HABER MERKEZİ
Türkiye tarihi Türklerin de uluslaşma tarihi olarak görülebilir. Bu tarihin bugüne evrilen ekseninde, kendisi uluslaşırken Osmanlıdan devralınan topraklarda başka ulusların varlığının inkarı yatar. Feodal ilişkilerden iç dinamikleriyle kurtulamamış bir toplumda, bunu Bonapartvari denilebilecek, esas olarak devlet katından gelen müdahalelerle kısa bir tarihsel dönemde gerçekleştirme çabası ulusal inkar politikalarıyla yanyana gelince son derece gerilimli bir toplum ortaya çıktı. Bu burjuvalaşma biçiminde demokratik olan hiç bir şeyin gelişme şansı olamazdı. Türk halkının çoğunluğuyla çatışma; tüm diğer milliyetlerle çatışma. Bu kadar şiddetli çelişkiler içerisinde hükmedebilmek ancak bir şekilde mümkün olabilirdi: Yüksek dozda şiddet. Zira istikrarlı görünen her toplumda devletle toplum arasında bir biçimde oluşmuş konsensüs (uzlaşma) dediğimiz, yönetilenlerin yönetilmeye belli nedenlerle şu veya bu düzeyde onay verdikleri bir durum varolur. Demokrasi, yönetilenlerin siyasal rejimin biçimine müdahale edebilme şansı ancak böyle bir yapılanmada olanaklı olabilir. Bu konsensüsün ortadan kalktığı an ya da evrelerde yönetmeye devam etmek isteyenler uzlaşamaz hale gelen çelişkileri terör yoluyla denetim altına alır, farklı olanların politikaya müdahale imkanlarını ortadan kaldırmaya çalışırlar; ta ki, yeni bir konsensüs yaratılıncaya kadar. Bunun oluştuğuna kanaat gelen noktada farklı olana farkılığın cinsine göre yavaş yavaş kapılar aralanır.
Türkiye tarihi ve onu belirlemiş olan Kemalizm işte bu ilişkinin adlandırılmasıdır. Mustafa Kemal kazara tam bir demokrat olsa (Öyle şey olmaz ama) idi dahi, belirlenmiş olan rota buna olanak tanımazdı. Mustafa Kemal cumhuriyet rejiminin veya her türlü egemenlik ilişkisinin belli bir konsensusa dayanması gerektiğini bilmez bir kişi değildi. Ama bildiği bir başka gerçek de “son derece küçük bir azınlık iktidarı” kurmuş olduğu idi. Küçük azınlığın egemenliğini sürdürmek, niyetler ne olursa olsun, yüksek dozdaki bir baskı ve yıldırma metodlarından başka bir yol mümkün olmaz. Toplumda varolan kuvvetlerin belli bir biçimde iktidara yansıtılmasının hükmetmeye devam edebilmenin yolu olduğunu bildiği içindir ki, hızlı bir dönüşümle burjuva toplum yaratma amacıyla çatışmayacak, “güvenilir arkadaşların öncülüğünde” açılım denemelerine girişmiştir. Ancak amaçlarla çelişen durumların ortaya çıktığı anda yeni gerilimlere yol açacak olsa da onları yeniden bastırmaktan kaçınmamıştır. Sosyalist sistemin kaderiyle çok benzeşiktir bu durum. Bu ülkelerde de çoğunluk iktidarı üzerine temellendirilen sosyalist demokrasinin tam zıddı rejimler oluşmuştur. Şu ya da bu nedenle çoğunluğun iktidarı/temsili olmayan bu rejimlerde iktidarı sürekli kılabilmek için tüm azınlık egemenliklerinde olduğu gibi toplumun üzerinde yükselen, ondan bağımsızlaşmış özel baskı aygıtları oluşturulmuş ve toplumun ileriye yönelik dinamikleri tüketilmiştir. Bu yapı reddedilmedikçe kişi ya da gurupların yanlış yönetimlerinden, revizyonizmden vb. bahsetmenin hiç bir anlamı yoktur.
Burjuva demokrasisi sonucuna ulaşan bütün burjuva devrimleri esas olarak tabandan gelen dalganın eseri olmuştur. Bu dalga sayesindedir ki, toplumda siyasal rejimin biçimine müdahale edebilecek, kolaylıkla geri püskürtülemeyecek kurum ve gelenekler oluşmuştur. Yukarıdan müdahaleyle burjuvalaşmanın örneklerinden olan İtalya ve Almanya’da faşizmin kendisine hayat alanı bulması biraz da bu özellikleriyle açıklanmak zorundadır. Buralarda işçi sınıfının tabandan müdahaleleri, kendisinin iktidar olmasına yetmese de, rejimin demokrasi doğrultusunda ilerlemesine yol açmıştır.
