Ortadoğu’daki varlıkları ise milattan önce binli rakamlarla ifade edilen yıllardan önce başlamıştır. Aslında belli başlı dillerin, kültürlerin oluşum süreçleri içerisinde embriyon haline oluşmaya başlayan farklı klanların, kabilelerin oluşum sürecine kadar dayanmaktadır. Türklerin Ortadoğu’da görülmeye başladığı tarihler ise, bu halklardan binlerce yıl sonrasına milattan sonra 8. ve 9. yüzyıllara rastlar.
Kendi içerisinde farklı kültür, kimlik ve inanç biçimlerine sahip olan toplukların bir arada yaşadığı Ortadoğu’ya başka bir kimliğe ve kültüre sahip olan Türklerin bu şekilde eklenmiş olması bir zenginlik olmakla birlikte, siyasal ve askeri olarak aynı anlama gelmemiştir. Siyaseti Farslardan ve Araplardan öğrenerek devletleşen Türkler, bu yönüyle de Ortadoğu’da halkların, kültürlerin, kimliklerin ve inanç topluluklarının başına bela olan egemen, sömürgeci, katliamcı güçler arasında yer almıştır.
Türklerin Ortadoğu üzerinde devlet olarak varlıkları önce Selçuklu adıyla kurulan devletle başlamakla birlikte, yıkılmasından sonra da kurulan Osmanlı ile devam etmiştir. Bu devletler köken olarak Türk-Türkmen adını taşıyan boylar ve beylikler tarafından kurulmuşlardır. O nedenle de bu devletler hiçbir zaman Türk-Türkmen kimliği ile anılmamışlardır. Boyların ve beyliklerin adıyla anılmış ve birer hanedan devleti olmaktan öteye geçememişlerdir. O nedenledir ki, bu devletlerin üzerinde kurulduğu topraklar Türk-Türkmen yurdu olarak değil, her zaman bu hanedanların mülkü olarak kabul edilmişlerdir.
Selçuklu devleti kendini ilk önce Abbasi devleti mirasını devralarak Arap toprakları üzerinde var etmiş, ardından Kürt topraklarını egemenlik altına almaya başlamıştır. Osmanlı kendini devlet olarak var etmesi ise Selçukludan daha farklı bir coğrafya da, Ortadoğu’nun kıyısında Rum topraklarından olan bugünkü adıyla Söğüt gibi Marmara kasabalarında gerçekleştirmiştir. Oradan da bugünkü adıyla Trakya ve Anadolu’nun içlerine kadar uzanmıştır. Arap ve Kürt toprakları üzerindeki hakimiyetini ise ancak M.S. 15. ve 16.yüzyılarda sağlayabilmiştir. O zamana kadar da bu coğrafyalarda Türk-Türkmen kültürüne sahip olan ve farklı isimlerle adlandırılan aşiretler, boylar Arap ve Kürtlerle birlikte yakın komşuluk içerisinde kendi iç düzenlerini koruyarak bir arada yaşamışlardır. Onun içindir ki, Kürtler ve Araplar üzerine kurulan Osmanlı egemenliği aynı zaman da bu Türk-Türkmen topluluklar üzerine de kurulan bir egemenlik anlamına gelmiştir.
Birinci Dünya savaşının ardından dağılan Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesi Arap ve Kürtler üzerindeki egemenliklerini de kaybetmesi anlamına gelmiştir. Daha sonra kurulan ve kendini TC adıyla adlandırılan devlet ile birlikte yeniden Kürt ve Arap topraklarında egemen haline gelinmek istenilse de Orta-Kuzey Kürdistan dışında Kürt, Hatay ve çevresi dışındaki Arap toprakları dışında kalan coğrafya da bu hedefine ulaşamamıştır. Ancak TC devleti Kürt ve Arap topraklarını egemenlik altına alma amacından vazgeçmemiş ve bunu gerçekleştirmenin fırsatını yaratmaya çalışmıştır. İçerisine girdiği hakim politika da bu gerçekliğin somut bir ifadesidir.
Kimileri tarafından “Yeni Osmanlıcılık” olarak adlandırılan bu politika bugün Kürdistan ve Arap halklarının başına bela haline getirilmiş bulunmaktadır. Bakur, Başur, Şengal ve Rojava Kürdistanlarında TC devletinin yürüttüğü işgal-ilhak ve soykırım saldırıları ile Kuzey Suriye’nin nerdeyse tamamında yürüttüğü işgal saldırıları da bunun en somut bir ifadesidir. Ancak TC’nin Arap topraklarına yönelik işgal saldırıları Kuzey Suriye ile de sınırlı değildir. Irak ve Libya topraklarını da işgal etmek istemektedir. Buralara da fırsatını bulduğunda işgal güçlerini konumlandırmaktan geri kalmamaktadır.
Ortadoğu’nun en kadim halklarında olan Kürtler ve Araplar bugün böyle bir gerçeklikle karşı karşıyadırlar. Kendi dışında olan kültürlere, kimliklere ve inanç topluluklarına topraklarını açan Kürtler ve Araplar yabancı egemenlerin istilası altında yok edilmekle karşı karşıya getirilmek istenilmektedir. Bu tarihin tanık olduğu en büyük alçaklık olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. O nedenledir ki, bu toprakların asıl sahibi olan Kürtler ve Araplar bu alçaklığa karşı yine tarihin tanık olduğu en meşru olan savunma savaşının da sahibi haline gelmişlerdir.
Bu ortak “kader” aynı zamanda Kürtleri ve Arapları, ortak düşmanlarına karşı birlikte bir direniş ve savunma savaşı içerisinde olmalarını da getirmektedir. Rojava Kürdistan’ında ve Suriye’de ise bu ortaklık somut bir anlama kavuşmuş bulunmaktadır. Birlikte yaşamakta, yaşamlarını ortaklaştırmakta, öz yönetimlerini ve meşru savunmalarını gerçekleştirmektedirler. Bu yönüyle de tarihsellikleri içerisinde oluşmuş birlikteliklerine sahip çıkmaktadırlar. Libya’da TC işgal saldırıları karşısında Arap halkının geliştireceği direnişte bu yönüyle, ortak düşmana karşı Arap halkının işgale ve “yeni Osmanlıcı” politikalara karşı içerisine gireceği savunma savaşı da böyle bir anlama gelecektir.
Kuşkusuz Ortadoğu’nun en yerleşik ve kadim halklarından olan Kürtler ve Araplar bu birliktelikleri ile geçmişe bir geri dönüş yapmayacaklardır. Bu mümkünde değildir. Ancak korudukları tarihsel toplum özelliklerine bağlı kalarak, aralarında bilince, örgütlenmeye ve gönüllüğe bağlı olarak; eşit, özgür, demokratik bir yaşamı oluşturacaklardır.
Cemal ŞERİK
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi