HABER MERKEZİ – Asian Movie Pulse dergisine bir röportaj veren ‘Ji bo Azadiyê’ filminin yönetmeni Ersin Çelik, filmde diz çökmeyen direnişçilerin gerçek hikayelerini anlattıklarını belirtti. Film çekimi sırasında Rojava’daki onlarca kurum ve yüzlerce kişinin yapım sürecine katıldığını söyleyen Çelik, Kobanê’de mahalle meclisleri, kadın ve gençlik komünleri, asayiş ve sivil savunma birlikleri gibi, esas işi sinema olmayan çok büyük bir grubun, filmin ortaya çıkmasında belirleyici olduğunu kaydetti.
Türk devletinin saldırılarından sonra Sur’da bir tarihin yok edildiğine dikkat çeken Çelik, “Ve ne yazık ki tüm bunlar olurken, dünya sadece izledi. Aynı coğrafyada daha önce de katliamlar olmuştu. Bir çok halk ve inanç kıyımdan geçirildi. Kitlesel göçler yaşandı. İşte bu filmin çıkışında bir de bu sessizliğe eleştiri vardır” diye konuştu. ‘Ji bo Azadiyê’ filminin yönetmeni Ersin Çelik ile yapılan röportaj şöyle:
Erdoğan’ın Türkiye’si, DAİŞ ve Kürtler açısından durum nedir şu anda. Kürtlerin talepleri ve bunları gerçekleştirme konusunda aldıkları mesafe konusunda neler diyebilirsiniz?
Türkiye’de durum, sadece Kürtler için değil, hatta sadece insanlar için de değil, güzel olan her şey için çok kötü. Her bakımdan suça, yolsuzluğa bulaşmış, demokrasi ve hukukun esamisinin kalmadığı bir yönetimle yönetiliyor. Kürtlerin seçme ve seçilme hakları dahi ellerinden alınmış. İki seçimdir, seçilmiş belediye yöneticileri tutuklanıp, yerlerine kayyum atanıyor. 10 kişi bir araya gelse üzerlerine yüzlerce polis saldırıyor. On binlerce Kürt ve muhalif hapiste.
Diğeri Kürtlerin Rojava’da kazandığı ve geliştirmeye çalıştığı demokratik statünün ortadan kaldırılması için günlük olarak saldırılar düzenleniyor. AKP-MHP ittifakı, Avrupa’yı mültecilerle tehdit ettiği gibi, şimdi işgal ettiği Kürt şehirlerinde de demografik yapıyı değiştiriyor.
Kürtlerin talepleri çok açık. Kendi kendilerini yönetmek istiyorlar. Yani demokrasi istiyorlar. Kendi anadillerinde yaşamak, eğitim yapmak istiyorlar. Eşitlik, adalet, kadın özgürlüğü istiyor. Dörde bölünmüş ülkelerinde, birlikte yaşadıkları halk ve inançlarla ortak demokratik bir yaşam istiyor. Tüm bu isteklerinden dolayı faşizmi yenmeleri gerekiyor. Bunları gerçekleştirmeye yakınlar. Ve benim görebildiğim, tüm olumsuzluklara rağmen, çok kararlılar.
Öcalan bir kahraman olarak mı görülüyor? Yunanistan’ın Öcalan’ın tutuklanması konusundaki rolü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence, Öcalan’ı bir kahraman olarak değil de politik ve düşünsel bir halk önderi olarak tanımlamak daha doğru olur. Kahramanlaştırmak bazen günlük reel politikadan uzaklaştırmak anlamına da gelir. Oysa Öcalan, 15 Şubat 1999’dan beri tek başına, bir ada cezaevinde, tarihte eşine az rastlanır bir tecrit altında tutulan bir halk lideridir. Buna rağmen, sadece Kürdistan veya Türkiye’de değil, Ortadoğu ve dünyada reel politik gelişmeleri etkileyebilen bir lider. Kürt sorunu başta olmak üzere, Ortadoğu’nun kangrenleşen sorunları için önerdiği Demokratik Konfederalizm, yani daha az devlet daha çok demokrasi, çözümünün ne kadar hayati olduğu bugün daha iyi görülmektedir.
Yunanistan’ın Öcalan’ın tutuklanmasındaki rolünü her Kürt bilir. Elbette bu tutuklamada sadece Yunanistan değil, çok sayıda yerel ve uluslararası güç rol oynadı. Yunanistan “dostluk” kavramı ile anılırdı. Sanırım yapılan şeyin dostlukla ilgisi yoktu. Bir halkın ya da topluluğun evrensel hakları için yürüttüğü mücadele –ki hala da öyle- devletlerin, çıkar ilişkilerine kurban ediliyor. Bunda en pragmatist ve iki yüzlü güç AB ve onun kurumlarıdır. Oysa Kürt sorunun demokratik-barışçıl çözümünde önemli rol sahibi olabilirler.
Rojava Film Komünü ve onun bu filmin prodüksiyonundaki rolü konusunda bilgi verebilir misiniz? Siz komünde nasıl bir rol alıyorsunuz?
Rojava Film Komünü, bu filmi yapandır. Komün, Rojava’da 2015 yılında kuruldu. Şimdiye kadar çok sayıda kısa film, belgesel, müzik klibi yaptı. Bunun yanında film festivali yaptı. Yine gezici sinema çalışmasıyla hem köylere, hem de çocuklara dönük film gösterimleri düzenledi. Rojava’ya gelen onlarca sinema birimine lojistik ve insan gücü desteği sundu. Şimdi bu film dışında, yönetmenliğini farklı komün üyesi arkadaşların yaptığı iki belgesel var. Bunlar da bitmek üzereler.
Ji bo Azadiye filmi özelinde sadece Sinema Komünü de değil, Rojava’daki onlarca kurum, yüzlerce kişi bu yapım sürecine katıldı. Yüze yakın sinema gönüllüsü hem hazırlık, hem de çekimlerde (yaklaşık 6 ay) gönüllü olarak çalıştı. Örneğin Kobane’deki mahalle meclisleri, kadın ve gençlik komünleri, asayiş ve sivil savunma birlikleri gibi, esas işi sinema olmayan çok büyük bir grup, bu filmin ortaya çıkmasında belirleyici oldu.
Benim de komün içindeki rolüm sadece film yapmak değildir. Tüm arkadaşlarımızın Kürt sinemasını geliştirmek kadar, kolektif çalışmayı geliştirmek gibi de sorumluluğu var. Hem film yapmalıyız hem de Kürdistan’da sinemanın altyapı kurumlarını oluşturmalıyız. Daha da önemlisi akademiyi geliştirmek istiyoruz. Elbette bizde de kolektivizm sorunları var. Ama kolektif çalışmaya ve komünal yaşama inanıyoruz. Ve kendi içimizdeki komünaliteyi geliştirmeye çalışıyoruz.
Bu hikayeyi nasıl filmleştirdiniz ve bu olaydan kurtulan kişilerle nasıl iletişime geçtiniz. Oyunculuk eğitimi görmeyen insanlarla çalışmak zor olmadı mı?
Ben 10 yıldır, Türkiye, Irak ve Suriye Kürdistan’ın da aktif gazetecilik yapan biriyim. Bir taraftan muhabirlik yaparken, diğer taraftan da kısa filmler ve belgeseller yaptım. Bu film, yönetmenliğini yaptığım ilk uzun metraj filmdir. Konu edindiğimiz savaş sürerken, senaryonun ilk cümlelerini yazdım. Senaryonun her aşamasında üzerine konuştuğumuz bir tartışma grubumuz vardı. Senaryo geliştirme sürecinde, hayatta kalan 4 kişiyle temasa geçebildik. Onlarla zaman geçirdik, kayıtlar aldık.