Kemalist rejim faşizmin dünya çapında aldığı yenilginin etkisi altında kendi iç çelişkilerini yumuşatmak üzere daha önceki girişimlerini 1946’da çok partili sitem olarak sonuçlandırdı. Ne var ki, ulusal inkar politikalarının kanıtlanması ve Türk milliyetçiliğinin egemen kılınması için üretilen ideolojik formlar ve ilişkiler, sınıf ve ulus çerçevesindeki çelişkilerde de en ufak bir yumuşamanın akla gelmesine olanak tanımıyordu.
Ciddi bir sınıf tehdidinin olmamasına rağmen demokratik geleneklerin yokluğu o alanda gözde büyüyen bir düşmanı komünizm olarak üretiyordu. Elbette bu, dünyada egemen olan soğuk savaş politikasıyla da bağlantılı idi. Bu aynı zamanda ulusal tehdit bahanesi sayesinde baskıyı bir anlamda meşrulaştırmakta ve yönetmede de bir başka kolaylık sağlamakta idi. Ulusal çelişkiler, sadece inkar ve asimilasyon politikalarının sonucu değil, bu politikaları uygulamanın sonucu ortaya çıkan katliam politikaları neticesinde hiç düşünülemeyecek bir noktaya ulaşmıştı. Türklük sarhoşluğu ve kendilerinin yarattıkları düşmanlığın boyutunun ne olduğunu iyi bilmeleri dolaysıyla en ufak bir kıpırdanmaya olanak tanıyamazlardı.
İşçi sınıfı büyüdükçe bu alandaki gerilim de arttı. İnkar edilen milliyetler alanında Kürt ulusu itildiği noktada durmadı. Adım adım yeni direniş biçimleri geliştirmeye çabaladı. Egemenleri, Türk burjuva partileri içerisinde yer edinerek, işbirlikçi olarak kendilerine bir hayat alanı açarken alt tabakalarından da sola, sosyalist parti ve hareketlere doğru bir yönelim gelişti. Ne var ki, solda ulusal inkarın belki dozu düşmüş ama Kürdün konumunda esaslı bir değişikliğe yol açmayacak politikaların egemen oluşu, değişik renklerde Kürt sol hareketlerinin oluşmasına bir motif oldu denilebilir. Ama hikayenin tümünün bundan ibaret olduğunu düşünmek kuşkusuz bir yanılgıdır.
1980 darbesiyle birlikte herkes gibi Kürtler de yeni bir örgütsüzlüğe ve terörist baskılara mahkum oldular. Ancak iç dinamiğini dışından bakanların pek anlamadığı PKK, 1984 yılında, kendilerinin “atılım” dedikleri, yeni bir dalga başlattı. Ne devlet, ne halk, ne de solcular bu atılımın gelip TC politikasının tam ortasına yerleşeceğini, Türkiye’nin yönetilmesinin, de yönetilememesinin de ve hatta yakın geleceğinin de bu olayla belirlenebileceğini düşünmemişti. Devlet, halk, solcular çeşitli deneylerden sonra silahlı mücadelelerin zaman zaman zuhur edip bastırılmasına alışmışlardı. “Türk devletinin başka devletlere benzemediği, tarihsel geleneğinin güçlülüğü” perspektifleri içerisinde, bir müddet sonra bu hareketin de diğerlerinin akıbetine uğrayacağı, ya da başarıdan gayrı her türlü akıbetin kendisini beklediği üzerine çeşitli “fikir ürünleriyle” birlikte bu güne kadar geldik. Hala bu hareketin gittikçe kitleden tecrit olduğuna ilişkin akıl yürütmeler ve bu temelden üretilmeye çalışılan politikalar solda dahi itibar görebiliyor.
Ne var ki, realite bunlardan çok farklı. Bu realite kavranmadıkça sağ ya da sol, hiç bir taraf, gerçekçi bir politika oluşturamaz; memleketin cuntaya teslim edilmesine yol açar. Hareketin kitle temeli kazanmış ve bunu gittikçe artırdığını, bazı solcular bilmeseler/aldırmasalar da, devlet katında oturanlar ve daha dakik olarak da savaşı bizzat yürütenler iyi biliyorlar. Hatta bazıları artık bu savaşın uzaması durumunda tüm iktidarın kaybedilmesi tehlikesinin de geliştiğinin farkındalar. Onun için birileri “Korkmayın, kitle temeli kazanmış gerilla hareketlerini de yenmek mümkün olabilir. Dünyada bunun örnekleri vardır.” diye bir başkalarına moral vermeye çalışıyorlar. “Mümkün mü değil mi?” ayrı bir tartışma ama bir şeylerin değişmek zorunda olduğu bir realite.