Bu konuyu seçmemizin en önemli nedeninden biri, Sur’da yazılan günlüktü. İkincisi ise, bina bodrumlarında insanların yakıldığı ve bu olaylar tv’lerde canlı yayınlanıyordu. Cizre’de 300’e yakın kişi bodrumlarda canlı canlı yakıldı. Sur’da ayrıca bir tarih yok edildi. Ve ne yazık ki tüm bunlar olurken, dünya sadece izledi. Aynı coğrafyada daha önce de katliamlar olmuştu. Bir çok halk ve inanç kıyımdan geçirildi. Kitlesel göçler yaşandı. İşte bu filmin çıkışında bir de bu sessizliğe eleştiri vardır.
Eğitimi olmayan aktörlerle çalışmak her zaman zordur. Ama bu film özelinde eğitimli oyuncularla çalışmak çok daha zor olabilirdi. Sur direnişinde yer alan iki kişi (Haki ve Korsan Şervan) filmde kendi kendilerini oynadı. Diğer oyuncuların da büyük bölümü DAİŞ’e karşı savaşta yer almış ya da savaş içinde büyümüş gençlerdi. Doğal olarak oyuncu değillerdi ama bir o kadar gerçek duygulara ve tecrübeye sahiplerdi. O yüzden, oyunculardan, oyun oynamamasını istedim. Aslında kendileri olmaları, kendiler gibi davranmalarını, kendileri gibi konuşmalarını sağlamaya çalıştım. Bence eğitimli aktörlerle çalışsaydı, film şimdiki başarısına yaklaşmazdı.
Filmdeki olaylar gerçek olaylara ne kadar yakın? Sur’de şimdi durum nasıl?
Gerçek kişiler kadar gerçek olaylara dayanıyor. Büyük oranda reel anlatımlar ve Sur direnişi sırasında savaşçıların kaleme aldığı günlük senaryonun temelini oluşturdu. Mekanımız Kobanê direnişinde büyük oranda yıkılan bir mahalleydi. Aynı Sur gibi. Yani hem hikaye, hem oyuncular, hem de mekan gerçekliğini hayal gücümüzle yoğurduk. Olan, gerçeğin sinemasal yeniden üretimidir. Ne reelde boğulduk, ne de hayallerle gerçekten koptuk.
Sur’un bir bölümünde hala sokağa çıkma yasağı devam ediyor. Tarihi Sur ilçesindeki en büyük yıkım, savaşın sonlanmasından sonra oldu. Savaşta 1 yıkıldıysa, savaştan sonra 10 yıktılar. Adeta topraktan, taştan, şehirden intikam aldılar. Zamana yayılmış bu soykırım, sadece bir halka karşı değil, onun tarihine, geçmişine ve geleceğine dönüktür. Örneğin tarihi Hasankeyf şimdi nasıl baraj suyu ile yok ediliyorsa, tarihi Sur ilçesi de kepçelerle yerle bir edildi.
Filmin çekimi sırasında DAİŞ’e karşı Rakka’da büyük bir savaş vardı. Yine Türkiye Efrin’i bombalamaya başlamıştı. Sizin için filmin çekimleri ne kadar tehlikeliydi?
Evet şimdi olduğu gibi o zaman da bir taraftan direniş hareketleri diğer taraftan da Efrin’in işgali ve bombalanması başlamıştı. Tüm dünyanın dikkatini çeken bir demokratik yönetim deneyiminin olduğu Rojava’nın Kobanê şehrinde filmi çektik. Yani orada yaşam varsa film de çekilebilir. Doğru, riskleri vardı, hala da var, ama bizim ülkemiz. Oradaki tüm insanlar kadar biz de tehlike altındaydık. Daha az ya da daha fazla değil. Setimiz bombalanabilirdi. Ben ve filmin çekirdek yapım ekibi olarak her şeye hazırdık.
Tüm arkadaşları şu sözle motive ediyorduk, “Olur da setimize saldırı olursa, kurmaca olarak başladığımız filmi belgesel olarak sürdürürüz.” Her şart altında filmi yapacaktık. O riski göze almasaydık belki şimdi bu kadar tartışılır bir film ortaya çıkmazdı. Sinema da bu demokratik mücadelenin parçasıdır. Doğal olarak politika kadar riskleri, savaş kadar da tehlikesi olan bir alanıdır.
Filmdeki birçok karakter çok cesur ve kendini feda etmeye hazır. Onlar bu gücü nereden buluyorlar ve bu durumu kaldıramayarak yoldaşlarına ihanet edenler de vardı.
Biz de bahsettiğiniz cesareti ve fedakarlığı anlamak için yola çıktık. Anladığımız kadarıyla da, onlardan hiç biri ölüme aşık insanlar değildi. Son anları olduğunu bilirken, ölüme gülerek gitmişler. Örneğin direnişin komutanı Çiyager Hevi, direniş devam ederken, bazı savaşçıların ısrarlı “ne yapacağız? peki ne olacak?” sorularına karşı “son muhteşem olacak” diyor. Nasıl oluyor da bir insan her an paramparça olacağını bilirken bu sözü söyleyebiliyor?
Buradaki “son” orada süren savaşla ilgili değil, tam da onlara o cesareti veren amaçlarla ilgili. Amaçlarından gram şüphe duymuyorlar. Yani şöyle diyorlar: ölümü öldürmek! Gerçek anlamda cesaret varsa, elbette korku da vardır. Ama özgürlük bilinci olan bir insan, nasıl yaşaması gerektiğine karar verdiği gibi, nasıl ve ne zaman ölmesi gerektiğine de karar verebiliyor. Bu günümüz dünyasında unutulan bir şey. Örneğin, savaş sırasında bazı savaşçılar bir gözünü yitiriyor, ya da vücudundan bir parça kopuyor. Fiziki acıya rağmen, kendi vücutları ile dalga geçebiliyorlar.
Filmin aksiyon boyutu çok iyi. Bize sinematografi ve montaj konusundaki yaklaşımlarınızı anlatabilir misiniz?
Filmi çekmeden önce bunun kararını vermiştik. Aslında istediğimizin de gerisinde kaldık. Çünkü kameramızın başına bir şey gelse ikinci bir alternatifimiz yoktu. Görüntü dili hikayeye göre olmalıydı. Bundan dolayı film hareketli ve çoğunlukla omuzda çekildi. Abartıdan sonuna kadar kaçındık, ama bir çatışmanın, direnişin reel tüm incelikleri kaydetmeye çalıştık. Bir savaşçının silahı tutuş biçiminden, insan bedeninde biriken kire kadar detaylara dikkat ettik.
İtiraf etmeliyim ki, biraz fazla çektik ve bazı senaryo hatalarımız vardı. Bunun da etkisiyle kurgu süreci epeyi uzadı. 8 ay gibi bir süre. Hem biz hem de birlikte çalıştığımız iki kurgucu çok kafa yorduk. Özellikle de filmin ritmi konusunda. Kurgu da senaryo, çekim ve hikayeye göre olmalıydı. O da reelin sinemasal yorumu ve belgesel estetiğiydi. Hem Kürt izleyicisinin, hem de tüm dünya izleyicisinin rahatlıkla anlayabileceği bir sadeliği yakalamaya çalıştık. Dahası filmin ilk kesim olan 3 buçuk saatten filmin şuanki haline kadar çok farklı özelliklerde gruplara filmi izlettik. Aslında inter-aktif bir kurgu süreci, izleyici duygusu ve reflekslerinin yön verdiği bir film kurgu süreciydi.
Filmdeki en akılda kalan sahnelerden biri de geride kalan Kürtlerin tavuk yerken güldükleri sahne. Bu sahneyi neden çektiniz ve önemi neydi?
Evet, bahsettiğiniz sahne ve hemen bir önceki sahnenin filmde özel bir yeri var. Ancak belki savaşı ve bazı detayları bilmeyenler yeterince anlamayabilir. Örneğin tavuk yakalanırken dışarıdan asker-polis anonsları gelir. Bu anonslarda direnişçi gençlere sürekli ‘teslim olun’ çağrısı yapılır. Ki filmde kullandığımız o anonslar reel asker-polis sesleridir. Tavuğun yakalandığı ve yenildiği sahneleri birbirine bağlayan dış sesteki müzik ise Türk-İslam milliyetçiliğinin marşı ‘mehter marşı’dır.
Aslında sahnenin özelliği, gücü elinde tutana karşı bir meydan okumadır. Bu meydan okuma moral ve umuttur. Gerçek hikayeden anladığımız da buydu. Savaşlarda mesele sadece ölmek ya da öldürmek değildir. Ya da bizim çalıştığımız örnekteki gibi, konu yenmek ve yenilmek de değil. Bazen savaşlarda ölebilir, yok olabilirsiniz ama teslim olmayarak da kazanabilirsiniz. 300 Spartalı veya Leningrad direnişleri gibi. Burada da bir devlet bir toplumun devrimcilerine, gençlerine diz çöktürmek istiyor. Ama onlar o tavuğu paylaşırken, kendi açlıklarıyla dalga geçiyorlar. Aslında dalga geçtikleri şey faşizmdir.
Kürt sinemasının şu anki durumu ne?
Kürt sinemasının durumu da Kürt sorunu gibi. Elbette filmler çekiliyor ancak kendi ülkelerinde ya faşizm var ya da savaş var. O yüzden film çekmek bir zor ise, o filmi göstermek, kendi toplumunla buluşturmak ayrı bir zorluk. Bir de diasporadaki Kürtler ve onların yaptığı sinema var. Özellikle de Avrupa’daki Kürt sinemacılardan bahsedebiliriz. Bizce Kürt sineması belgesel estetiği içinde barındıran bir kurmaca sinema çizgisinde önemli eserler ortaya çıkaracaktır. Bizim filmin özelliği de budur.
Kürt sineması, kesinlikle Kürt toplumsal muhalefetinin bir parçası oldukça çok önemli eserler ortaya çıkaracaktır. Çünkü kendi kaynağımız, yani ülkemizde bir taraftan diktatörlükler varken diğer taraftan da tüm dünyanın saygı ile takip ettiği demokratik, kadın özgürlükçü bir mücadele var. Yarın böyle olmayabilir ama bugün Kürt sineması bunlardan beslenmelidir. Mülteci hikayeleri bir gerçeğimiz ama mültecileşen Kürtlerin her şeye rağmen kendi ülkelerine dönmesi bence daha da önemli bir konu. Ya da Kürt kadının siyasi-askeri-kültürel anlamda öncülüğünü Kürt sineması yorumlayabilir, esas tipini ve karakterini buradan şekillendirebilir. Eğer öyle yapmazsak bir Kürt sinemasından bahsetmek zor olur.
Yeni bir film konusunda çalışıyor musunuz?
Evet, çalışıyorum. Ama benim çalıştığım hikaye dışında da Rojava Film Komünü’nün başka film hazırlıkları da var. Benim kişisel olarak çalıştığım ise hikaye geliştirme aşamasında. Hikayemizi de ülkenin durumuna göre geliştiriyoruz. Çünkü hayalci olduğumuz kadar realistiz de. Yazdığımız her şeyin nerede, nasıl ve hangi imkanlarla çekebileceğimizi hesaplamak zorundayız ki, yoksa kağıt üzerinde kalır. Yeni hikaye de, The End Will Be Spectacular’daki gibi karakterin Kürdistan’daki reel olayların içine girip çıktığı, Türkiye-İran-Irak üçgeni ile Suriye-Irak-Türkiye üçgenleri arasında geçiyor. Bir kişinin, başkasını ararken kendini bulduğu bir hikaye, diyebilirim.